Birikim Haftalık’a verdiğim son yazıda, önümüzdeki günlerde “sosyalizm” konusunu tartışmak istediğimi söylemiştim. Bu arada Birikim’in “online” olmayanı da Ekim-Kasım 2017 sayısını Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünü tartışmaya ayırdı. Oraya verdiğim yazıda “devrim” kavramına da özel bir açıdan değinmek istediğimi yazdım. Şimdi, bu yazıyla, bunu yapıyorum.
“Devrim” kavramını özellikle sosyalistler sıkça kullanır. Ancak, sosyalistlerin oldukça siyasî kullanımlarında da, kavramın oldukça farklılaşabilecek en az iki tanımı (ya da içeriği) vardır. Örneğin Fransız Devrimi dediğimizde, konunun resmî tanımı çerçevesinde, 14 Temmuz’u mu (yani, halk güçlerinin Bastille’i ele geçirdiği 14 Temmuz 1789’u mu), yoksa kapitalist (“burjuva”) ilişkilerin feodal üretim ilişkilerinin yerini aldığı uzun sürecin sonunu mu (buna somut bir tarih veremiyoruz) kastediyoruz? Bana, asıl devrim, bu ikincisi gibi görünüyor.
Birincisi siyasî bir olayı, siyasî iktidara elkonmasını anlatıyor. Olmadı ama olabilirdi: ertesi gün de Kralcılar Bastille’i geri alabilir ya da buna benzer bir kazanım elde edebilirlerdi. Birinci olaya “devrim” diyenler muhtemelen buna “karşı-devrim” derlerdi, ama bu ikisinin benzer, aynı türden olaylar olduğunu herkes kabul ederdi.
İkincisiyse daha derinden işleyen bir değişimi anlatıyor. Hem derinden işleyen, hem de geri dönüşü olmayan bir şeyi. Sözgelişi, bir yer ve zamanda “kapitalist” nitelik kazanmış bir “yeniden-üretim”in (“ekonomik”, “politik”, “toplumsal”) bir zaman sonra yeniden “feodal”e döndüğü bir örnek bilmiyoruz. Tarihte “gerici” dediğimiz olaylar, gidişler olabiliyor; ama bu, saydığım türden ilişkilerin dönüşüm-öncesi biçimlerine geri dönmeleri şeklini almıyor.
“Devrim” kavramının bu “geri dönülmezlik” çağrışımına akraba olan bir başka çağrışım da “radikal” yan-anlamı. Bu “devrim”, sosyalistlerin tartışmalarında genellikle “Devrim mi? Reform mu?” şeklinde karşımıza çıkar ve “doğru cevap” devrimdir. Burada “devrim” hem geri dönüşü olmayan, hem de “daha radikal” olan çağrışımlarını sırtlanır. “Reform”dan yana olanın, işi yeterince ciddiye almadığı ve aynı zamanda varılması gereken hedefin talep ettiği zahmete girmeye pek de niyetli olmadığı ima edilir.
“Devrim” Türkçe’de (ve belli başlı Batı dillerinde) “evrim”le yan yana düşünülmüştür (“revolution” ile “evolution”). Bazan “birbirini tamamlayan” ilişkisi içinde görülmekle birlikte, aralarında bir “karşıtlık” görüldüğü de sık sık olur. Öyle ki, maçoizmin hiç de eksik kalmadığı Türkiyeli sosyalist babalar arasında “Devrim” adı oğullara verilirken kızlara da “Evrim” dendiği olur. Bu da “makbul” kavramın hangisi olduğunu gösterir. “Evrim” aslında “soft” bir tavır anlatır. İşi oluruna bırakmayı içerir.
Birtakım önemli kavramlar karşısında bu gibi tavırlar almanın Lenin’in sözünü ettiği “çocukluk hastalıkları” arasında yeri olduğuna inanıyorum. Bunlar, düşmanı olunan düzenin dışına çıkmış olmanın değil, ideolojik bakımdan çıkmamış olmanın belirtileri.
İlkin şuradan başlayabiliriz: evrimi olmamış, yani dolayısıyla “birikim”i olmamış bir şeyin “devrim”i de olamaz. Çünkü “devrim” dediğimiz “sıçrama” kendisi anlık bir şey gibi görünür, ama zorunlu olarak bir birikimin, bir evrimin sonucudur. Yukarıda, kapitalist karakter edinmiş yeniden-üretim ilişkilerinin feodal karaktere geri dönemeyeceğini söylemiştim. En basitinden, “eve-iş-verme” sistemini ilk başlatanlara, yaygınlaştıranlara, yerleşikleştirenlere, yani uzun yıllara ve geniş alanlara bakmamız gerekiyor. Böyle bir birikimle gerçekleşen yeni ilişkilerde de bir “geri-dönüş” olmuyor.
“Evrim” büyük ölçüde “kendiliğinden” bir süreç. Kimsenin “planladığı” bir şey değil; kimsenin “komutası” ile de başlamıyor ya da yönlenmiyor. Verili koşullar içinde verili koşullar tarafından belirlenerek gerçekleşiyor. Onun için de sağlam; oldu mu oluyor. Bu “olma”nın biçimi belirli bir olgunlaşma anında patlak veren bir devrim olabilir (Fransız Devrimi böyleydi); ama öyle olmak zorunda değil.
Ekim Devrimi I. Dünya Savaşı’nın üçüncü yılında gerçekleşti. “Savaş”, yani olağan hayatın sona erdiği, kendine özgü kuralları olan bir “düzen”in (ya da düzensizliğin) egemen olduğu bir ortam. Bu savaşa “Düvel-i Muazzama” kategorisinden katılan ülkeler arasında Rusya herhalde “pejmürde”si, çeşitli lojistik alanlarda en hazırlıksız olanıydı – örneğin, askerlerine çizme ya da palto tedarik etmek gibi birtakım temel ihtiyaçlar alanında.
Rusya, aynı zamanda, oldukça geri bir tarım toplumuydu – yani nüfus içinde köylülüğün çok büyük bir oranı vardı ve bu insanların büyük çoğunluğu da merkezlere uzak, izole bir hayat yaşıyordu. Savaş, bu köylüleri köylerinden alıp –bütün şikâyetleriyle– merkezlerde topladı. Böylece, koca ülkenin ucundan bucağından gelen emekçi köylüler yeni yerlerinde belki hayatlarında ilk kez sanayi işçileriyle tanışıp konuştular. “Solcular”la ve bu arada Bolşevikler’le tanışıp konuştular. “Sovyet”ler bu alışverişin içlerinde gerçekleştiği “yuvalar” oldu. Buralarda, kendilerini bu belânın içine sokan “müesses nizam”a karşı bilendiler, bu “nizam”ın iç yüzünü bu koşullarda çok daha yakından görebildiler. Bunlar ve benzerleri önce Şubat, sonra Ekim Devrimi’ne giden yolun taşlarını döşedi.
“Düşman”dan çok “sefalet”in belirleyici olduğu bu savaş yıllarında kitlelerin kendilerini kurtarmak için ayaklanmaktan (yani bir “devrim” yapmaktan) başka çareleri kalmamıştı. Ayaklanma başarısız kalır, bastırılırsa ne olacağının cevabı da kendini belli etmişti: Kornilov!
Ve “Devrim” oldu.
Süreç, 1991’de, başarısız darbe girişimiyle ve KP Politbürosu’ndan Yeltsin’in devlet başkanı olmasıyla sona erdi. Ben bu tarihi ve bu olayları biraz “simgesel” saymaktan yanayım. Ekim 1917’de kurulan rejimin yenilgisi de aynı zamanda başlamış ve tarihini bilmediğim, “gerçekte varolan sosyalizm” kalıbının telaffuz edildiği gün kabul edilmişti. Bu söz, Ekim 1917’de olacağı vaad edilen şeylerin yalnızca olmadığını değil, olamayacağını da ilân ediyordu. 1991 bu “kabulün kabulü” gibi bir şeydir.
Sonunda bu noktaya varan (“sosyalizmin olup olacağı budur, bu da pek matah bir şey değildir” noktası) sürecin yolundan, rayından çıkmasını Stalin’e bağlayan bir yorum ve bu konuda oldukça geniş bir görüş birliği var. Bu doğru mu? Böyle bir “hedef şaşırma”nın tek açıklaması Stalin olabilir mi? Olabilirse, “Stalin” gibi bir adamın varlığı neyle açıklanır?
Stalin’in tarih boyunca “Komünizm”in başına gelmiş en büyük “felaket” olarak nitelenmesine itirazım olmaz; ama her şeyi onunla açıklamak çok doğru görünmüyor. Stalin Komünist Parti’nin Genel Sekreter’i oluncaya kadar Kronstadt ayaklanması olmuş ve bilinen şekilde bastırılmıştı. Çeka kurulmuştu. Yeni “komünist” devlet mekanizmasında bir dolu “eski rejim” adamının bulunduğuna dair Lenin’in uyarıları vardı.
Tabii, Komünizm’le mücadele eden İtilaf Devletleri’nin 1917-24 arasında yaptıkları sabotajlar, kanlı İç Savaş devrime zarar vermekten geri kalmamıştı.
Ama bence en önemli etken, Rus toplumunda, “Komünizm” gibi bir hayat tarzının kendine tutamak bulacağı herhangi bir “evrim”in olmamasıydı. Bütün bu karmaşık süreç içinde insanların görece rahat soluk aldığı ve yüzlerinin güldüğü dönem NEP uygulamasının geçerli olduğu yıllardı. NEP de, sonuçta, yeni rejimin bilinen eski dünyaya en fazla benzediği dönemdi.
Ama buna rağmen, belki de NEP’in uzaması devrim için daha yararlı olabilir, olmayan evrimin başlamasına katkıda bulunabilirdi. J. J. Rousseau, pedagojinin, en verimli biçimde vakit kaybetme sanatı olduğu doğrultusunda bir söz söylemiştir ki çok doğru bir tesbittir. Ekim Devrimi sonrası gibi bir siyasi ortam için de bu yöntemin geçerli olması doğaldır.
Bolşevikler’in önemli handikaplarından biri, ellerindeki teoriye fazla güvenmeleridir. Marx’ın tarih felsefesinin insanlık tarihinde olanları ve olacakları deşifre edecek anahtar olduğuna kesinlikle inanmışlardı. Bunun, o zamana kadar telaffuz edilmiş en doyurucu, en açıklayıcı tarih teorisi olduğu da doğrudur. Örneğin teori “altyapı üstyapıyı belirler” diyordu ama bunun ne kadar zamanda olacağını göstermiş bir pratik yoktu. Ekim Devrimi insanlığın kurtuluşunun yolunu açmış, “İşte buradan” demişti. Ucu görünen kurtuluşa çabuk ulaşmak için insanları bir miktar itip kakmanın herhalde bir sakıncası olmazdı. Teori sağlamdı. Şimdi mırın kırın edenlerin çoğu da bir süre sonra işlerin yolunda olduğunu –nasıl olsa– anlardı.
Bu bağlamda iktidarın bütün iplerini elinde toplamaya başlayan Stalin öncelikle “gerçekçi” olarak tanınmış, bununla prestij kazanmıştı. “Papa’nın kaç tümeni var?” diye soran o; sanatçılar için “ruhun mühendisi” diyen o; Savaş yıllarında Kutuzov ve Suvarov gibi Çarlık generallerini yücelten o. Bütün bunlar, Komünizm’i, insanlığın en bilinen kalıplarına, kayıtlarına bağlama ve varolan gerçekliği kutsama girişimleri.
Böyle olunca, varılacak nokta, “gerçekte varolan sosyalizmden” başka bir şey olamazdı. Varana kadar verilen milyonlarca kurbandan söz etmiyorum, çünkü onlar olmasa da serüvenin çok farklı bir yerde son bulacağını sanmıyorum.
“Yeni bir dünya” kurmak çok büyük bir amaç, çok iddialı bir hedef. Varılmak istenen yer ne kadar yücelirse, başarısızlık riski de o kadar büyür – “hayal kırıklığı” da büyük olur. Ekim Devrimi’ni kendi hedeflerinden saptıracak çok şey oldu. Bunların büyük bir kısmının tarihî determinizm sonucu böyle olduğunu düşünüyorum. İnsanlık bu tarihte büyük bir geleceği düşünebilecek olgunluğa erişmişti ama düşündüğü şeyi gerçekleştirecek teorik ve pratik araçlardan henüz büyük ölçüde yoksundu. Ancak bütün bu kargaşa içinde, Stalin figürü, “bilmeme”nin oluşturduğu masumiyet alanından çıkarak kriminoloji alanına geçer.