Burnumun direğini sızlatan şu şey özlem değil. İnsan başka bir insanı, başka bir şeyi, bir zamanı özler. Kendisinden başka. Özlemden içim çıksa bile, özlediğim şeysiz de ben, benim. “Çok özlemek ve sevmediğini bilmek”teki gibi. Sevse ne güzel olurdu ama sevmiyor, ne yapalım, çekeriz acısını.
Hasretini çektiğim, beni eksik bırakır. O yoksa, ben ben olarak devam edemem. Hep eksiğim. Hasret böyle bir şeymiş, “hasarlı olmak”. Yani kelimenin kökü oymuş: Hasar. Ne zaman tam olmaktan çıkıp hasarlı hale geliyoruz da hasret çekmeye başlıyoruz? Ta en baştan mı? O güvenli, sıcak, koruyucu rahimden çıktığımızdan itibaren mi? Belki de. Bilinçdışıyla, ayrılık travmasıyla, arzuyla, rüyalarla uğraşıp duranların bir bildiği vardır muhakkak.
Onlar ama, hasretten değil de “arzunun o karanlık nesnesi”nden söz etme eğilimindeler. Hep karanlıkta kalmaya mahkûm, çünkü her defasında o ilk kayba bağlanıyor. Bu yüzden arzu nesneleri hiçbir zaman kendileri olarak arzulanmıyor, hep bir boşluğu doldurmaları umuduyla, eksikliği gidersinler diye. Ne olduğu bilinmeyen eksikliği.
Nedenini bilmediğimiz boşluğu dolduracak nesnenin ne olduğunu da bilmiyoruz. Onun için değil mi zaten bir sürü ıvır zıvırı arzu nesnesi haline getirmemiz mümkün oluyor? Kapitalizmin devasa bir arzu makinesi olduğunu söylerken böyle bir şeye işaret etmemişler miydi?
Arzu, kelime anlamıyla “yıldızlardan beklenen” demekmiş. De sidere. Yıldızların dilinden anladığını söyleyenler oldum olası var olsalar da yıldızlardan ne geleceğini pek kestiremeyiz. Freud’dan çok önce de biliyorlarmış arzunun nesnesinin karanlık olduğunu belki de!
Hasretini çektiğim şeyin ne olduğunu ise bilirim genellikle. Bazen tam anlamasam da, sezerim. Pek karanlık değildir onun nesnesi. Eskiden buradayken şimdi olmayandır. Bazen de hiç olmamıştır da olsun istediğimdir. Kendimi tamamlamak istediğim. Onunla.
“İnsan kendini yaratır. Yaratmak fiilinin en keskin, en dolaysız, en muhteşem, en ıstıraplı anlamıyla yaratır kendini” (link). Bu yaratma işine hasreti de dahil eder - eksikliğini çektiği, eksikliğini çektiğini bildiği, tamamlamak istediği şeyi arayışını. Bu arayış, “o olmadı ama şu var”larla kesintiye uğratılabilecek, manipüle edilecek gibi değildir. İradeyi içerir, bir kararı. Kendinin tam haline, dünyanın tam haline ilişkin bir tasavvuru. Ütopyayı. Ulus Baker, rüyayı bir yaratım ve özgürleşme süreci olarak da görebileceğimizi söylemişti (link) “Rüyalar ‘üretilmeli’ ve toplumsal, siyasal dünyanın düzeneklerinin içine dahil edilmelidirler. Hangi rüyada ya da ütopyada ‘çocukluk sanrılarının tekrarlanması’ndan çok daha ötelerde ve çok daha fazla sayıda ‘toplumsal’ dava ve yatırım yoktur ki?”
İnsan hasret çeker, o yüzden rüyalar “üretir”, ütopyalar kurar. Bu bakımdan, hasret hamurundan yapılmış olduğumuzu söyleyebiliriz belki de. Bir zamanlar olmuş olana değil de olabilecek olana duyduğum hasret beni harekete geçirir- bu bakımdan, nostaljik bir tarafı yoktur hasretin benim için. Hasarı olmuş olanda değil, olabilecekte görürüm. Yara telafi edilemez, ancak iyileştirilebilir çünkü.