Nicos Poulantzas, 1970’de yayımlanan Faşizm ve Diktatörlük’ün sonunda, olağanüstü hal devleti ve faşizm üzerine yaptığı çalışmaya faşizmin güncelliği nedeniyle giriştiğini belirtir. Her zaman yeniden doğması mümkün olan faşizmin ve onu ortaya çıkaran faşistleşme sürecinin, muhakkak geçmişteki biçimler içinde var olmasını beklememek gerektiğini ilave eder. Tarihin hiçbir zaman aynı şekilde tekerrür etmediğini hatırlatıp, aynı istisnai rejim biçimi ve benzer siyasal krizlerin, içinden çıktıkları tarihsel dönemlerin özelliklerine göre farklılıklar göstereceğinin altını çizer. Buna, yalnız tarihsel dönemin özelliklerinin değil, faşist hareketlerin içinden çıktıkları toplumsal formasyonun da tarihsel-toplumsal özelliklerinin damgasını vurması kaçınılmazdır.
Poulantzas’ın dikkatimizi bundan neredeyse yarım yüzyıl önce çektiği bu olguyu, Umberto Eco’nun hangi eserinde okuduğumu veya hangi konuşmasında dinlediğimi hatırlamadığım şu cümlesi destekliyor: “Yirmi birinci yüzyıl insanının yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır.”
Evet, otoriter, otokratik, popülist, radikal milliyetçi, aşırı derecede baskıcı, şiddet kullanmaya eğilimli siyasal güçlerin, giderek daha fazla ülkede iktidara geldiği, iktidarda kaldığı günümüz dünyasında, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde, faşizmi Nazi üniforması, Kara Gömlekliler veya Falanjist milisler suretinde aramak, bu simgeler ve ona tekabül eden söylem ve eylemlerin aynısı karşımızda olmadıkça, faşizm nitelemesini zinhar kullanmamak, kavramsal püritenlik olarak değerlendirilebilir.
Ne var ki bunun tam tersi tavır da sorunludur. Faşisti, kavramın içini boşaltarak, bir karşı tezahürat nesnesine, toplu küfür etmeye yarayan bir genelgeçer sıfata dönüştürmek de mümkündür. Bunun en canlı örneği, Tayyip Erdoğan’ın, Almanya ve Hollanda hükümetleriyle giriştiği ağız dalaşında, en sonunda, “Siz ‘Tayyip Erdoğan diktatör’ dediğiniz sürece, Tayyip Erdoğan sizlere ‘faşist’ de diyecek, ‘Nazi’ de diyecek”, diye bağırmasıdır (24.3.2017). Günümüzde faşizm kavramının demeyeceğim, kelimesinin “mutlak kötü”yü ifade eder biçimde kullanılması, öfkeyi haykırma aracına dönüşmesi, bu kavrama dayanarak somut durumun somut siyasal analizini yapma kapasitesini büyük ölçüde zayıflatıyor.
Türkiye’de bugün yürürlükte olan rejim, bazılarının konuşma ve yazılarında işaret ettiği gibi, faşizm midir? Ya da rejim tam faşizm olmasa da, bir faşistleşme süreci mi devam etmektedir? Bunların yanıtları etraflı çözümlemeler gerektiriyor. Birikim’in Ekim 2016’da yayımlanan 330. sayısında, Hamit Bozarslan’la yapılan söyleşide, bugün Türkiye’de yürürlükte olan rejim ve benzerlerinin faşizm olarak nitelenip nitelenemeyeceği konusu etraflı biçimde ele alınmıştı (link).
Bu sorulara kesin biçimde hayır yanıtı vermek elbette mümkün değil. Buna karşılık, gözü kapalı evet faşizmdir demek de, Türkiye toplumunun haldeki durumunu, siyasal güç dengelerini, toplumsal sınıf yapılarını, toplumsal tahayyülü bulanıklaştıran büyük çalkantıları dikkate almamak, bütün bunları bir stadyum sloganı kıvamında düzleştirip, anlamsızlaştırmaktan pek öteye gitmiyor. Belki içimizi boşaltıp, rahatlama hissi elde ediyoruz ama aynı zamanda bu bir siyasetsizleşme aracı haline de gelebiliyor.
Daha önemlisi, eğer bugün rejim, iktidar, devlet faşistse, bu rejime, iktidara veya devlete karşı nasıl mücadele edilebilir, bu mücadelenin araçları nelerdir sorusunu da yanıtsız bırakıyor. Dolayısıyla faşizm kavramını ve faşist nitelemesinin ne anlama geldiğini ince eleyip, sık dokuyarak tespit etmeye çalışmak, malumatfuruşluk ya da akademik ukalalık değil, özgürlükçü ve barışçı ilkeleri terk etmeden, “ne yapmalı ve ne yapabiliriz?” sorularına somut siyasal yanıtlar verme çabasının bir ön adamı olarak değerlendirilmelidir.
Adlandırma, anlamsız bir eylem değildir. Adlandırma anlamanın vazgeçilmez bir parçasıdır. Yirminci yüzyılda faşist rejimler kendilerini özgüllükleri içinde adlandırmaya genellikle özen gösterdiler. Faşizm, bunun en anlamlı örneğidir. Antik Roma’da otorite simgesi olan demet, silah çatısı gibi anlamları olan fascio simgesini benimseyen, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’nın hak ettiği payı almadığı inancıyla hareket eden bir eski asker grubunun adıdır. Sonra Mussolini’nin 1919’da kurduğu hareketin adı (Fasci Italiani di combattimento) ve simgesi oldu. Nazi veya Natzi, nasyonal-sosyalist parti üyeliğini (Nationalsozialist) belirten bir kısaltmadır. Daha sonra bu partinin siyasal faaliyetlerini tanımlayan bir sıfat oldu. İtalya ve Almanya gibi faşizmin prototipi konumunda olmayan Franco rejimi de, kendisine özgü bir adlandırmaya sahiptir. Falanjist, 1922-1930 arasında iktidarda olan diktatör Miguel Prima de Rivera’nın oğlunun 1933’de kurduğu Falange Espanola adlı milliyetçi örgütün üyelerinin sıfatıdır. Falanx, antik Yunan’da bir savaş düzenidir.
İtalyan faşizminin ideologu Giovanni Gentile, 1932’de faşizmi şöyle tanımlıyordu: “Faşist için her şey Devlet’tedir. Devlet olmadan, insani veya manevi hiçbir şey var olamaz, ne de bunların bir değeri olur. Bu anlamda faşizm totaliterdir.” Gentile, totaliter kavramını ilk kullananlardan biridir. Faşizm totaliterdir çünkü toplumu mutlak ve eksiksiz, total bir denetim altına almayı hedeflemektedir. Bu bağlamda, yirminci yüzyıl faşizmleri devrimci projelerden yakından esinlenmiştir. Bu faşizmlerin en önemli ortak yönleri, bireyci ve eşitlikçi niteliklerini eleştirdikleri liberal demokrasiye karşı ve aynı zamanda komünist/bolşevik devrim tehdidine karşı, reaksiyoner bir damardan beslenmeleridir.
Seçimleri, eğer seçimle iktidara gelirlerse ki bu genellikle istisnadır, sadece iktidara gelmeye yarayan bir araç olarak görürler ve bunu açıkça savunurlar. Diğer yandan faşist hareketler önce paramiliter örgütlere, milislere dayanarak iktidara gelir. İktidara gelmeden önce, bu paramiliter güçler aracılığıyla büyük bir bastırma, sindirme, yıldırma politikası güder ve iktidara gelince hemen bir iç savaş sistemi içinde örgütlenir. Toplumdan sadece itaat değil, iktidarın desteklenmesi konusunda kitlesel bir mobilizasyon, total devlete aktif bir katılım talep ederler (bu konuda bkz. Bozarslan’la söyleşi).
Poulantzas, faşizmi, kapitalist toplumda, sınıf savaşı içinde toplumsal ilişkilerin gelişmesinin ortaya çıkardığı özgül bir siyasal krizden kaynaklanan istisnai hal olarak tanımlıyordu. Faşist devlet, istisnai hal veya olağanüstü hal devletinin özel bir biçimidir. Bu biçim, özel nitelikte bir kitle partisinin devlet kurumları içinde hâkim olması demektir. Bu kitle partisi, başlangıçta devletdışı bir partidir. İktidara gelince devlet-parti bütünleşmesi az veya çok gerçekleşir. Ama devlet yapısı içinde esas hâkim güç, siyasal polis teşkilatıdır. Devlet içi hiyerarşi, siyasal polis en yukarıda olmak üzere, onun altında faşistleşmiş sivil kamu kurumları ve üçüncü seviyede ordudan oluşur. Faşist devlet bu anlamda, bütün devlet yapılanmasını değiştirir.
Poulantzas’ın faşizm tanımı ve analizi, dönemin yapısalcılığının izini güçlü biçimde taşısa ve faşizmlere içkin olan ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, antisemitizmi pek dikkate almasa da, Üçüncü Enternasyonal’den miras kalan faşizm tanımından çok daha fazla somut tarihsel süreçleri dikkate almaya çalışır. Dimitrov’a atfedilen Üçüncü Enternasyonal’in faşizm tanımı, “finans kapitalin en emperyalist, en şoven, en reaksiyoner unsurlarının terörist açık diktatörlüğü” idi. Bu çerçevede faşizm, nihai iktisadi kriz beklentisi içinde, çökmekte olan kapitalizmin son çırpınışı olarak ele alınıyordu.
Marx’ın bonapartizm ve Gramsci’nin sezarizm çözümlemelerini birleştiren ve geliştiren Poulantzas, faşizmin bonapartizme veya iki dünya savaşı arasında bol rastlanan askeri ya da sivil diktatörlüklere indirgenmesine karşı çıkıyordu. Faşizmin ayırıcı niteliklerinden biri, tek parti rejimi olması ve bu tek partinin sürekli kıldığı bir kitle mobilizasyonuna dayanması, ondan güç almasıdır. Diğer taraftan, faşist liderlerde ortak özellikler bulmak da mümkündür. Örneğin kendini fikir insanı değil, eylem insanı olarak tanımlamak; erkek egemen temaları aşırı biçimde kullanmak; her türlü eleştiriye karşı aşırı tahammülsüz olmak; şoven ve yabancı düşmanı temaları sürekli işlemek; kendini dünyayı ele geçirmiş büyük ve gizemli güçlere karşı “temiz ve korunaksız halkın”, “mazlum milletin” savunucusu olarak sunmak vb... Elbette Mussolini ile Hitler arasında, faşist lider profili olarak önemli farklar vardır ve zaten faşizm, bir siyasal liderin psikolojik özelliklerine, karakter yapısına indirgenemez. Ama faşizmde liderin kitleyi etkileme kapasitesi son derece önemli olduğu için, liderin karakter yapısı, psişik özellikleri faşizmin yerel renklerini belirler.
Bu kesintisiz olağanüstü hal devletlerini faşizm kavramı içinde birlikte ele almayı mümkün kılan esas etmen nedir? Totalitarizm kavramına başvurmadan, sağcı, reaksiyoner, aşırı muhafazakâr rejimler, partiler, hareketlerle faşizmleri ayırt edemeyiz. Poulantzas’ın faşizm analizinde de bu eksiklik kendini hissettirir. Sovyetler Birliği’ni de totalitarizm çerçevesinde ele almak ve Stalinizmi tanımlamak zorunda kalmaktan kaçınmak için, Poulantzas totalitarizm kavramına başvurmaz. Hâlbuki totalitarizm faşizmi anlamak için anahtar kavramdır. Mussolini sadece otoriter bir devlet kurmak, diktatör olmak arzusuyla yola çıkmamıştır. Zihinleri faşistleştirmek, yeni bir insan yaratmak, bu insanı varoluşla ilgili total ve nevzuhur bir kavrayışla donatmak arzusuyla harekete geçmiştir. Farklı biçimler altında Hitler’in mutlak egemenlik tahayyülünü besleyen ana dürtülerden biri, belki en önde geleni budur. Bu, Sovyetler Birliği’nde komünist parti diktatörlüğünün de az veya çok paylaştığı bir ülküdür. Bu açıdan Franco rejiminde totaliter nitelik ön planda değildir. Daha çok reaksiyoner muhafazakârlık öne çıkar.
***
Bugün faşist hareket kavramını Macaristan’da JOBBICK, Yunanistan’da Altın Şafak, Bulgaristan’da ATAKA için kullanmak bir şeydir, Victor Orban’ın “illiberal demokrasi” olarak tanımladığı rejimini, Putinizmi veya Erdoğanizmi faşist olarak nitelemek başka bir şeydir. Putinizm faşizm değildir. Faşist tınılar gösterir, faşist eğilimler içerir ama bunlar ne rejimin ne de iktidarın merkezî ve baskın nitelikleri değildir. Aynı şey Türkiye için geçerlidir. AKP faşist bir parti midir? Rant dağıtıcı, milliyetçi ve içindeki İslâmcı nüve giderek ağır basan bir kitle partisini tanımlayabilecek yegâne kavram, faşist parti midir? Reaksiyoner sağ partilerin hepsi faşist midirler? AKP’den çok, bir kişinin etrafında kümelenmiş bir güç yoğunlaşması durumunu yansıtan bugünkü devlet yapılanmasını niteleyecek başat kavram, faşist midir? “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” gibi bir ucube tanım getirmek zorunda kalan Erdoğanizm, “total devlet” savunucusu mudur yoksa esas derdi iktidarda kalabilmek için total denetim midir? Güçler ayrılığının yürürlükten kalkması, polis devleti olma niteliğinin ağır basması, yüzyıldır devam eden kültür savaşında reaksiyoner karşı atağı yöneten bir iktidar gücünün hâkim olması, rejimi faşist olarak nitelemeye ne kadar izin verir?
Türkiye’de AKP iktidarının devraldığı, Tayyip Erdoğan’ın iktidarda dönüştürüp güçlendirdiği otoriter yönetim geleneği ve otoriter devlet yapısı, iniş çıkışlar içinde bütün Cumhuriyet tarihi boyunca süreklilik gösterir. Buna, derin ve sürekli gizli devlet oluşumu ilave olur. Bu oluşumda da faşizan nitelikler vardır ve bunu topluma salgılar. Örneğin Kürt sorununu devletin bir varlık yokluk sorunu olarak telakki eden zihniyet, ne çıkışı itibarıyla AKP kaynaklıdır ne de AKP iktidarına özgüdür. Bu varlık-yokluk sorunsalı içinde Kürt meselesini telakki etmek bugün giderek hızlanan ve yoğunlaşan otoriterleşmenin güçlü taşıyıcılarından biridir.
Bir de süreç sorunu var. AKP on beş yıldır iktidarda. Bu süre zarfında yerel ve genel birçok seçim yapıldı ve en azından 2015 Haziran’ına kadar bu seçimlerin iktidara sağladığı asgari demokratik meşruiyeti inkâr etmek mümkün değil. Dolayısıyla faşist nitelemesini benimseyince, on beş yıldır iktidarda olup, hâlâ toplumun takriben yarısının açıkça karşı çıktığı, oy oranı yüzde elliyi geçmeyen bir “faşist iktidar”la, tek parti diktatörlüğünün ve totaliter bir ideolojinin hüküm sürdüğü rejimleri nasıl ayırt edeceğiz?
Bir rejim çok baskıcı, çok kanlı olabilir. Hapishaneleri dolup taşabilir. Gazeteciler, siyasetçiler siyasal nedenlerle tutuklanıyor olabilirler. Bütün güç ve yetki bir kişinin elinde toplanmış olabilir. Bütün bunlar yürürlükte olanın faşizm olduğu anlamına gelmez. Eğer ifade edilmek istenen rejimin aşırı baskıcı olması, tek adamlığı, bütün kaynakların tek elde toplanması, güçler ayrılığının olmaması ve bir dinî değer ve pratikleri topluma dayatma projesinin hayata geçirilmeye çalışılması ise, sivil diktatörlük, seçimli otokrasi, reaksiyoner otoriter tahakküm, milliyetçi radikal popülizm kavramları faşizmden çok daha anlamlı ve operasyonel kapasiteleri daha geniştir.
Buna karşılık, 2010’larda şekillenmeye başlayan Erdoğanizm’in, 2015 Haziran seçimleri sonrasında, demokratik seçim meşruiyetinin açık biçimde zayıfladığını da dikkate almak gerekiyor. Uzun süren ve giderek şahsileşen bir iktidar döneminin, lider ve etrafında kenetlenen zümre açısından iktidarda kalmayı olmazsa olmaz bir şart haline getirmesinin dünyada birçok örneği var. Ama iktidardaki güç için iktidarda kalmanın varlık yokluk meselesi haline gelmesi, faşizmin ayırt edici bir niteliği değildir. Günümüz dünyası, on yıllar süren bu tür diktatörlük örnekleriyle doludur. Bazı açılardan faşistleşme sürecine benzeyen bir politikayı iktidarın yürütmeye çalışması, rejimi ve devleti faşist olarak nitelemek için yeterli değildir.
Tarihsel karşılaştırmalar benzeşmeleri göstermek açısından anlamlıdır ama bu türdeşlik yaratma çabasına dönüşünce analitik niteliklerini yitirmeye başlar. Sorunu daha kestirme biçimde şöyle de ifade edebiliriz: Bugün Türkiye’de faşist bir rejim vardır demenin son derece önemli siyasal sonuçları vardır. Çünkü faşist rejimlere, faşist iktidara veya devlete karşı, ancak ona uygun yöntem ve araçlarla mücadele edilebilir. Liderin vefat etmesi veya ülkenin kendisinin başlattığı savaşta büyük bir yenilgi alması dışında, yirminci yüzyıl faşist rejimlerinden çıkış yolu bulunamadı. Seçim yoluyla iktidarı kaybetmiş bir faşist rejim örneği yok. O zaman seçimli faşizm gibi, kendi içinde çelişkili bir kavram kullanmamız mı gerekecek?
Seçimlerin iktidarı değiştirmek için artık anlamsız bir işlem olduğunu iddia etmek, buna inanmak, ya rejime teslimiyete yol açar ya da demokratik ilke ve yöntemleri terk eden örgütlenmelere başvurmayı kışkırtır. İç savaşa dönüşmesi büyük bir olasılık olan böyle bir gelişme, Türkiye’de gerçek faşizmi o zaman getirebilir.
İktidarın niteliğini tanımlamak, onunla mücadelenin araç ve yöntemlerini de belirleyeceği için, iktidara karşı duyulan tepki ve öfkeyi en radikal biçimde ifade etme işleviyle sınırlı kalarak kullanılması sakıncalıdır.