Berlin Duvarı 1988’de yıkıldı. Önümüzdeki yıl otuzuncu yıldönümü olacak. Az zaman değil, hele insan ömrü içinde. Bu süre içinde “sol” adına kaydadeğer bir kazanım, bir gelişme olmadı. “Önemli” denebilecek –olumlu ya da olumsuz– bir gelişme görülmedi. Komünist partiler hemen hemen hepsi silindi: Sosyal-demokrat partiler silinmedi ama büyük güç kaybına uğradı.
Duvarın yıkılmasının üstünden çok fazla zaman geçmeden Fukuyama bu olayın “tarihin sonu” olduğunu ilân eden bir yazı yayımlamıştı. Buna şapka çıkaranlar olduğu gibi kızanlar da oldu. Ben kızanlar arasındaydım. Ben mutlu ya da mutsuz “son”a inanmadığım için kızdım. Fukuyama, 20. yüzyılı belirleyen büyük çekişmeyi kapitalizmin ve Batılı liberal demokrasinin kazandığına ve bu çekişmenin bundan böyle sona erdiğine inanıyordu. Ama görünürde kazanan sosyalizm olsa ve Fukuyama’nın solcu muadili aynı şekilde tarihin son bulduğunu söylese aynı nedenle gene kızardım. Bir gün, bir tarihte “insanın sonu” gibi bir an gelebilir. Ama insanlar varolmaya devam ettikçe, tarih de devam edecektir. Gene değişe değişe.
Ama dünyanın görünüşü de Fukuyama’dan yana olmakta devam ediyor.
Bunun ilelebet böyle devam edeceğini sanmıyorum. Fukuyama’nın haklı olmasına da ihtimal vermiyorum. Ama, bir maddeci olarak, olan her şeyin bir nedensellik zincirinin işlemesi sonucu öyle olduğuna inandığım için, solun bugünkü durumunun da birtakım somut etkenlerin işlemesine bağlı olarak ortaya çıktığı kanısındayım. Bu etkenler solu bugün düştüğü duruma getirdiğine göre, solun yeniden toparlanması, o etkenlerde birtakım –muhtemelen önemli– değişiklikler yapılmasını gerektirecektir. Bu da, öncelikle zihnimizdeki tanımlarda, düşünce tarzımızda bir şeylerin değişmesini gerektirecektir. Bunların yapılması şüphesiz zordur; ama bir şey yapmamakla varılacak bir yer olmadığı da açıktır. Düşünmeyi ve değişimi ertelemek, krizi ve bu taşlaşmayı ağırlaştırmaktan başka bir sonuç veremez.
Sosyalizmin iki ana kolunun tarihinde Komünizm Marx’ın tanımladığı sosyalizm kavramlarına daha fazla bağlı kalmıştır. Marx Manifesto’yu 1848’de, Kapital’i ise 1867’de yayımladı. Yani epey bir zaman önce!
Bu uzun zamanlar, ele alınan nesnelerin değişmesini anlatıyor bir yandan; ama bir yandan da, yüz küsur yıl öncenin bilgileriyle kurulmuş bir teorinin yalnız bugünü değil, yazıldığı günü anlamakta ne kadar geçerli olacağını sorgulamaya davet ediyor.
Türkiye’nin gündemi insanın yakasını bırakmaz. Dananın kuyruğunun kopacağı yıl gibi görünen 2019 yaklaştıkça, güncel düzeyde kimbilir neler olacak! Ama bunların izin verdiği ölçüde, Birikim Haftalık’ta, sosyalizmin genel sorunları üstüne yazmak ve bu birikmiş soruları tartışmak istiyorum. Siyaset alanının epeydir boş kalmış sol tarafı – bir kere niçin ve nasıl “boş kaldı” – yeniden nasıl doldurulur; yani, tarihin bu aşamasında “sol” teriminden ne anlıyoruz? Ne anlamalıyız?