Geçtiğimiz hafta Ankara’da, Mülkiyeliler Birliği’nde iki günlük bir konferans düzenledik. 3. Siyasal Psikoloji Konferansı: Ütopyalar (konferans programını şuradan bulabilirsiniz: siyasalpsikoloji.org).
Bu, 2014 yılında Kocaeli Üniversitesi’nden arkadaşlarımızın başlattığı bir dizi toplantının üçüncüsüydü. 2015’te Akdeniz Üniversitesinde ikincisi yapılmıştı. 2016’da yapamadık, üniversitedeki olağanüstü koşullar nedeniyle. Sonra da baktık olmuyor, Mülkiyeliler Birliğine taşındık biz de.Üniversitenin olağan hali neydi ki olağanüstüsü ne olsun türünden gayet anlamlı olabilecek bir tartışmaya girmek niyetinde değilim burada. Sadece, bu “sürgün”ün ne kadar verimli sonuçlara yol açtığından söz etmek istiyorum. Tıpkı sürgün veren filizler gibi, bizim siyasal psikoloji çalışmaları da bu süreçte yeni bir ivme, yeni bir dinamik kazandı, akademik bürokrasinin yüklerinden kurtulup hafifledi.
İki günlük programın açılış konuşmasını Murathan Mungan yaptı. Onu davet ederken aklımızda, sanatın görme gücünden yararlanmak vardı. Ütopyalardan bahsedeceksek, iyi bir yazarın yolu açması harika olur diye düşünüyorduk. Sanatın duygularla, ilhamlarla, sezgilerle ilgili olduğunu düşündüğümüzden değil (tabii ki öyledir ama bilimsel faaliyet de öyledir!); daha çok, kendi çerçevelerimizin, ön kabullerimizin, kavramlarımızın yetmediği bir zamana girdiğimizi “sezdiğimizden”! Kavramlarla değil kelimelerle, renklerle, ışıkla, formla, hareketle düşünme yeteneği, bu yeni zamanlara nasıl bakmamız gerektiğini bize gösterir diye umuyorduk.
Murathan Mungan cömertlik gösterdi, davetimizi kabul etti ve enfes bir açılış konuşması yaptı. Öyle bir açılış oldu ki bu, sonraki bütün konuşmaları bir biçimde kendine çekti, bağladı. Nitekim, kapanış konuşmasını yaparken Nilgün Toker de açılış konuşmasına gönderme yaparak, ütopyanın sahih anlamını hatırlattı: Ütopyalar ufuk çizgisi gibidir, bir türlü onlara yaklaşamayız. Zaten böyle de olmalıdır. Çünkü bugünkü eylemlerimize anlam veren, doğru ile yanlışı, adil ile haksızı ayırmamızı mümkün kılanlar, ütopyalardır. Bu bakımdan, “ütopya mümkün müdür” sorusu, saçma bir sorudur. Dünyadaki varlığımızın bir anlamı olacaksa, bu ancak ütopyalarla olacaktır çünkü.
İki gün boyunca katılım hiç azalmadı; sadece sandalyeler değil, yerler ve salonun arkasındaki teras da doluydu hep. Az ötemizde Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın direnişleri devam ediyordu. Bir oraya gidip kalabalığa katıldık, bir salona dönüp ütopyalardan ve distopyalardan bahsettik. Öyle oldu ki, konuşmacılar, dinleyiciler, düzenleyenler, dışarıdaki kalabalık, kocaman bir “biz”e dönüştü. Bunu soru soran dinleyicilerden bazıları da ifade etti, kürsüde konuşanlar da. Adlandıramadığımız, ne olduğundan pek de emin olamadığımız bir ortaklık.
Mülkiyelilerin toplantı salonunu bilenler bilir, devlet tarafından öldürülen Mülkiyelilerin fotoğrafları asılıdır orada. Kürsünün tam arkasında Mahir Çayan, karşısındaki sütunda Hakan Şenyuva, az sağda Hüseyin Cevahir… Ütopyalar tabii ki gelecekle ilgilidir ama işte, geçmişle bir bağları da vardır. Hatırlamak ve umudetmek gibi. Dolayısıyla, ortaklık sadece halen yaşayanları değil, ölenleri ve henüz doğmamışları da içerebilir.
Biz siyasal psikoloji çalışmalarını sürdüreceğiz. Konferanslarla, yayınlarla, derslerle ve araştırmalarla. Bunu yaparken kelimelerle, renklerle, ışıkla ve formla, hareketle düşünebilenlerden öğrenmeyi ihmal etmeyeceğiz. Anlıyoruz ki bu zaman yeni bir zaman. Eskiden taşınıp getirilmişler kadar yeni şeylerin de olduğu, eski şeylerin yeni formlarda yeniden ortaya çıktığı bir zaman. Yeni formlarda hiç eski şeyler olur mu? Olsa da eskisi gibi kalabilirler mi?
Murathan Mungan demişti ki, tekil olanı görme yeteneğimizi kaybedersek, onu genellikler içine yerleştirip rahata ermeyi tercih edersek, gerçeklikle ilişkimiz kopar. Kavramlar yerine kelimelerle düşünmek, herhalde böyle bir şey olmalı: Tekil olanı görme yeteneğini kaybetmemek. İşte biz de bunu aklımızda tutarak, yeni zamanların yeni gerçekliklerini görmeye, anlamaya çabalayarak ilerleyeceğiz. Ütopyaların gerçeklikle bir ilişkisi olmadığını kim iddia edebilir?