Son Birikim yazımda Türkiye’de sosyalistlerin bir süreden beri özellikle çoğalttıkları “boykotçu” zihniyet üstüne konuşmaya başlamıştım. Tarihte belirli durumlarda sosyalistler, ilericiler, demokratlar “Ne o, ne öbürü. Bunlar hepsi yanlış” demek gereğini duyabilirler. Ancak bunu her durumda uygulanacak bir strateji haline getirmek onaylanacak bir tutum değildir. Bunu her durumda yürürlüğe koymakla siyaset yapılmış olmaz. Tersine, müzminleşen boykotçuluk bir “depolitizasyon işareti”dir.
Sosyalizm, dünyanın varolan düzeni içinde hâlâ bir hayli radikal bir alternatif. Dolayısıyla kapitalist toplumun kendi doğal siyasî organlarının, siyasî partilerinin eğilim göstereceği bir yol, yordam değil. Onların beğenip uygulamaya koyacağı tedbirler de tabii sosyalizme uzak tedbirlerdir. Bu genelleme düzeyinde baktığımız zaman düzen partileriyle sosyalistlerin karşılaşılan somut durumlarda önerecekleri programlar hiçbir zaman uyuşmayacaktır. O halde, tartışılan konu, önerilen çözüm ne olursa olsun, sosyalistler her türlü “düzen-içi” eylem alternatifini reddetmeli, boykot etmelidir.
Durum buysa, bu teşhis doğruysa, sosyalistlere yapacak bir tek şey kalıyor: devrim yapmak.
Benim bu çerçevede buna bir itirazım yok: buyurun, yapın! Ama böyle bir şeyi geçmişimizde görmedik, gelecekte de bunun olabileceğini haber veren hiçbir işaret görünmüyor.
Devrim yapabilmek için önce toplumda bir varlık olmak gerekir. Bu ise incelediğim durumla çelişiyor. Olup biten her şey karşısında “boykot” tavrından başka bir tavır geliştirmemişseniz, toplumda bir varlığınız da olmaz.
Burada uzun uzun “devrim” tartışmasına girmek istemiyorum. Dünyanın bizim yaşadığımız bölgelerinde siyasî dönüşümün biçimi olarak “devrim” gitgide gündemden uzaklaşıyor. Dolayısıyla “sosyalist siyaset”in de güncel siyaset içinde eylemli bir biçimde yer alması ve bir zamanlar “burjuva düzeni” diyerek görmezden gelinen şeyin akışını etkilemesi gerekiyor. Sosyalizmin yalnız “iktidar” olarak değil, “etkili muhalefet” olarak da toplumda değiştirebileceği şeyler olduğunu sanırım yeterince tartıştık. Ama bunun da yöntemi, değişmez bir “hayır” tavrı almak değil. Öte yandan, gene varolan kapitalist düzende bile sosyalistlerin sosyalist bir değerler sistemine göre ilişkiler kurmasının, önerilen toplumsal düzene uygun insan ilişkilerini varolan çerçeve içinde mümkün olan ölçüde kurması ve yaşatmasının önemine de yeterince değinildi. Bütün bunlar, toplum içinde son derece etkin bir varoluş tarzı kurmayı gerektiriyor. Bir durumda, bir sorun karşısında benimsenecek birçok farklı tepki biçimi olabilir. Bunlardan bir tanesi toplumu sosyalizme götürmüyordur, ama öteki önerilerle karşılaştırıldığında, o yöne götürmek bakımından daha fazla imkân sunuyor, potansiyel taşıyordur. Durum buysa, öbürlerini değil de bu yolun denenmesini sağlamak için çalışmak gerekir.
Bu somut (ve aynı zamanda “konjonktürel”) durumlarda doğal olarak büyük bir çeşitlilikle karşılaşırız. Neyin neye tercih edilmesi gerektiği konusunda sağlam ölçüt, “demokratik” potansiyelin nerede olduğu ölçütüdür. Şüphesiz neyin daha demokratik olduğu da her zaman herkese saydam biçimde kendini göstermez. Gene de, bir karara temel oluşturacak ölçüler verir. Sosyalistlerin toplumda kendilerini bir varlık haline getirmelerinin (ve dolayısıyla toplumsal gidişatı etkileyebilmelerinin) yolu, demokratik kazanımların elde edilmesine katkılarından geçer.
Geçmişte sosyalizmin ancak bir devrimle gerçekleşebileceği yolunda oldukça yaygın kanı sosyalistlerin güncel siyasete soğuk bakmalarında ve uzak durmalarında rol oynadı. Güncel siyasette rol oynamak, rol kabul etmek neredeyse bir “ahlâkî kirlenme” gibi görüldü. Ama en sekter bir “devrimci” anlayışın bile “ittifak” kavramına bir şekilde yer vermesi gerekir. Bir “proletarya sınıfı”nın “Biz bu işe son vermeye karar verdik” deyip devrim yaptığı görülmüş bir şey değil. Nitekim başka hiçbir örnek olmasa da, sonuca ulaşmış (ya da ulaşmamış) devrim girişimlerinde “işçi-köylü ittifakı” diye bir şeyden söz ediyoruz.
“İleri” olarak kabul ettiğimiz toplumlarda da çıplak bir “emek/sermaye” çelişkisi görmüyoruz. Bu çelişki her yerde var, ama her yerde kapitalizmin, burjuva düzeninin çözmeyi başaramadığı daha bir yığın çelişkiyle birlikte, onlarla eklemlenmiş olarak var. İşte en “ileri” kabul ettiğimiz kapitalist Amerika; siyah-beyaz sorununu çözebilmiş değil. Siyah-beyaz sorunu kapitalizmin ürettiği bir sorun değil. Birçoklarına göre kapitalizme göre “arkaik” bir sorun (bence tam böyle değil). Öte yandan, siyah-beyaz sorununda medeni ve demokratik bir gelişme olmadan “emek-sermaye” sorunu çözülür mü, çözülebilir mi? Hayır. Çünkü bütün bu sorunlar son derece karmaşık biçimlerde birbirleriyle eklemlenmişlerdir ve çözümlerinin de şematik, tarihdışı bir sırası filan yoktur.
Sosyalistlerin bütün bu somut sorunlar karşısında mücadele edecekleri kesimler vardır. Mücadele edecekleri kesimler olduğu gibi, ittifak kuracakları kesimler de vardır ve olacaktır. Ayrıca, mücadele alanlarına göre, hedefleri de, ittifakları ve müttefikleri de değişebilir. Sözgelişi, sendikal mücadelelerini desteklediğimiz falanca işyeri işçileriyle Kürt sorununun çözümü konusunda gırtlak gırtlağa gelebiliriz. Somut hayat içinde her türlü tuhaf konjonktürle karşılaşabiliriz. Biz sosyalistler dünya için iyi olduğuna inandığımız şeyleri istiyoruz diye, hayatın kendi öte berisini bizim için uygun bir düzene sokmasını bekleyemeyiz. O düzene sokma işini yapacak olan biziz.
Dediğim bu tür biçimlenmeler, saflaşmalar, eklemlenmeler Türkiye’de bol miktarda var. Bugün AKP’ye oy veren kitleler içinde bayağı geniş bir kesim, başka türlü yaşanmış bir tarih sonucunda sosyalizme oy veriyor olabilirdi. Nitekim belirli bir süre, “sol” olma iddiası güden partilere (CHP’ye) oy vermişlerdir de. Üst üste hayal kırıklıklarından sonra çare bekledikleri mercileri değiştirdiler. Bunun sonucu olarak sosyalistlerin onlara küsmesi ya da onların değer verdiği şeyleri aşağılaması gerekmiyor.
1920’lerde Gramsci’nin “siper savaşı” için uygun olduğunu söylediği alan o zamankine göre birkaç kat genişledi. “Siper savaşı”, yani ideolojik mücadelenin, ikna savaşının öne çıktığı koşullar… Hegemonya kurma mücadelesi; dolayısıyla sürekli ittifaklarla yürüyen bir siyaset; ittifaklara sürekli açık bir zihniyet ve dil.