Kudüs meselesinde Müslüman ve Arap ülkelerin duyarlılığı yeni bir durum değil. Bu ülkelerin tepkileri aynı oranda olmamakla birlikte bu duyarlılığın nedenleri bilinir. İşgal altındaki Filistin toprağıdır, işgal altındaki başkenttir, İslâm’ın kutsal mekânlarından biridir. Ama dünyadaki duyarlı insanlar için de adaletsizliklerin sembolü gibidir. Zaten bu kez Trump'ın kendinden menkul kararının yarattığı tepki de sadece Müslüman ve Arap ülkelerle sınırlı kalmadı.
Mısır tarafından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne sunulan ve Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımaktan vazgeçmeye çağıran karar tasarısı sadece ABD tarafından veto edildi. Konseyin diğer 14 üyesi tasarıya destek verdi.
Bu ülkeler ABD dışındaki diğer daimi üyeler Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa ile geçici üyeler Bolivya, Mısır, Etiyopya, İtalya, Japonya, Kazakistan, Senegal, İsveç, Ukrayna ve Uruguay. Zaten BM'nin daha önce aldığı kararları göz önünde bulundurursak Trump'ın imzaladığı karar meşru ve yasal değil. 1967'deki, 242 ve 1980'deki 478 numaralı kararlar Kudüs'ün İsrail'in başkenti olamayacağını (aradan geçen yıllarda en azından bütün Kudüs'ün) göstermekte.
Hoş İsrail yönetimleri bugüne kadar benzer konuda kaç tane BM kararını tanıdı ki?
Türkiye ise konuyu sonuna kadar zorlayacağını söylüyor. Ancak daha önceki yıllarda, Filistin ve Kudüs konusu gündeme geldiğinde Müslüman ve Arap dünyasının ne kadar yekpare hareket ettiği tartışılır. İslam İşbirliği Teşkilatı'nın İstanbul toplantısında Doğu Kudüs'ü Filistin'in başkenti kabul eden karar önemli olmakla birlikte, bu konunun bir süre sonra bölgedeki bazı ülkelerin gündeminden düşme ihtimali söz konusu.
Bu ihtimal Ortadoğu'da atılan hiçbir adımın sürpriz olmayacağı varsayımından kaynaklanıyor. Uzun yıllardır Müslüman ve Arap ülkelerinin-rejimlerin "kullanışlı malzemesi" ve siyaseten sıkıştıklarında ilk başvurdukları konu olan Filistin meselesi olmuştur. Filistin konusunda Arap ülkeleri ya da rejimlerinin tutarsızlık sicilleri hakkında onlarca yazı yazılabilir. Tabii ki Filistin'e her ülkenin farklı bir duyarlılığı ve tarihsel yaklaşımı vardır. Ürdün ile İran'ın "duyarlılık" nedeni aynı değildir. Ancak şu açık ki, Ortadoğu tarihinde ve hâlâ yönetimde olan monarşiler, krallıklar, diktatörlükler, yıllardır Filistin meselesi ile kamuoyu baskısı nedeniyle ilgilenmişlerdir. Hatta kimi yerde sokaktaki insanları bu konu ile ""oyalamaktan" öteye gitmemişlerdir.
Mesela Suudi Arabistan'ın yakın zamanda, Hamas'ın yetkilerini Filistin Yönetimi’ne devri için baskı yaptığını, ama aynı zamanda Mahmud Abbas'ın İstanbul'daki İslâm İşbirliği Konferansı’na katılmasını engellemeye çalıştığını biliyoruz. Hatta yeni dönemin üstü örtük ittifakının İsrail, Suudi ve Mısır olduğunu biliyoruz. Ancak, Kudüs burada nasıl yer alır onu bilmiyoruz.
Daha önceki yıllara dönelim: Suriye ya da Mısır yönetimleri genelde ülkelerinde ortaya konan demokratik talepleri, "İsrail'in Filistin işgali sürdükçe mümkün olmayacağı" gibi yaklaşımlarla geri çevirmişlerdir. Bu nedenle yıllarca Filistin meselesi, birçok Arap ve Müslüman ülke için cuma namazı çıkışlarında kitlelerin öfkesini törpülemeye yönelik gösterilerden ya da siyasi ve ekonomik alanlarda sıkıştıklarında kullandıkları bir araç olmaktan öteye gidememiştir.
1967 yenilgisinden sonra Filistin'in "Arap ülkeleri ile dayanışması ama onların siyasetine bağlı kalmaması", "daha özgür ve özerk bir varlık olarak hareket etmesi" yönündeki Arafat'ın görüşlerini biliriz. 1967'deki 6 gün savaşlarındaki yenilgi sadece Arap dünyası için değil Filistin mücadelesi için de bir dönüm noktası olmuştur. 67 savaşının, Doğu Kudüs ve Batı Şeria'nın işgali sonucunda, Kudüs meselesinin bugünlere uzanan tarihindeki rolü büyüktür.
O tarihe kadar "Filistin'in özgürlüğü Arapların birliğinden geçer" şeklindeki Arap dünyasını önceleyen şiar 1967 sonrasında "Arapların birliği Filistin'in özgürlüğünden geçer"e dönüştürülmüştür. Gerçi bu yaklaşım gibi Arapların Birliği ve böylesi bir talep dönemi de geride kalmıştır. Ama Filistin meselesi her daim tazedir.
Kısmen 1973 Yom Kipur savaşı dışında 2006'daki Lübnan'daki Hizbullah direnişine kadar, yenilgi travması Arap dünyasının peşini bırakmamıştı. Ancak Arap liderlikleri kitlelerin tepkilerinden kaçındıkları için Filistin meselesini görmezden gelememiştir. O da İsrail'e karşı Filistin meselesini savunmaktan çok, Filistin meselesini araçsallaştırarak İsrail'e karşı Arap meselesini ayakta tutmak şeklinde olmuştur. Bugün sözkonusu olan Arap-İsrail çelişkisi değil Filistin-İsrail meselesidir. Artık İsrail-Filistin meselesi sadece kitlerin meselesidir, yönetimlerin değil. Araplar bu konuda Filistin yönetimlerini tabiri caizse özellikle ekonomik olarak "rehin almışlardır".
Öte yandan Filistin yönetimleri, El Fetih ya da Hamas olsun yıllar içinde bir sonuçsuzluk, hedefsizlik, lidersizlik ve Arap ayaklanmaları sürecinde-sonrasındaki ilgisizlik girdabıyla daha çok kaybetmeye başlamışlardır. Özellikle 2010 sonrasında İsrail'in artan yerleşimlerine, Gazze'de yaşananlara, Batı Şeria işgalinin geri dönüşsüz bir biçimde ilerlemesine ses çıkarmayan, hatta Filistin meselesini gündemlerinden düşürenlerin bugün Kudüs konusundaki "duyarlılıkları" soru işaretleri ile doludur.
İslâm İşbirliği Teşkilatı ya da Arap Birliği gibi yapılar yıllar içinde kendinden menkul hale gelmiş durumdalar. Ortak karar almaları ya da bu konuda ilkesel bir birliktelik içinde örneğin yaptırım vs. hayata geçirebilmeleri mümkün değildir.
Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti tanıma kararı sonrası yeni bir intifada beklentisi ile Hamas'ın daha önceleri konjonktürden hareketle “Öfke Günü” adı altında kitleleri harekete geçirmesinin tekrarlanıp tekrarlanamayacağı tartışması yaşandı.
Görüldüğü kadarıyla Filistin yönetimi ve Filistin toplumunun ne yeni bir intifadaya kalkışacak motivasyonu, isteği, belirlenmiş hedefi, liderliği ne de siyaseten birliği söz konusu. İntifada sadece bir ayaklanma değil uzun soluklu bir strateji ile hayatın hemen her alanda örgütlenmesidir.
Birinci intifada kitlesel biçimde, ikinci intifada daha çok silahlı örgütler eliyle gerçekleşmiştir. Bugünkü durumda bu iki unsurun ya da birisinin hareket geçmesinin nesnel koşulu yok.
Ancak tüm bunlar İsrail işgalini, fütursuzluğunu ve Doğu Kudüs'ün Filistin'in başkenti olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Filistin ve Kudüs'ün de sadece İslâmî bir meseleye değil, işgale, varolmaya, kendi topraklarında özgür bir devlet kurmak için verilen ulusal ve evrensel bir meseleye ve mücadeleye temas ettiği gerçeğini de.