Bir süredir sosyalizm üstüne yazmaya başlamıştım. Öncelikle sosyalizmin uluslararası arenada bugün ne anlama geldiğini, bunun nasıl bir süreç sonunda buraya geldiğini kurcalamak istiyorum. Sosyalizmin, en fazla önem verdiğim (ama “tek” saymadığım) Marksizm kolu en fazla ilgi duyduğum alan tabii.
Bu arada Emre Kongar Cumhuriyet’te “Asya Üretim Tarzı” üstüne iki yazı yayımladı. “Asya Üretim Tarzı” uluslararası sosyalizmde bir türlü, Türkiye’de bir başka türlü tartışıldı denebilir. Emre Kongar Marksizm’i bilmez ve onunla ilgisi, Kemalizm’in itaatkâr bir kolu ve bazı durumlarda işe yarayacak bir uzantısı haline getirmek için ne yapılması, ne söylenmesi gerektiğidir. Böyle bir yaklaşım da olabilir elbet, niye olmasın? Ama bunun böyle olduğu bilinmeli.
Emre Kongar, özellikle Nisan referandumunu izleyen dönemde, Tayyip Erdoğan’a ve AKP iktidarına karşı biçimlenmeye başlayan muhalif cephede, “Kemalist – olmayan” bir kontenjan bulunmasını önlemeye çalıştığı izlenimini veriyor. Bu koşullarda doğru bir strateji gibi görünmüyor bana. Ama tabii bu da onun kendi bileceği iş.
Önce, Emre Kongar’ın olgusal yanlışlarına kısaca değineyim. Örneğin şu cümle: “... Marx’ın ‘Tarihsel Materyalizm’ adıyla yaptığı çözümleme. İlkel Komünal Toplum –Köleci Toplum– Feodal Toplum –Kapitalist Toplum– Komünist Toplum olarak ‘klasik şema’ dediğimiz, insanlık tarihini beş aşamada gören bir modele dayalıdır.”
Marx, Kongar’ın saydığı “model”lerden, “üretim tarzı” diyerek söz etmiştir. Hepsi hakkında söyledikleri vardır, ama başka –mümkün– üretim tarzlarından da söz etmiştir (Asya üretim tarzı, Germanik ve Slav üretim tarzları). Bunları birbiriyle organik bağlantıları olan, bir sürecin beş aşaması olarak sıralayan, Stalin’dir. Diyalektik ve Tarihî Materyalizm adını verdiği bu kitabı, Stalin’e uygun bir şekilde ve Leninizm’in İlkeleri’nde de yaptığı gibi, konuyu alabildiğine şematize etmek üzere yazmıştır. Böyle sıralanınca, otomatikman, bunlardan birinin öbürünü bu sıra içinde “doğurduğu”nu düşünürüz. Öyle düşünmemiz de istenmiştir. Özellikle sorunlu olan da bu, burada, kapitalizmin feodalizmden türeyip türemediği sorunudur. “Öyle olmuştur” dediğimizde, feodalizme, kapitalizmin “babası” olmak gibi bir görev vermiş oluyoruz; yani bir “üretim tarzı”na bir “amaç” yüklemiş oluyoruz. Bu da Stalin’e uygun, çünkü teleolojik bir tarih anlayışı onun anlayışına yardımcı oluyor. Bunu “Marx’ın görüşü” diye sunmak doğru değil.
Emre Kongar, “Modelin öncülüğünü İstanbul Üniversitesi’nden iki iktisat profesörü Sencer Divitçioğlu ve İdris Küçükömer yapıyorlardı” demiş. Maurice Godelier’in kitabını çeviren ve Türkiye için bu üretim tarzının geçerli olduğunu herkesten önce savunan Selahattin Hilav’dır. Marx’ta geçen ATÜT modeline en az bağlı kalan da İdris’tir.
Derken Emre Kongar “ATÜT” modeline ilişkin iddialar Türkiye’de pek çok siyasal hareketi etkiledi” diyor ve “Mihri Belli grubunun ‘Önce Milli Demokratik Devrim Sonra Sosyalizm” sloganı ile özetlenebilecek olan MDD hareketine (sonradan da olsa) kuramsal temel oluşturdu” diye devam edebiliyor. Mihri Belli Osmanlı toplumunun feodal olduğunu iddia ediyor ve Asya Üretim Tarzı diyenleri Marksizm – dışı sayıyordu. “Kuramsal Temel” ne demek! Kongar aynı şeyi Doğan Avcıoğlu için de söylüyor. O cümlesinden Doğan Avcıoğlu’nun Marksist olduğunu sandığını anlıyorum:
“Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabında, YÖN ve DEVRİM dergilerinde savunduğu ‘Sivil ve Asker bürokrasinin öncülüğünde Atatürkçü/Sosyalist Devrim’ hareketini de Marksizme bağladı” cümlesinden herhalde başka anlam çıkmaz.
Kongar buradan İdris Küçükömer’in nasıl yanlış yaptığına atlayıp onu da “Siyasal İslâm’ın yükselişine ve bugünlerdeki Tek Adam yozlaşmasına” bağlıyor ki bu absürd yaklaşımın ayrıca ele alınması gerekiyor.
Emre Kongar Osmanlı toplumsal yapısının Asya Üretim Tarzı’na uygun olduğunu da yazıyor. Ancak bu 19. yüzyılda değişmiş ve Türkiye “feodal” olmuş!
Buradan Kemalizm’e geçiyor. Orada söyledikleri de ayrı konu.
Ben önce bu Asyaî üretim tarzının dünyada bir tartışma konusu haline gelmesi sürecine değineyim. Bunu özetlemeye çalışayım.
Marx, “Aüt” konusunu Grundrisse’de ele aldı. Ama Grundrisse hiç yayımlanmadığı için onun bunlarla ilgilendiğinden, “Marksolog” diyebileceğim uzmanlardan başkasının haberi olmadı. Yayımlanmayan Grundrisse, tamamlanmamış olsa da, koskocaman bir kitaptır. Yayımlanmamış olmasını burada sözünü ettiği “Aüt” gibi kavramların geçerliliğinden şüphe ettiğine bağlayanlar var. Bu konuda ayrıntılı bir inceleme yapmadım, ama özellikle Engels’le mektuplaşmalarında konuyu tartışmaya devam ederler (bunların tarihlerine bakmak gerek). Örneğin Osmanlı toprak düzeniyle Avrupa’daki durum arasında farklar olduğunu herhalde görüyordu ama bunların tam nereden geldiğine karar veremiyordu.
En önemli farklılık “mülkiyet” konusunda ortaya çıkar: Avrupa feodalizminde senyörlerin feodal mülkleri özel mülktür; Osmanlı’da toprak “mirî”dir, yani devlete aittir. Avrupa’da serf’in bir kısım toprak üstünde “tasarruf” hakkı vardır, ama “mülkiyet” senyöründür; Osmanlı’da “timar beyi”nin de mülkiyet değil, tasarruf hakkı vardır.
Bu da epeyce önemli bir farklılık olsa gerektir.
Ancak Marx’ın “Aüt” derken öncelikle gözünü diktiği örnek Osmanlı düzeni değildir. Mezopotamya medeniyetlerinden başlar. Fırat ve Dicle’nin suları sayesinde Bereketli Hilâl “bereketli”ydi ama bu sular arada bir taşıp “sel” oluyor, ortalığı kasıp kavuruyordu. Taşma, setlerle denetim altına alınabilirdi ama böyle setleri kim yapacak? Büyük iş, orada tarım yapan köylülerin altından kalkacağı iş değil. “Devlet” gibi büyük ve anonim bir varlık bunun altından kalkabilir. Aynı zamanda, altından kalktığı ölçüde kendini “devlet” olarak kabul ettirebilir. Yani bu ikisi iç içe. İşte Ur, Uruk gibi, ilk medeniyetin kentleri böyle açıklanıyor. Olabilir. Akla yakın. Bu durumda özel mülkiyet oluşamıyor. Mülkiyet devletin.
Ancak bu başlangıçtan sonra Marx işi –daha doğrusu, bu üretim ilişkisinin bulunduğu alanı– genişletir. Alan, bildik birçok medeniyetle birlikte, örneğin Güney Hindistan’da görülen köy komünlerini de kapsar. Öte yandan, “üretim ilişkisi” diyorum ama, onun yanısıra “siyasî rejim” kavramı da Asyaî üretim tarzı analizi içinde yer alan bir etken olmaya başlar. Bunlar, Perry Anderson’ın biraz dalga geçerek adlandırdığı “hidrolik devlet”te birleşir. Özel mülkiyet yoktur ve devlet despotiktir.
Daha sonraki yıllarda, bilgi düzeyinde büyüyen dünyanın daha sapa yerlerinde ne olduğunu anlamaya çalışan Marksistler de (hiç değilse bazıları) bu kavrama başvurdu. Böylece, Polinezya adalarında ya da Afrika içlerinde de (otarşik köyler kılığına girmiş olarak) Asya üretim tarzı görülür oldu. Ama Afrika’daki falanca kabileyle Çin ya da Osmanlı İmparatorluğu aynı üretim ilişkileriyle tanımlanır hale gelince burada bir şeylerin doğru olmadığı da anlaşıldı. “Aüt” yeterince bilinmeyen, anlaşılmayan toplumsal yapıların içinde toplandığı torba oldu.
“İşin doğrusu budur” diyecek halim yok elbette. Bütün bu üretim ilişkilerinin iyice incelenmesi gerek. İncelendikçe ortak noktalar da, farklılıklar da belirginleşir. Osmanlı toplum yapısını, “özel mülkiyetin bulunmadığı bir kapitalizm – öncesi tarım toplumu” diye adlandırabilirim. Ama Asyaî üretim tarzının işlediği bir toplum olduğunu söyleyemem. Bir kere bugünkü “literatür” sonucunda Asyaî üretim tarzı kavramının kullanılabilir durumda olduğu kanısında değilim. Daha kendi içinde, kendi çelişkilerini çözmüş değil. Öte yandan, bu tanımı zor Asyaî üretim tarzının başından sonuna kadar Osmanlı toplumunu belirledikten sonra, Emre Kongar’ın söylediği üzere, “Senedi İttifak sonrasında” feodaliteye dönüşmesi ayrı bir “absürdite”. Sened-i İttifak’ı gecikmiş bir Magna Carta olarak yorumlamak isteyenleri Niyazi Berkes’in ruhuna terkediyorum (Gerçek Yayınları’ndan çıkan 100 Soruda İktisat Tarihi’ne bakılabilir).
Gelelim bu kavramın ortaya çıkışının siyasî yankılarına. 60’ların sonlarına doğru Fransa’da Marksist antropolog Godelier Grundrisse’deki metinlere konunun tartışıldığı mektupları da ekleyerek Fransızca’da AÜT kitabını yayımladı. Bu yayından önce Çin gocundu. Çünkü Çin’in geçmişinde Avrupa tarzında bir feodalizm yoktu, özel mülkiyet yoktu.
Çin, tarihinde, Hindistan’dan gelen pirincin sulu tarımını öğrenmiş, böylece kalabalık bir imparatorluğu beslemenin yolunu bulmuştu. Ama zor işti bu. Durgun suyla olmuyordu. Su, durmadan değişecekti. Onun için pirinç tarlalarını yamaçlarda düzenlemek, suyu, setten sete, yukarıdan aşağıya indirmek gerekiyordu. Bu, görece kolay. Ama, aşağıya inen su yeniden nasıl yukarı çıkacak?
Çin’in büyük icadı “çıkrık”tır. Başlıca sermayesi de “nüfus”tur. Çin toplumu her zaman kalabalık olduğu için burada “köle”lerin ekonomide kullanılması da sözkonusu olmamıştır (böyle bir ihtiyaç olmamıştır). Su, çeşitli çıkrıklar çevrilerek yeniden yukarıya çıkarılacaktı. Bu iş, tabii, ciddi emek gerektiriyordu; ama ondan önce ciddi “planlama” gerektiriyordu. “Mandarin” sınıfı böyle, yani bu planlamayı yaparak oluştu ve egemen sınıf haline geldi.
Bu böyle de, Batı’nın “Batı – merkezli” bakışı, Batı’nın tarihini de ötekiler arasında “üstün tarih” haline getiriyordu. Batı, kapitalizmi bulmuştu; bu kapitalizm Batı feodalizminden çıkmıştı; Batı feodalizmi özel mülkiyete oturuyordu; demek ki özel mülkiyet “daha ileri” bir üretim tarzına temel olmuştu.
Bu mantığın kurulacağını (kurulduğunu) sezen Çin bunun kendisini uluslararası düzeyde komünizmin önderliği rolünden tasfiye etmek için kullanılacağına kanaat getirerek Asyaî üretim tarzı kavramını “tel’in” etti – Marksizm-dışı saydı. Konuyu masaya getiren bir Fransız Marksisti, FKP üyesiydi. FKP ağır Sovyetçi’ydi. O halde bu, “Çin geri üretim ilişkilerinden gelen bir toplumdur, komünizmin önderi olamaz” demek için hazırlanmış bir komploydu.
Çin böyle bir “komplo teorisi” oluşturur ve “başrol” şerefini Sovyetler’e verirken Sovyetler de Godelier’nin gündeme taşıdığı konudan hoşlanmadılar. Onların geçmişi de Batı feodalizmine tıpatıp uymuyordu; bir de, “Doğu despotizmi” sorunu vardı. Başlarına dert olabilirdi. Onlar da “Asyaî üretim tarzı” kavramının “revizyonist” bir mahiyeti olacağına karar verdiler. Böylece, Marksist teori hakkında Komünist siyaset adına yargı veren otoriteler “Asyaî üretim tarzı”nın saygıdeğer bir kavram olmasını engellediler.
Türkiye’deki Marksizm de bu resmî tavrı benimsedi. Buradaki iki siyasî çizgi, yani TİP ile MDD böyle bir üretim tarzını da, Türkiye’nin geçmişini anlamak için geçerliliğini de reddettiler. Bu iki çizginin de revizyonist olduğunu ilân ettikleri Aybar çizgisi ise bu yoruma yer verdi.
Kendi düşündüğümü kısaca özetleyeyim: bugünkü haliyle “Asyaî üretim tarzı” kavramının oldukça eksik, kendi içinde de oldukça tutarsız olduğu kanısındayım. Öte yandan, Osmanlı toprak ve mülkiyet düzeninin Batı feodalizminden ciddi ölçülerde farklı olduğundan bir şüphem yok. Bence kapitalizm feodalizmden organik olarak fışkıran bir gelişme değildir ve aynı mantık içinde bakıldığında, “Aüt” denilen sistemde de bir “sermaye birikimi” olabileceğini düşünürüm (burada Rodinson’un izindeyim). Dolayısıyla birinden kapitalizmin çıkmış, öbüründen ise çıkmamış olmasını büyük ölçüde “konjonktürel” nedenlere bağlıyorum (büyük “konjonktür” keşiflerle başlıyor).
Ve Türkiye’de “Aüt” tartışmasının gürültüye gittiğine inanıyorum. Dünyanın her yerinde “teori” kolayca “ideoloji”ye, oradan da “öğreti”ye dönüşür. “Aüt”, kendimizi düşünmekte, “öğreti”den yeniden “teori”ye dönme imkânı tanıyordu. Ama genellikle “öğreti”den yana, ideolojiye teoriden daha yatkın bir kültürümüz var. Marksist olmayı seçmiş olanlarımızda daha egemen eğilim böyle.
Bu konuya devam edeceğim.