Suriyelileri Niçin Dövmeliyiz?
Polat S. Alpman

Irkçılık ve militarist milliyetçilik Türkiye’de uzun yıllardır devlet politikası olarak yürütüldüğü için ötekine yönelik şiddetin suç olarak görülmediğine ve faillerin genellikle hukuk içerisinde korunduğuna yönelik güçlü bir kanaatin olduğu biliniyor. Türkiye’de ırkçılık denildiğinde akla genellikle biyolojik üstünlük iddiası ve Nazizm gelir. Bu nedenle gündelik hayatın içerisinde sergilenen ırkçılıkların reddine yönelik bir dil geliştirilmiştir. Bununla birlikte ötekine yönelik saldırıların yaygın olduğu Türkiye’de saldırganlar genellikle bir suç işledikleri duygusuna sahip olmadıkları gibi nefret suçlarına yönelik cezasızlık da hayli yaygındır. Siyasetçilerin dilinde ise bu tür saldırılar genellikle “münferit” kabul edilir ve “milli duygular” şeklindeki ezberlerle açıklanır. Oysa gündelik hayatın her alanına bulaşmış olan bu ırkçı-milliyetçi saldırganlığın, Türkiye toplumunu ele geçirmiş olan kötülüğün sıradanlaştırılmasıyla yakından ilgili olduğunu öne sürmek zor değil.

Örneğin Adalet Yürüyüşü’ne yönelik heyecanlı saldırı girişimlerinde bunun izlerini görmek mümkün. Küfür ya da hakaret etmek, tükürmek, el işaretleri ve benzeri jest ve mimiklerle, yürümekte olan kalabalık üzerinde cisimleşen itiraza, iktidar adına tepki gösterirken yaşanan milli heyecanlar, Türkiye’deki millilik anlayışının toplumsal bütünlük için ne kadar tehlikeli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Adalet talebiyle yürüyen kalabalığın arasına bir milli heyecan ve refleksle karışarak önüne gelene zarar vermeyi, mümkünse yok etmeyi arzulayan bir millilik. Fantezi ile parodi arasında gidip gelen bu performansı, “tutmayın küçük enişteyi” edasıyla küçümsemek yerine biraz ciddiye almak gerek. Çünkü burada, işlediği suç karşılığında cezasız kalacağını ve hatta takdir edileceğini bilen ve kendini ispatlama, ne kadar yerli ve milli olduğunu efendi bellediklerine gösterme gayretinde olan bir kötücüllük var.

Milli nefret, bir vatanperverlik ya da özde yurttaşlık alameti olduğu için yürüyüşe katılanları taciz etmek ya da onlara saldırmak aynı zamanda milliliğin ve yerliliğin sıradan hallerinden biri olarak cisimleşiyor. Herhalde bunu sıklıkla tecrübe edenlerin başında Kürtler gelir. Milli hassasiyetleri yüksek vatandaşların yerli ve milli duyguların etkisiyle sıradan Kürtlere, onların işyerlerine, evlerine yönelik kitlesel saldırılarda bulunması sık karşılaşılan vakalar arasında sayılabilir. Ne yazık ki, bu saldırgan kalabalıklara ve onların ancak şiddet göstererek yatışan hassasiyetlerine genellikle sempatiyle bakan, kendini çeşitli düzeylerde bu ruh haline yakın hisseden bir siyaset ve bürokrasi var. Bu “milli linç” histerisinin arkasında bulunan milli hassasiyetlerin Ermenilere, Rumlara, Alevilere, heteroseksüel olmayanlara ve hatta bazı Türklere ve burada adı anılmayan nice kesimlere, kimliklere dokunan ve sayılamayacak trajedilerle dolu tarihi, Türkiye’de egemen, mütehakkim kimliğin tarihsel gelişiminin hikayesidir. Özetle; kendisinden zayıf gördüğüne saldırmak, onun varoluş biçimini ve hafızasını ortadan kaldırmaya çalışmak, onu/onları sürekli bir tehdit unsuru olarak anmak, onları terbiye etmeye, tahakküm altına almaya çalışmak ve daimi bir günah keçisi olarak hep yedekte tutmak Türkiye’de egemen kimliğin kendini inşa etme süreci içerisinde şekillenen sosyo-politik pratiklerin içerisindedir.

Suriyeliler bu durumun güncel örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Yurtlarından edilen ve Türkiye’ye sığınan bu kişilere yönelik fiili saldırılar, özellikle son dönemlerde, gündelik havadislerin bir parçası haline geldi. (Her ne kadar sosyal medyada dolaşan havadislerde “Suriyeli” ifadesi kullanıyor olsa da saldırıya uğrayan kişiler Iraklı, Afganlı, Yemenli, Bangladeşli ya da başka memleketten gelen sığınmacılar da olabiliyor, buna rağmen Suriyeliler ifadesi, sanki bir tür kısaltma olarak kullanılıyor.)

***

Suriyelilere yönelik ırkçı, ayrımcı saldırıların arkasında da benzer bir motivasyon işliyor. Sosyal medyada açılan #SuriyelilerEvineDönsün etiketine gösterilen yoğun ilgi ve etiketle ilgili yapılan yorumlar Türkiye’deki ırkçılığın geldiği aşamayı göstermesi bakımından oldukça endişe vericidir. Yine benzer biçimde, savaştan ve savaşın neden olduğu koşullardan kaçarak Türkiye’deki hükümetlerin desteği ve izni ile buraya sığınan kişileri, özellikle genç Suriyeli erkekleri, yeniden savaş alanlarına sürmeye çalışan ve onları korkaklıkla, “erkek olmamakla”, vatan hainliği ve asalaklıkla suçlayan bir retoriğin olduğu biliniyor. Bu mütehakkim retoriğin milliyetçi-muhafazakar militarizmle harmanlanmasına ek olarak; Suriyelilerin bir biçimde dahil olduğu iddia edilen taciz ya da sarkıntılık olayları var.

Bu iddiaları objektif olarak aktaracak sahih kaynaklara sahip olunmadığı için ne düzeyde gerçeği yansıttığı bilinemiyor. Ancak hadiseler tevatürlerdeki gibi bile olsa, meselenin Suriyeli olmakla ilgiliymiş gibi anlatılması, yani tacizci özne olarak Suriyeli erkek tipinin yaratılması ve taciz olaylarının sebebinin egemen erkeklik rejiminde değil, Suriyeli olmakta aranması sığınmacılara yönelik her türden hukuk dışı şiddeti kabul edilebilir hale getiriyor. Böylece sıradan bir Suriyeli şiddete maruz kalabilir, üzerinde her türlü baskı ve zor kullanılabilir, linç edilebilir hale gelmiş oluyor. Sığınmacılar üzerindeki bu zorbalık katlanılması zor, ezici bir yük ki; AİDS hastalığının artmasından dolayı bile onlar sorumlu tutulabiliyor.

Bu akıl tutulması bile değil, alenen bayağılık!

Suriyelilerle birlikte yeni bir suçlu alt-kültürün ortaya çıktığını, toplumdaki suç oranlarının Suriyeliler nedeniyle yükseldiğini öne sürmek de benzer bir çarpıklığın sonucu. Yaşanan kötülükler hakkında seçici davranmak ve kendinden kabul ettiklerine karşı hukuku devreye sokmaya çalışırken kendisinden kabul etmediklerini hukuk dışı yollarla cezalandırmaya çalışmak milli nefretin, ırkçılığın tipik örneklerinden biridir. Suriyeli birinin dahil olduğu bir suça, kötülüğe tepki göstermek için mahalledeki Suriyelilerin evlerini ateşe vermeye çalışmak kelimenin tam anlamıyla ırkçılıktır, nefret suçudur ve yaptırım gerektirir. Sanki taciz, tecavüz, hırsızlık, gasp ve benzeri suçlar Suriyeli olmakla ilgiliymiş, sadece Suriyeliler bu suçları işlemekteymiş, sanki Suriyelilerden önce Türkiye bir cennetmiş gibi davranmak yerine Suriyelileri şeytanlaştıran bakış açısıyla hesaplaşmak gerekir.

Konunun bir de işsizliğin giderek yoğunlaşması ve artan konut kiraları gibi ekonomi ile ilgili boyutu var. Türkiye’de işsizlik Suriyelilerle başlamadığı gibi onların yok olmasıyla da ortadan kalkmayacak. Türkiye’de işsizliğin yapısal bir sorun olageldiği ve doğrudan ekonomi politikalarıyla ilgili olduğu düşünüldüğünde işsizlik ya da ekonomik sorunlarla ilgili sorumluluğu Suriyeli sığınmacılara atmanın pespaye bir kolaycılık olduğu ortadadır. Kaldı ki, böyle bile olsa, ekonomik sıkıntıların nedeni Suriyelilerin Türkiye’ye sığınması bile olsa, bunun hesabını Suriyelilere sormak, faturayı onlara kesmek açık bir ayrımcılık ve yabancı düşmanlığından başka bir şey olarak yorumlanamaz. Elbette üç milyondan fazla Suriyelinin hangi politikaların sonucunda Türkiye’ye geldiği ve devletin, AKP hükümetlerinin bu konudaki hataları üzerine yıllarca konuşulabilir, ancak bunların hiçbiri Suriyelilerin şu an içerisinde bulundukları koşulları değiştirmez.

***

Suriyelilerin önemli bir kısmı, bir tür anomi, ağır bir sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal kriz içerisindedir. Yaşadıkları bu anomik durum, Türkiye gibi anominin her alanda egemen olduğu bir ülkede kısa ve orta vadede, gerçek anlamda halledilmesi mümkün değil. Zaten birçok açıdan parçalanmış bir toplumda, Suriyelilerin yaşamakta oldukları sıkıntıların haddi hesabı yok. Ortalıkta dolaşan yalan-yanlış bilgilerle “Türkiye’de Suriyeli olmak vardı” gibi ironilerin, onların yaşamakta oldukları, bizzat deneyimledikleri Türkiye gerçeği ile ilgili uzaktan-yakından bir ilişkisi yok. Bu insanların Türkiye’de başlarına gelenlerle ilgili haberler “kızlara laf atan Suriyeli gençler” kadar hızlı ve etkili yayılmadığı ve birçok kişi bu gerçekliği görmek istemediği için yaşadıkları olumsuzlukların bedelini onlara ödettirmeye çalışıyor. Henüz Suriyeliler kendi dertlerini dile getirebilecekleri etkin bir enformasyon ağına sahip değiller. Bu nedenle Türkiye’de başlarına gelen fenalıkları anlatamadıkları gibi her biri, kendi başına gelenlerin yükünü ve sorumluluğunu yine kendisi taşımak zorunda kalıyor. Oysa biraz özenli bir gözle bakıldığında Türkiye’de Suriyeli bir sığınmacı olarak yaşamanın ne anlama geldiği çıplak gözle de görülebilir. Eğer Türkiye kamuoyunda taciz konusunda sahici bir duyarlılık varsa Suriyeli çocuklara, genç kızlara ve kadınlara yönelik taciz ve tecavüz olaylarında da reaksiyon beklemek gerekmez mi?

Hoşumuza gitsin gitmesin; yüz binlercesi Türkiye’de doğan Suriyeliler hiçbir yere gitmeyecek, buradalar. Burada kendine bir hayat kurmaya çalışan ve harabeye dönmüş ülkesinde bir geleceği kalmayan milyonlarca Suriyeli de bir yere gitmeyecek, onlar da buradalar. Hatırlamakta fayda var, Türkiye sadece Türklerin ve Sünnilerin değil, Türkiye’de yaşayan herkesin, Kürtlerin, Arapların ve diğerlerinin de ülkesi. Bu yüzden Türkiye diye bir memleket olacaksa demokrasiden başka bir şansı yok. Yine bu yüzden adaletin olmadığı bir Türkiye hiçbir kesime cennet olmaz, hiç kimseye hayır, bereket getirmez. Bunun için herkesin birbiriyle yaşamayı öğrenmesi ve devletin bir üst yapı kurumu olarak kimliklerden bir kimliğin değil, toplumun siyasal organizasyonu olduğunu hatırlaması gerek.

Çünkü yine hatırlamakta fayda var; Türkiye, bir arada yaşamak zorunda olanların ülkesi ve kimsenin bir yere gideceği yok.