İnsan Olmak
Erdoğan Özmen
“Krallar kitabının üçüncü bölümünde iki fahişe karar vermesi için Kral Süleyman’ın huzuruna çıkarlar. Birlikte yaşamaktadırlar ve ikisi de kısa bir süre önce birer oğlan çocuğu doğurmuşlardır. Kadınlardan biri uyurken istemeden çocuğunu ezmiş ve sonra da ölü bebeği arkadaşının canlı bebeği ile gizlice değiştirmiştir. Uyanınca arkadaşı yanında yatan ölü çocuğun kendi oğlu olmadığından emindir ve yaşayan bebeği öteki kadından almaya çalışmıştır. İki kadın da diğerinin olayları anlatış tarzına itiraz etmektedir.

Tartışmayı çözmek için Süleyman şöyle dere: “Bana bir kılıç getirin… Canlı olan çocuğu ikiye bölün ve yarısını birine, yarısını ötekine verin.”[1]

Sonra çocuğun gerçek annesi konuştu ve barsakları oğlunun özlemiyle yanarak şöyle dedi: Ey efendim, çocuğu ona verin ve hiçbir surette onun canına kıymayın. Ama öteki şöyle dedi: Ne benim, ne senin olsun, onu bölün.

O zaman kral cevap verdi ve şöyle dedi: Canlı çocuğu ona verin ve hiçbir surette canına kıymayın. Onun annesi odur.”

***

Tam bir eşikteyiz çoktandır. Bir yol ayrımında, bir büyük kararın arifesinde. En arı ifadesini “insan olmak” nedir sorusunda bulan bir şey bu. Sezdiğimiz, etimizde hissettiğimiz bir şey: İnsan olarak kalmak ne demektir, ya da insanlıktan çıkmak. Açgözlü, içi hasetle dolu bir varlık mıdır insan? Yoksa davranışlarına alçakgönüllü ve kardeşçe bir sevginin yön verdiği bir varlık mıdır? Sadece kendi bencil çıkarlarının ve tatminlerinin peşinde koşan sıradan bir yırtıcı mıdır insan? Yoksa, gerektiğinde kendi çıkarını hiçe sayabilen dokunaklı edimlerin, başkalarının iyiliğini kendi iyiliğinin koşulu sayan bir erdemin öznesi midir?

Yavrusunun hayatını korumak için ondan temelli ayrılmayı göze alabilen anne midir insan, yoksa bütünüyle öteki kadına odaklanmış ve onun da yavrusundan mahrum kalmasını biricik amacı sayan haset ve nefret dolu kadın mıdır? İçimiz, ölmüş bebeğinin yasını tutmaktan bile alıkoyan öylesine yoğun bir hasetle doluyken nasıl insan kalabiliriz ki?

İnsanı arayacağımız yer, komşusuna dönüp “senin sahip oldukların benden çaldıklarındır, o yüzden muhtaç ve yoksulum, onları geri alacağım” diye tepinen, dolayısıyla nerede yatışacağı belirsiz bir kin ve hıncın yeri midir, yoksa “ya hep beraber ya hiçbirimiz” içgörüsünün ferah, yüce mevkisi mi?

Bedenine kaydolmuş/kazınmış doğal içgüdülerin esiri sefil bir varlık olma konumunu aşa aşa insan oluyoruz.

Komşusunun acısı ve üzüntüsü biricik zevklenme biçimi olup çıkmış biriyle hangi ortak insanlık zeminidir ki paylaşabileceğimiz? Kendi ızdırabı ve yoksunluğunu ötekinin çaresizliğiyle telafi etmeye çalışmak ne hazin bir düşkünlük halidir.

Kardeşi annesinin memesindeyken içinde biriken kızgınlık ve hasetle yüzü kararıp solan çocuk ya da kardeşini öldüren Kabil mi, yoksa arkadaşları canından olmasın diye hiç tereddüt etmeden kendi hayatını hiçe sayan mıdır insanı temsil eden makam?

İnsanlığın tek ve ortak olduğunu, hepimizin derin, güçlü ve iptal edilemez bağlarla birbirimize bağlandığını, birbirimizde çoktan gömülü olduğumuzu, ancak ötekinden yola çıkarak ve ötekinin mahallinde kendi eşsiz varoluşumuzu gerçekleştirdiğimizi idrak ederek dahil olmaz mıyız soylu insanlaşma macerasına? Yoksa güç ve iktidar sahiplerine biat etmek, kendi varlığının koşulunu o tabiyet ilişkisi içinde konumlandırmak, yani gücün/iktidarın aparatı olmanın, orada erimenin verdiği güven ve teselliye teslim olmak direkman insanlıktan çıkmakla eşdeğer değil midir?

İyice suyu çıkarılmış olan tüm şu horlanma ve aşağılanma hikayelerinin gelip bağlandığı yer en nihayetinde hayatın hor görülmesi ve ölümün yüceltilmesi/ arzulanması uğrağı değil midir aslında?

Kimlik ve mağduriyet/kurban-oluş ve travma anlatı ve politikalarında bizi büyük insanlık dertlerinden uzaklaştıran ve otoriter/totaliter liderlerin yörüngesine sokan bir tuzak yok mu? Şu satırları bunun bir örneği olarak okumalıyız demek ki:

“Üst-Müslümanlar Allah’ın dünyadaki sesi olmak ister, ateşli inançlarını taşımayanlara nefretlerini haykırırlar. Onlara “Allahçılar” da denebilir, çünkü durmadan Allahuekber diye yırtınırlar. İlke olarak söyleyen kişiye ne kadar küçük ve zayıf olduğunu anımsatıp rahatlatması gereken bu yakarış burada bir kendini beğenmişlik, istediği her şeyi yapmakta sakınca görmeyen bir güç gösterisine dönüşür. Allah diye diye öldürürler. Allah’ı kendilerine bağımlı kılarak ona bağlanırlar. İşte bu nedenle Üst-Müslüman figürü suçlulara ya da suçlu olmaya istekli kişilere çekici gelir; kanun kaçağı olmak arzusuyla tüm yasaların üstünde olduğu varsayılan bir yasayı benimser, onun aracılığıyla topluma aykırı eğilimlerini, insan öldürmeye yönelik dürtülerini soylulaştırırlar.”[2]

Bir yanda sıradan kötülüğün dışavurumları; bencillik, yıkıcılık, nefret, ölüm siyaseti, diğer yanda iyiliğin belirtileri; işbirliği, dayanışma, fedakarlık, ortaklık arzusu, ötekinin derdini ve sorumluluğunu üstlenme iradesi, diğerkamlık. İnsaniyet zeminini, insanlık durumunu yerleştireceğimiz iki kutuptur bu.

Öteki sayesinde, ötekiyle birlikte, ötekiyle paylaştığımız bir ortaklık zemininden yükselerek insan oluyor ve dünyaya yerleşiyorsak eğer, bu yüzden varlığımızın en derin katmanı denen yer hak, hukuk, adalet ve şükran duygularının kaya gibi sarsılmaz çekirdeğinden müteşekkil ise şayet, açgözlülük ve bencillik, düşmanlık ve yıkıcılık, haset ve nefret apaçık bir zillet olarak kendimizi tümden inkar etmeye varmaz mı en nihayetinde?

Her iki kutbun aktörleri her zaman açıkça seçilemiyor olsa ve söz konusu değerler farklı derece ve yoğunluklarda hepimizi kat ediyor olsa da her olay ve meseleyi bu iki konum ve değerler setine göre tarif etmeye çalışmamız, her vesileyle aynı soruya (insan kalmak nedir) dönmemiz sebepsiz değil. Bu türümüzün var kalması ve geleceğiyle ilgili çünkü. Bütün hikaye aslında, bir saat gibi kusursuz biçimde işliyor olsa da, canavarca işleyişi yüzünden kendi de dahil her şeyi -bedenlerimizi ve hayatlarımızı da- tüketmeden son bulmayacak olan bir sistemle, total kapitalizmle ilgili. Yasını tutmak şöyle dursun bizzat kendimizin tanıyamadığı tüm kayıp, hayal kırıklığı ve yoksunluklarımız da.

Günümüz bireyine musallat olmuş tuhaf bir çözülme, güncel ve kitlesel bir tür kişilik bölünmesi vakasında da aynı şeyle -aynı şeyin en sathi görüngüsüyle- karşı karşıya değil miyiz: Bir yandan bu korkunç sistemden yakınıp isyan eder ve onu değiştirmek için ne kadar güçsüz olduğumuza kahrederken, diğer yandan aynı sistemi sürdürecek ve yeniden üretecek biçimde davranmıyor muyuz? Kendimizi düşürdüğümüz tatminsiz tüketiciler konumu bizzat sistemin ta kendisi değil mi aslında? Can alıcı bir hakikat biraz daha öne çıkmıştır bugün: Mesele ötekini değiştirmek için çabalamaktan ziyade bizzat kendimizin değişmek zorunda oluşudur.

Demek bundan böyle karşımıza çıkan her somut olay ve durum artık insan olmak ne demektir, nasıl insan kalırız sorusunda gelip düğümlenecektir artık. Çoktan arızi olmaktan çıkarak insanlığın karşısına dikilmiş, her şeyin kökenindeki ve/ya en yüzeydeki meseledir bu. Demek her çatışma ve uyuşmazlığı aynı karşıtlığın terimlerine tercüme ederek kavrayabiliriz artık: İnsanın en sefil, en zavallı, en ilkel, en iğrenç eğilim, duygu, zihniyet ve yatkınlıkları bir uçta temsil ve ifade bulurken, diğer uçta en yüce, en eşsiz değer ve ilkeler, ortaklaşmacılık ve kardeşlik arzusu yükselecek, dile gelecektir.

Demek ya sıradan sapkınlığa, kötülüğün egemenliğine topluca teslim olacak, insanlık durumunun en fena -belki de son- gerilemesi ve dağılmasının faili/taşıyıcısı olacağız ya da her uğrağı ve irili ufaklı her mücadele ve karar anını aynı coşku, sevinç ve inatla yüce insanlık değerleriyle buluşturma çabasından vaz geçmeyerek, haysiyetimize sahip çıkacağız. Çünkü, çok şükür ki, eşsiz insanlık zemini ve temsillerini mütemadiyen ete kemiğe büründüren -şu kısacık seçim döneminde bile ağlayarak, içimiz kabararak şahit olduğumuz- karşılaşmalar, oluşlar, mücadeleler, jestler, tavırlar parlak kutup yıldızları misali hiç eksilmiyor göğümüzden.



[1] (Aktaran) J. Forrester, Freud Savaşları, çev. H. Atalay, Ayrıntı Yayınları, 2000, s. 22-3.

[2] F. Benslama, Ölüm Siyaseti, çev. O. Türkay, İletişim Yayınları, 2018, s. 65.