Millî Güvenlik Kurulu toplantısının, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumu öncesine çekildiğini duyururken, Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Artık bizim bu konudaki hassasiyetimizin ne denli ileride olduğunu çok açık ve net görülecektir,” demişti. İçinde “Kürt” geçen konular, hep hassastır. Hem Türkiye’de politikanın koordinatları, hep hassasiyet kutuplarına göre çizilmiyor mu?
***
Hassasiyet, Arapça ḥss kökünden, “duyu” anlamında “hassas” kelimesinden geliyor. Yeni Türkçesi, “duyarlı,” zaten. Hassas kelimesi Kur’an Müfredat’ında, “duyu organları ile algılanabilen kuvvetlerin kendisi ile algılandığı kuvvet” diye açıklanmış. Osmanlıca sözlüklerde “hassas” şöyle karşılanıyor: Çok duyarlı; duygulu, içli; alıngan, çok ve çabuk hisseden; hissi galib olan kimse.
Batı dillerindeki kökü: sēnsibilis; o da algılama-hissetme melekesi olan, anlamına çıkıyor. Zamanla, umumi “duyarlılık”tan öte, “aşırı duyarlı, kırılgan” anlamına da açılmış.
Almancada ‘beynelmilel’ sensibel’in yanısıra ‘öz Almanca’ empfindlich de var; dil ve kavram hassasiyeti gözetenler, ilkini daha ziyade biyolojik, ikincisini daha ziyade duygusal bir anlama doğru büküyorlar. Bu ayrımı bir adım daha ileri götürüp, ilkini kalbe, ikincisini kafaya hasreden ‘özlü sözler’ var.
Biyolojideki ve tıptaki kullanımı, uyarımları algılama melekesini tanımlıyor.
Daha önce Polat Alpman da konu etmişti, hassasiyetlerin politik dildeki hakimiyetini (link). Millî hassasiyetler var, milletimizin-toplumun-halkın hassasiyetleri var, dinî hassasiyetler var. (Bu arada bir Akademik Hassasiyetler Dergisi de çıkıyor.) İnsanî hassasiyetler ya yok, ya pek zikredilmiyor. O kadar hassaslanılmıyor onlara. En azından, insanî hassasiyetlerin caydırıcı bir yanı olmadığını söyleyebiliriz.
Caydırıcı diyorum, zira “hassasiyet” beyanı umumiyetle bir veto işlevi görüyor. “Hassasiyetlerimiz var,” bayrağını çekmek; ‘karşı’ tarafı, muhatabı geri durmaya, bir girişimden-faaliyetten vazgeçmeye, hatta susmaya davet etmek anlamına geliyor. ‘Davet’, sözün gelişi… Mahkeme ilâmı misali, hassasiyet ilâmından söz etmek lâzım.
Yakınlarda iktidar yanlısı bir gazetede yayımlanmış şu ‘haber, sık sık rastlayacağımız türden bir hassasiyet ilâmı örneğidir: “Dini ve milli hassasiyetleri en üst seviyede olan Trabzon’da, 14-19 Eylül tarihleri arasında yapılması planlanan ‘Uluslararası Trabzon Yoga Festivali’ şimdiden tepki çekmeye başladı…” Bu tür hassasiyet ilâmları, bir linç tehdidini ve teşvikini de içerir. Linççi hassasiyetlere çıkarılan bir çağrıdır. Kelimenin tıbbî kullanımını (tam olarak: cilt ve deri hastalıkları) hatırlatan “hassasiyetlerimiz kaşınıyor” kalıbı da oraya meyil verir. Kalıbın kullanım sıklığına bakarsanız, millî bünye, fevkalade alerjik bir bünyedir.
Carî politik söylemde, hassasiyetin Arapça-Osmanlıcadaki “alıngan”, Batı dillerindeki “aşırı duyarlı” anlamları baskın, kısacası. Hassasiyet, dümdüz “kırmızı çizgi” anlamına geliyor. Sözü bitiren, aslına bakarsanız politikayı iptal eden bir anlam… Bu söylemde hassasiyet, etrafı düşünmeye boş veren, ayrıntıları ve özel durumları gözetmeye gerek görmeyen, ince eleyip sık dokumayı men eden, kısacası aslında hassasiyetini kaybetmiş bir tavrın şiârıdır. Almanca polisiye yazarı Rita Falk, bir romanında, meşhur “porselen dükkânına girmiş fil” imgesini, “fillerin dükkânına düşmüş porselen” diye agrandize etmişti. O derece bir hassasiyet kaybı…
***
Türkiye’nin carî politik söyleminde hassasiyetin, bir de tabulaştırıcı ve sırlı bir havayla geçiştirici tınısı var. Yine ‘susturucu’, vetocu bir işlev.
Burada hassasiyetin öznelliğinden ziyade (“hassasiyetimiz/hassasiyetlerimiz”) nesnel veçhesi öndedir: durumun/konunun hassasiyeti. Devletlû dil “hassas bir konu” flamasını çektiğinde, bu, dokunulmaması, konuşulmaması gereken bir şey olduğu sinyalini verir. Bu dilin eski ustasından örnek verelim. Süleyman Demirel, Sivas katliamının ardından “Fevkalâde hassas bir konu,” demişti. Konunun kapatılması gerektiği, kapatılacağı anlamına gelir. 2010’da Kuzey Irak’taki gelişmelerle ilgili fikri sorulduğunda: “Bunlar hassas konular, hassas konuları ayaküstü konuşmak doğru olmaz,” demişti. Konuyu oturarak veya uzanarak konuşmanın da “doğru olmadığı” anlamına gelir.
Emniyet’in Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürlüğü var ya... İşte, “konunun hassasiyeti” anonsu da bir nevi ‘koruma’ işlevi görür.
Eskiden resmî demeç repertuvarında, nesne-“hassasiyet”in yerine veya onun yanında “nezaket”in de yeri vardı. Vaziyetin nezaketinden söz edilirdi. Devlet arşivlerinden, 1917’ye ait bir belge örneği aktarayım, “nezaket” kelimesinin “hassasiyet”e tekabül eden işlevini özetlemeye yetecektir:
“Avdet eden Ermenilerin iskânlarının zaruri olduğundan bahisle, Kürt Aşiretlerine durumun nezaketi anlatılarak çıkması muhtemel olayların önlenmesine dair Aşâyir ve Muhâcirîn Müdüriyet-i Umumiyesi'nden Erzurum Vilâyeti’ne çekilen cevabî telgraf…” [1]
Bir sanat etkinliğine “milliyetçi muhafazakâr hassasiyetlerle” gösterilen tepkinin tartışıldığı Hürriyet-Kelebek sütunlarında, magazin yazarı Ömür Gedik şöyle bir mütalaa vermiş: “Bazı durumlarda hassasiyetlere de hassasiyet göstermek lazım.” [2] Kelimenin enflasyonist kullanımı içinde manasızlaşmasının -hassasiyetini yitirmesinin- bir nişanesi.
Acaba hassasiyet kelimesi, bu kadar hassasiyetini yitirdiği için mi, duyarlı deyince biraz daha sadra şifa oluyor? [3] (Almancadaki sensibel-empfindlich ayrımına benzer, hassasiyetin daha ziyade biyolojik, duyarlılığın daha ziyade duygusal ve vicdanî bir ‘incinme’ kapasitesini anlattığını düşünmek, anlamlı bir egzersiz midir? Veya, yine Almancadan aktardığım kullanımı hatırlarsak, bu eş anlamlı iki kelimenin siklet merkezlerini kalbî-aklî diye ayırt etmek?) Gerçi, “duyarlı”nın “seküler” ve sol muhitteki kullanımlarına bakarsak, onda da bir aşınma görmez miyiz?
Aslında muhafazakâr bir temadır: “Kaybolan hassasiyetlerimiz”. Malûm, bir kelimenin enflasyonu ve içinin boşalması, aşınması, genellikle onun karşılığındaki bir aşınmaya işarettir. Dört bir yanına “hassasiyet” alarmları döşenmiş kamusal-politik alanın, hakiki hassasiyet kabiliyetlerini terörize ettiği, felç ettiği belli.
Hassasiyetin yalın anlamından, ince eleyip sık dokumak, özenmek, rikkat göstermek çıkar. Aynı kökten gelen başka kelimelerin çağrısını da dinlerseniz… Düşünmek, hatırlamak, bilinçle farkında olmak, anmak, anlamak, kavramak, Arapça aynı köktendir (hss-haşāsu). İhsas, yani hissettirmek, üstülü örtülü anlatmak, sezdirmek, aynı kökten geliyor.
Hassasiyeti, bütün canlı organizmaların paylaştığı, duyusal algıları sinirsel sinyallere çevirme kabiliyetine indirgemeyeceksek, adeta biyolojik bir otomatizme çevirmeyeceksek onu…
[1] İllâ hassasiyetlerinden bahsedilerek (“fotoğraf çektirmeme hassasiyeti!”, “hava, su, toprak konusundaki hassasiyeti”, “çimenlere bile basmaya çekinen bir hassasiyet”…) anılan şair Sezai Karakoç’un bir kitabının tanıtımında, “kadim bir duyarlılık hassasiyeti”nden de söz etmişler! link
[2] link
[3] link