Yirmi otuz yıldır Kemalizme kahretmiş olan solcuların ve demokratların, liberallerin, nihayet ayılarak “gerçeği gördükleri” çokça söyleniyor. Kemalizme atfedilegelmiş müstebit ve vesayetçi idarenin, otoriter zihniyetin, “toplum mühendisliğinin” beterini, hasını, AKP iktidarında görüyorlardır; anti-Kemalizmlerinden pişman ve özeleştiri borçlu olmalıdırlar, buna göre.
İktidar mahfillerindeki yazarlar da, muhalif sol muhitlerin Kemalizme rücu ettiğini söyleyip duruyorlar. Solda Kemalizme alınmış mesafeler kapanmış, daha ılımlı, daha hoşgörülü bir tutum benimsenmiştir, onlara bakılırsa. Zaten sağ ve bilhassa İslâmcılık, Türkiye’de solun oldum olası Kemalizmle iltisaklı olduğuna emindir, onu neredeyse sırf bu bağla sınar ve bu şemanın teyidiyle kendini pek memnun hisseder.
Oysa, her muhalif veya basitçe memnuniyetsiz siyasî muhitteki anti-Kemalistlerin veya basitçe Kemalist-olmayanların, şu zamanda onu açık ve yakın tehlike olarak görmemelerinde şaşacak bir şey yok. Kemalist kimlikli muhalefetle yan yana gelebilmelerinde de şaşacak bir şey yok. Baskı ve tehdit altındakilerin ortak zemin aramasına şaşırmak, sinizmdir.
Bu bahsi, anti-Kemalizmden pişman ve tövbekâr olmak, Kemalizme rücu etmek gibi reaksiyoner hissiyatlardan daha sağlam bir zeminde düşünmek mümkün. İlker Aytürk’ün “post-post-Kemalizm paradigmaya doğru” arayışı, [1] bunun için bir imkândır. Post-post-Kemalizm, daha çok sosyal bilimlerle ilgili bir terimleştirme, siyasî bağlamda buna “anti-anti-Kemalizm” diyebileceğimizi düşünüyorum.[2]
Kastedilen, özetle şu: Sosyal teoride ve siyasette, Kemalizme muhalefet (“anti”) ve onu aşma (“post”) çabası, bize bir şeyler öğretti ve bir şeyler kazandırdı. Darbeciliğin, tepeden inmeciliğin, vesayetçiliğin, elitizmin sorgulanması, aydınlanmanın kaynağındaki eleştirel aklı tıkayan katılaşmaların farkına varmak (laiklik anlayışından pozitivizme), milliyetçi-ulusalcı koşullanmalarla ve tehdit algılarıyla yüzleşme, ilk akla gelenlerdir.
Şimdi, bu kazanımları, bu ‘aklı’ geliştirmek, orada yani post- veya anti-Kemalizmde takılı kalmamayı gerektiriyor. Bir başka deyişle, Kemalizme “Kartaca” (link) muamelesi yapmamayı gerektiriyor.
Bu gereğin bir faslı, Kemalizmin sorgulanmasında tecrübe edilen eleştirel kavramları ve değerleri, bunların Kemalizmle mukayyet ve ona has olduğu zannından çıkarak, ‘bütün satha’ yaymaktır. Bu fasılda post- veya anti-Kemalizme getirilen yaygın eleştiri, Kemalistlere boca edilen ithamlardan, ‘sağın’ esirgenmiş olmasıdır. Bu dengesizliğe düşmüş olanlar elbette var. Böyle bir hakkaniyetsizlikten beri duranları görmezden gelmek ise, başka bir Kartacacılıktır.
İkinci fasıl, doğrudan buna bağlıdır: Kemalizme atfedilen arıza ve cürümlerin ne kadarı, -hepsi mi-, Kemalizmin icadı idi? Ne kadarı, zamanın ruhunun eseri idi? (Kemalizmin kendisinin biricik ve benzersiz olduğuna dair zehabının, Kemalizm eleştirisince de aynen paylaşmasında büyük bir sorun yok mu? Bilhassa uluslararası mukayese babında.) Ne kadarı, umumi ‘siyasî kültürümüzün’ ve şu meşhur ezelî-ebedî ‘devlet geleneğimizin’ maslahatıdır? Şükrü Argın’ın Express’in son sayısında, -Cereyanlar’ı olağanüstü cömert bir alakayla ele alırken [3]-, tartıştığı gibi mesela, Kemalizm, resmî ideolojinin ve devlet aklının muvakkat bir kisvesinden veya muhtelif görünümleri arasında bir görünümünden mi ibaret? (Tabii bu soruları, hep Kemalizmin ‘boş gösteren’ kapasitesiyle birlikte düşünmeyi ihmal etmemeli – ki Kemalizm tamamen de ‘tesadüfileşmesin,’ müphemleşmesin.)
Üçüncü fasıl, bence en önemlisi: Toptancılıktan kaçınmak. Tefrik edebilmek. Sözgelimi Falih Rıfkı’yla Hasan Âli Yücel’i, en azından Necip Fazıl’la Sezai Karakoç’u ayırt edebildiği kadar ayırt edebilmek. Sözgelimi Turan Güneş’le Turhan Feyzioğlu’nu ayırt edebilmek.[4]
Şunu da unutmamalı: anti- ve post-Kemalist eleştiri mesaisinin, Kemalistlerin de değişmesine, farklılaşmasına etkisi olmadı mı? Bilhassa Gezi protestoları ve 7 Haziran 2015 seçim kampanyası deneyimleriyle birlikte ve bu deneyimlerde çökelmiş olan etkisiyle düşünün bunu... Özellikle ulusalcılıkla kaim olan müstebit bir Kemalistlik hâlâ pekâlâ mevcuttur. Buna mukabil, demokratik ve özgürlükçü saikleri önemseyen bir Kemalist söylem de, -mesela CHP’nin kimi genç milletvekillerine baktığınızda-, görece daha güçlü. Bunda, Kemalizmin, baskı ve tehdit altındaki bir topluluk (kimilerine göre, bir “azınlık”) haleti ruhiyesinin lehçesine dönüşmesinin de payı var. Bu değişimler, melezlikler de yaratıyor. Kemalizme ‘doktriner’ bir anlam yüklemeksizin, onun bazı simgelerini kullananlar da var, bu simgeleri bambaşka özlemlerle yan yana getirenler de var.[5]
Burada bir ihtimal, bir kapı, başka dışlananlarla-muhaliflerle-memnuniyetsizlerle etkileşime açık bir perspektifin gelişebilmesidir. Oradan, belki gerçekten yeni bir şey çıkar. Yine mesela 7 Haziran öncesi iklimi hatırlayalım. Diğer ihtimal, kendi “haklı çıkma” hissine kapanıp, aslında basbayağı “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” gayzını tersine çeviren kahır dilidir. Oradan, ancak regresyon ve restorasyon çıkar. Mesela, 7 Haziran tecrübesinin nasıl kolay buharlaşabildiğini, genel olarak Kürt “rezervini” hatırlayalım.
Aslında sadece soru sormuş oluyorum bu kısa yazıda. Üzerine uzun düşünülmesi gereken satır başları bunlar.
Sözün özü lâzımsa: Tefrik edebilmek, haklılık yarıştırmaktan daha hayırlıdır.
[1] “Post-post-Kemalizm: Yeni bir paradigmayı beklerken,” Birikim, sayı 319 (Kasım 2016), s. 34-48.
[2] Bkz. Cereyanlar, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 188 vd.
[3] “Çölde vaha,” Express, sayı 154 (Temmuz-Ağustos 2017), s. 49-61.
[4] Bu tefrik etme gayretini, sekiz yıl önce, Türkân Saylan örneğinde göstermeye çalışmıştım: link
[5] Elçin Aktoprak, bütün muğlaklıklarıyla bu süreç üzerine sesli düşünüyordu: “İzmir marşı ve şimdi ve sonrası,” Birikim, sayı 335 (Mart 2017), s 46-52.