Küçük bir kıraathane meclisi, şimdilik keksiz ama bol çaylı. “Obezite” sorunundan söz ediliyor, en hararetli konuşmacı da tarihsel Türk solunun hemen bütün özelliklerini süzgeçsizce kendinde toplamış daha genç bir dostum. Konu hızla emperyalizm meselesine doğru genişlerken başka bir konuşmacı, Türkiye’deki obez oranının ABD’yi geçtiğine dair bir araştırma sonucuna işaret edecek oluyor. Gözüm bizimkinin üzerinde: birden dalgınlaştı, ifadesizleşti ve bir süre sonra da yaklaşan Dünya Kupasından söz etmeye başladı. Futbol her zaman kurtarıcıdır ama dostumun bu evrensel sağlık sorununa duyduğu ilgi de bir anda kesilmişti. Şu halde bir sorunun “sorun” olabilmesi için ABD’den (veya Batı’dan) kaynaklanması mı gerekmektedir, ya da en canhıraş biçimini orada alması (bizden uzakta); aksi halde konuşulmaya değmeyecek midir?
Şimdi, çok benzer bir zihinsel/ideolojik otomatizmin işlediğini bundan kaç küsur yıl önceki “Ergenekon” (Mersedes) vakasında da görmemiş miydik? Katiller o kazada teşhir oldu ve Türk solu, Türkçü sol, “Gladyo”dan başka bir lakırdı edemez oldu: bütün bu pislik Türkiye’nin NATO’ya girişiyle başlamıştı; ABD genel kurmayı ve CİA, Sovyet tehdidine karşı ülkenin derinliklerinde bir gizli ordu kurmuştu ve şimdi (“Duvar”ın yıkılması ve Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla) o cerahat de patlıyor ve gizli ordu kalıntıları artık ya temizleniyor ya da neo-liberal dünya düzeninin gereklerine uygun olarak yeniden-örgütleniyordu. Öyle ya da böyle, her şey Missouri zırhlısıyla başlamıştı. 1950’den önce (ya da 1946’dan önce, ya da 1938’den) herhangi bir ciddi problem yoktu, Türkiye bir “Anadolu Aydınlanması” yolundaydı – tâ ki, Köy Enstitüleri işlevsizleştirilene ve ülke de NATO’ya girene kadar. Demek Teşkilatı Mahsusa denilen yoğunlaşmanın 1918’den 1923’e ve sonrasına “yönlendirilmesine” ilişkin hiçbir düşünce yoktu kafalarımızda. Nuri Killigil, Hüsrev Gerede, Sakallı Nurettin veya Bahçekapılı falan filana dair hiçbir şey okumamıştık, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu sadece tatlı bir polisiyeydi bizim için. TBMM’nin ilk toplantısında alelacele aldığı kararlardan birinin, soykırım suçlularının üzerindeki şüphenin izale edilmesine ve tamamının affedilmesine ilişkin olması bizim işimiz değildi.
90’lı yıllar. Genç bir Kürt solcu kardeşim, beraber çalışıyoruz. O yıllarda henüz Bekaa ile arası iyi olan ama bir yandan da Türkçülüğe, anti-semitizme bolca yatırım yapmaya başlamış olan Yalçın Küçük’ün etkisi altında. Dolayısıyla bir “erken-anti-liberal”, bir “erken-anti-yetmez-ama-evetçi” diyebiliriz. Büyük hevesle Mahsusacı kahramanların, mesela “Süleyman Askeri Bey’in” falan Libya’daki gerilla faaliyetlerine ilişkin eline ne geçerse okuyor. Hayranlık hüsrana, iki de değil dört taraflı küskünlüğe dönüşecek.
Yukarda “obezite” bahsinde tepkilerini aktardığım arkadaşım son derece enternasyonalisttir. Lahore’da İsviçrelilerin işlettiği bir AVM’de veya bir Fransız firmasının ucuza insan çalıştırdığı bir tekstil atölyesinde yüzlerce insan bir “teknik hata” sonucu can verince bunun acısını tâ içinden duyar. Gazze’ye ilgisi biraz zayıflamıştır, İslamcı Hamas’tan ötürü; ama İsrail vahşetini protesto etmiyor değildir. -- Ama bu kişinin daha ilginç yanı, herhangi bir yabancıyla birlikte olduğunda geliştirdiği davranışlardır.
İki genç tip vardı orada, Türkçe bilmeyen. Tiflis’ten geldikleri ortaya çıktı. Hiçbirimiz Gürcüce, Osetçe, Rusça, Lezgice bilmiyoruz. Sadece karşılıklı gülümseme. Benim adam bu çocuklara ısrarla Türkçe sözler fırlatmaya girişti, onlar hâlâ gülümsemeye devam ederken.[1] Şüphesiz Stalin sözcüğü de ifraz edildi bu çokça tek-taraflı söyleşide (“niçin bilmiyorlar!”). Alay ettik ve gönderdik: Niçin bilmiyorlar! Tahmin edersiniz, biz solcu ve enternasyonalist olduğumuz için, bu davranış orada “Türkçe konuşamıyorsanız bu derinliklere dalmayın!” gibi bir noktaya gelmedi. Eğlendik. Estonyalılar biraz şaşkın ve alelacele kalktılar, biz eğlendik. Üste çıkmış, üstte kalmış olduk.
***
Bilmediğimiz şeyle önce alay ederiz. Adamın adı “Çang Çong Çung” muymuş, kakara kikiri. İstvan Meszaros veya Tran Duc Thao muymuş, daha da kakara ve daha da kikiri. – İşte, asıl görevi bu olmamakla birlikte Marx-Engels’in kurdukları “enternasyonal sosyalist” örgütlenmelerin bir faydası da o tuhaf, aslında zevksiz ve inançsız (çünkü güvensiz) kahkahayı devre dışı bırakmasıdır. Orada kadın tam da iyi bilmediği bir dilden, iki dili de iyi bilmeyen bir “dragoman” aracılığıyla, Finlandiya’daki mücadele ile Sofya’daki veya Kahire’deki kaynaşmaların “olası bağlantısından” söz etmektedir. Çang Çong’u ilgiyle dinleriz, bu arada bir kulağımız da kaşarlanmış II. Enternasyonal yöneticisindedir: “Bu kız da,” demektedir bize doğru, “bu kendini isyankâr sanan kız, Roma’da ikinci adam olmak yerine kendi köyünde şef olmak istiyor.”[2] – Bu sırada, Rosa’nın ne dediğiyle hiç ilgilenmeyen bir Lenin veya Troçki de Helsinki’den veya Delhi’den gelmiş tatminsiz delegenin bozuk Almancasına maruz kalmaktadır.
Türk sosyalist-devrimcisinin özellikle 70’li yıllardan sonra herhangi bir gündelik enternasyonalist deneyimi olmadı. O gündeliğin içinde, eğer olsaydı, enternasyonalizmin sadece enter-nasyonalizmden ibaret olmadığı, kozmopolitizm denen bir karışımdan da bolca nasiplenmesi gerektiği ortaya çıkacaktı. Olmadı. Çeşitli mücadelelerin uzaktan birbirine gönderdiği selamlar Çung Çang’ı aşındırmaya yetmedi. (O yıllarda bir tür “devrimci-kozmopolitizm” sadece Latin Amerika’da oluyordu galiba, Julio Cortazar’ın metinlerinde yansıyan. Özellikle Seksek’te.) Mesela Yunanistan Komünist Partisi (millici-Stalinist) ile Türkiyeli Hazirancıların veya TKP’lilerin “Kıbrıs ve 12 Adalar” konulu bir toplantıda buluştuğunu düşünelim – nasıl davranacaklardı bu insanlar birbirine? Önce “bu toprakların insanlarının duyarlıklarından kopmamayı”[3] mı gözeteceklerdi, kendi ulusal aidiyetlerini mi düşüneceklerdi? “Elinizi serbest tutun,” dediği unutulmuştur Lenin’in, “kendi devletinizin, kendi çoğunluğunuzun oyuncağı olmayın.” (Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky kitabında çeşitli pasajlar.)
Bir gün hatırlıyorum Ankara’da, galiba Mülkiye anfideydi, 60’lı yıllar. Mihri Belli, o zamanki TİP’in fazlasıyla yerli (ama pek de “milli” filan olmayan) yöneticilerine, Aybar, Boran ve Aren’e karşı, kendi sosyalist deneyiminin enternasyonal karakterinden söz ediyor, 40’lı yıllarda Yunanistan’da sosyalistlerle faşistler arasındaki iç savaşta rol almış olduğunu anlatıyor. Ama konu orada kalmadı. Belli, nedense göz kırparak, “Mao’nun hanımıyla” tanışmış olduğunu da belirtti. – Böyle şeyler, “tatlı” da olsa, Komintern’in ilk dört kongresinde cereyan edebilir miydi?
İşte burada “kozmopolitizm” terimiyle anlatmaya çalıştığımız şeyin bir yönü, o göz kırpmaya meydan bırakmayacak bir açıklıktır. Erkekler-arası gizli kikirdemelere izin vermeyecek bir düzlük. Orada kimse zevkle “Çing Çeng” veya “Ugh” filan demiyor. Öte yandan, Komünist Enternasyonal’in o ilk dört kongresinde, çeşitli cinsiyetlerden, çeşitli “cinsel tercihlerden” insanlar, müstehcen ve tatlı göz kapağı hareketlerine (müstehcen çünkü tatlı, tatlı çünkü müstehcen) hiç ihtiyaç duymadan, çalışma bittiğinde, mümkünse tartışma da bittiğinde, akşamları, birbirlerini bulabiliyorlardı, ok gibi: bakalım bu yataktan sabaha nasıl çıkacağız. Ve hepsi de sabah en geç 5:30’da uyanmak durumundaydı, yaşlılar bile.[4]
Yukarda şey demiştim, bizim devrimci sosyalistlerimizin herhangi bir şeyin kötü olduğuna (ya da iyi olmadığına) karar verebilmeleri için o şeyin “Batı”dan ve mümkünse ABD’den geliyor olması gerekir. Aksi takdirde kararsız kalıyoruz, bocalıyoruz. Şimdi, Estonya Batı mıdır Doğu mu?
“Ruy-i zeminciliğe”, “dünyacılığa” karşı bu tepki, bu huzursuzluk, eğer kısır bir direnç ve ketlenme noktasında kalmayacaksa, “Ugh” düzeyine kilitlenmeyecekse, mutlaka kendi uç noktasına, “akl-ı selim” denen makul ahmaklığın çok ötesine götürülmek zorundadır, kendi hakikatini (veya “sahiciliğini”) ancak böyle bir aşırılaşmada elde edebilir. Bunun nefis bir örneğini bundan birkaç hafta (veya ay) önce yine Birgün gazetesinde, sadece dış politika yazılarıyla değil, çok güzel “obituary”leriyle de tanıdığımız Mustafa Kemal Erdemol’un bir denemesinde gördüm. Diyordu ki, Amerika’nın (ABD’nin) bu dünyaya yaptığı bütün kötülükleri düşününce, o kıta keşke hiç keşfedilmemiş olsaydı diyorum ben. Oradaki canlılar buradakilerden, buradakiler de oradakilerden habersiz yaşamaya devam etseydi.
Yapınca böyle yapmak lazım, anti-emperyalizmi “keşke tarih hiç yaşanmasaydı” noktasına kadar götürmek. İşte, sahra-altı Afrika topluluklarının Fenikelilere itirazını da ancak böyle hissedebiliriz belki.
[1] Bu genç çiftin kendilerini büsbütün “enayi” konumunda hissetmemek için sarf ettiği sinirsel enerji miktarını hesap edebiliyor musunuz?
[2] Karl Kautsky’nin 1907’de Rosa Luxemburg için bir mektubunda söylediği söz. Yüz yüzeyken de kibarca hissettirmiştir Luxemburg’un taşralılığını, kendi karısının Parti içinde Rosa’nın en yakın birkaç arkadaşından biri olmasına rağmen.
[3] Bkz. Sungur Savran, “İstibdada Karşı Sınıf Mücadelesi”, Birgün Pazar, 22 Temmuz 2018.
[4] O ilk dört kongrenin gündeliğiyle ilgili bugün bile en iyi metin, oraya önce Fransız anarko-sendikalistlerin delegesi olarak katılan, 1923’ten itibaren de Troçki’nin yanında yer alan Alfred Rosmer’in Lenin Döneminde Moskova kitabıdır. Henüz Türkçesi yok.