Arapçadaki ramad (kuru sıcak) kelimesinden türetilen Ramazan kelimesi, güneşin doğuşu ile batışı arasında oruç tutulan ayın ismi olarak özelleşmiştir. Güneş’in namaz, oruç gibi ibadetlerde yön gösterici olması İslamiyet’ten çok önce yerleşmiş olan ritüellerin bir devamıdır. Yine İslamiyet öncesinde Arapların Ramazan ayında oruç tuttukları, Mekke’deki bazı kişilerin Hira dağında inzivaya çekildikleri, bu ay içerisinde yoksullara yiyecek dağıtıldığı gibi bilgiler çeşitli tarih kitaplarında tafsilatlı biçimde aktarılmaktadır.
Bilindiği üzere İslamiyet öncesi Arap toplumu bir pagan toplumuydu. Bugünkü anlayıştan farklı olarak tek tanrı inancına sahip olan (hanif) kişiler putları inkar etmiyorlardı, onlara hanif denilmesinin nedeni teolojik farklılıklardan daha çok ibadetin şekli ve pratikleriyle ilgiliydi. (Örneğin bir hanif olan Hz. Muhammed’in dedesi Abdulmuttalip, bir restleşme nedeniyle on oğlundan birini kurban etmesi gerektiğini düşündüğünde kura çekmek için Kabe’ye giderek Hubel isimli putun önünde çocuklarının isimlerinin yazıldığı fal oklarından kura çekmesi gibi). Kaldı ki pagan Araplar da Allah inancına sahipti.İslamiyet ile birlikte, Türkçede ibadet olarak isimlendirilen, ritüeller ciddi biçimde değişmedi. Genel olarak kabul edilen görüş, nüsukların [1] icra edilme biçiminin restore edilerek devam ettirildiğidir. Yani hac, namaz, oruç, kurban gibi nüsuklar pagan toplumundakine benzer biçimde devam etti; bu nüsuklar bugün de birçok dini inançta yer almakta ve benzer biçimde gerçekleştirilmektedir. Aslında dini inançlar arasındaki ayrımların kurulduğu yer nüsuklardan daha çok o fiillere yüklenen anlamlarla ilgilidir. Bu nedenle Ramazan ayı ve oruç, bir çeşit nüsuk olarak İslamiyet’ten önce de var olmasına rağmen, İslamiyet ile birlikte Müslümanların zihin dünyasında farklı bir anlama karşılık geldiği iddia edilir, gelmelidir.
Sıradan bir mümin için Ramazan ayı, aç ve yoksul kişilerle duygudaş olabilmenin, ihtiyaç fazlasından arınmanın, kişinin kendi nefsini terbiye etmesinin ve Kur’an’ın mesajını yeniden hatırlamasının ayı olarak özetlenebilir. Bilindiği üzere Kur’an’ın Ramazan ayı içerisinde ve Kadir gecesi olarak adlandırılan bir gecede inmeye başladığı kabul edilmektedir. Dolayısıyla Ramazan ayı sıradan bir mümin için dini inançlarıyla ilişkisini yeniden düzenlemesi gereken bir ay olarak yorumlanabilir. Dünya ile kurduğu ilişkiyi, dünyanın kendisine sunduğu imkanlarla, nimetlerle ilişkisini dinin içerisinden bakarak yeniden düzenlemesi gerektiğine ilişkin bir öğreti içerir. Dini öğretinin geleneksel çerçevesi böyle özetlenebilir.
Şeylerin kendinde bir özü olmadığı için bir toplumsal kurum olarak din, diğer bütün toplumsal kurumlar gibi toplumun içerdiği çelişkilerle iç içedir. Bu nedenle Ramazan’ın nasıl bir ay olması gerektiğine ilişkin egemen dini öğretinin toplumun geniş kesimlerinde bir kültürel pratik olarak varlığını sürdürmesinde ahlaki yücelik görenlerin, bunun dışında kalan kötülükler karşısında rahatlıkla susabilmeleri, konuşmak zorunda olduklarında ise kasaba politikacısı kabilinden baştan savmacı bir tutum geliştirmeleri aynı dini kültürün parçalarıdır. Normal koşullar altında ve din-toplum ilişkisi bakımından oldukça sıradan ve anlaşılır olan bu durum, Türkiye’deki parçalanmış toplumsal alanlar söz konusu olduğunda ürkütücü bir hale dönüşmektedir. Her şeyden önce Türkiye’de dinin bu kadar esaslı bir mesele olarak gündemde olması, siyasal iktidarın İslamiyet’i ve mevcut din kültürünü, siyasal bir iddia olarak yeniden üretmesi ve kendini bu iddianın yegane temsilcisi olarak sunmasının bir sonucudur.Türkiye’de mevcut din kültürü, özellikle dindarların iktidar olmasıyla birlikte sadece siyasallaşmadı, kendi kültürel krizini de derinleştirdi. Bugün ortalama bir dindarın gözünün önünde gerçekleşen birçok kötülüğün, mutlak iyilik atfettiği dinden devşirilen söylemlerle meşrulaştırılmasına rağmen, birkaç cılız itiraz dışında dindarlar tarafından anlamlı hiçbir tepkinin ortaya konulamaması, sadece iktidarın ezici gücüyle ilgili değildir; aynı zamanda mevcut din kültüründeki malzemelerin kolaylıkla egemenlerin istibdat aracına dönüşebilmesiyle ilgilidir. Bunu kolaylaştıran ve hatta bu krizi derinleştiren en önemli husus ise iktidarın artık dindarların elinde olduğu ve yeni bir Türkiye’nin kurulduğu yönündeki yaygın söylentinin kuşatıcılığıdır.
Dini-bütün dindarlar iktidarda olmasına rağmen İslami kamuoyundaki hüsran ve hayal kırıklığı artık gözlerden saklanamıyor. Bir itiraz gayretleri yok. Çoğu itiraz edebilecek erdemlerini beton mikserlerinin içine boca ettiği için sahici bir düşünce geliştirebilecek iradeleri de yok. Zenginleştiler ve zenginleştikçe yoksulların varlığından rahatsız olanların ahlakını benimsediler. Bunun derdini taşıyan, hatta bunun iç sıkıntısını yaşayanların sayısı da oldukça azaldı. Dinin artık abartılı hale gelen toplumsal görünürlüğünden daha çok, dindarların iktidar olmasıyla birlikte ortaya çıkan ağır yozlaşma yıkıcı bir biçimde devam ettiği için bütün uğraşlara, debdebeli tefrişata, her yönden kuşatmalara ve zorlamalara rağmen Ramazan’ın tadı yok.
Bir şeyler eksik.
Olması gereken ile olmakta olan arasındaki kapatılması imkansız mesafe, üçüncü köprü ya da dört şeritli otobanlarla kapatılamayacak bir mesafe. Bunu sayıca az olsalar da, zenginliklerinden ve zaferlerinden gözleri dönmüş muhafazakarlara baktıkça ürken bazı muhafazakarlar, İslamcılar da farkında, ancak onlar da bu yozlaşmanın tamamlayıcı bir parçası olarak varlar. Daha tuhaf olan ise bu yozlaşmanın bir düzen olarak tesis edilmesi ve bu düzenin kendisinin egemen din kültürünün bir bileşeni haline gelmesidir. Bu nedenle bu yozlaşmaya yönelik dini itirazın da artık sahici bir karşılığı yok.
Sadece eşini üniversitenin İslam Enstitüsüne müdür olarak atayan rektöre değil, o atamayı kabul eden, belki talep eden ve daha fenası bunu hakkı olarak gören kişiyi de içeren bir düzen bu.
Solcu oldukları, bir de üstüne oruç tutmadıkları için terörist olduklarına kanaat getirdikleri üniversite öğrencilerine saldırmakla kalınmayan, onları terörist olarak itham etmeyi kolaylaştıran bir düzen.
İşini kaybettiği için derdini dile getiren birine vurmayı, hatta yere düştüğünde bile üzerine plastik mermiler boca etmeyi maharet addeden bir ucub ile büyüklenen, yaptıklarının karşılığında takdirden başka bir şey görmeyeceğine ilişkin mutlak güven tesis eden bir düzen.
Bir de Ramazan var. Bereketin aynı şeylere inanmakta değil, aynı sofraya oturmakta olduğunu anlatan Ramazan. Dostluğun, birlikte olmanın, paylaşmanın, dayanışmanın, hemhal olmanın, hemdert olmanın, imece kültürünün devamı olması arzulanan Ramazan... Böyle Ramazanlar belki gerçekte hiç olmadı ama bu kadar uzağında olunduğu başka bir dönem oldu mu? Oysa “nerede o eski Ramazanlar” klişesini tekrarlayarak toplumu nostaljiye davet eden cümlelerin sahipleri, yeni Türkiye’nin Ramazanlarına çok hızlı uyum sağladılar.
[1] Batı dillerindeki ritüel kelimesi, Arapçada nüsuk olarak karşılık bulmaktadır. Kur’an’da geçen nüsuk, mensîk, menâsik kelimelerinin her biri belirli hareketlerin belirlenmiş zamanlarda aynen tekrar edilmesini içermektedir. Örneğin İslam dininde namaz kılmak, oruç tutmak, kurban kesmek ve benzeri eylemlerin hepsi nüsuktur. Türkçede galat-ı meşhur olarak ibadet denilen nüsuklar, İslamiyet’ten önce de yapılmaktaydı.