Jeremy Corbyn, Filistin meselesiyle yakından ilgili bir siyasetçi. Öyle ki İngiltere’nin iç siyasetini doğrudan ilgilendiren Brexit gibi meselelerde kaçamak tavırlar sergilemeye, zor toplara girmemeye özen göstermesine rağmen Filistin meselesinde epey açıksözlü, müdanasız denebilecek açıklamaları var. Labour dışındaki ve içindeki muhalifleri onun bu özelliğini bir avantaja çevirip Corbyn’i buradan vurmak için bir karalama kampanyası yürütmekteler.
Kampanyayı yürütenlere bakılırsa Corbyn, bir anti-Semitist; Corbyn ise kendini İsrail’in saldırgan politikalarına karşı Filistin halkının haklarını savunan bir anti-Siyonist olarak tanımlıyor. İngiltere’nin İrlanda’da yaptıklarıyla, İsrail’in Filistin’deki varlığı arasında birtakım paralellikler kuruyor. Ne var ki Corbyn’in ve Labour’un öbür “önde gelenleri”nin anti-Siyonizm ile anti-Semitizm arasındaki sınırı aşındıran kimi tavırları aleyhteki kampanyayı yürüten muhafazakârların eline ciddi kozlar veriyor.
2012’de, Karel Ockerman adlı bir grafiti sanatçısının Doğu Londra’da 1980’lerden itibaren Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Bricklane’de yaptığı bir duvar resmi anti-Semitizm suçlamasıyla silinmişti; Ockerman’ın resminde Yahudi bankerler yoksulların omuzları üstüne konmuş bir tablada “monopoly” (tekel) oyunu oynuyorlardı: Ta Hitler’den beri bilinen “uluslararası Yahudi finans sermayesi” klişesi. O zaman milletvekili olan Corbyn, resmin yasaklanmasına hararetle karşı çıkıp bunu Diego Riviera’nın Lenin resminin Rockefeller tarafından yasaklanmasına benzetmişti. Corbyn’in bu anlaşılmaz tavrının Filistin halkının haklarıyla bağlantısını kurabilmek zor.
Yine Corbyn 2013’te yaptığı bir başka konuşmada İngiltere’deki Siyonistlerin İngiltere’nin bir parçası gibi davranmadıklarından, kendilerini İngiltere’ye ait hissetmediklerinden yakınırken görülüyor. Geçen ay Labour muhaliflerince gündeme getirilen bu konuşma yeni bir anti-Semitizm suçlamasına vesile oldu.
Londra’nın eski belediye başkanı Ken Livingstone da (Labour’ın parlak isimlerinden biriydi) Nisan 2016’da durup dururken “Hitler’in Siyonistleri desteklediğini” ileri sürdükten sonra gelen tepkiler üzerine istifa etmek zorunda kalmıştı.
Bu tür olaylar biriktikçe Labour’a yöneltilen anti-Semitizm suçlaması da ister istemez bir haklılık zemini kazanıyor.
***
Corbyn bana kalırsa bir anti-Semitist olmaktan çok İsrail devletine, Siyonizm’e ve Siyonistler’e kafayı takmış bir siyasetçi. Bu takıntısının haklı nedenleri de var: Filistin halkının uğradığı haksızlıklar, zulümler bunlardan biri. Ama “anti-emperyalizm” torbasına doldurulmuş bir ortodoks Marksist takıntıdan ve bu takıntının bir siyasal analiz nesnesi haline getirilmesinden de söz etmek gerekir. Corbyn, bu açıklıkla ifade etmese de; dünyanın Amerikan emperyalizmi tarafından yönetildiğini, Amerikan emperyalizminin de Siyonist lobilerin egemenliği altında olduğunu düşünüyor ve bu konuda onunla mutabık kalabilecek yığınla yerli ve yabancı faşist var. Geçen ay “İngiltere’deki Siyonistler”le ilgili konuşması ortaya çıktığında Corbyn’e ilk destek çıkanlardan biri ırkçı Britanya Ulusal Partisi’nin eski lideri Nick Griffin oldu.
Aynı takıntının tezahürünü 2016’dan beri devam eden Brexit tartışmasında da izlemek mümkün.
Avrupa’yı halklardan ve değerlerden değil devletlerden ve çıkarlardan ibaret bir coğrafya olarak gördükleri için AB dışında kalma taraftarı olan bir evrensel solcu tipi olduğu malum – tabii buna “solcu” demek mümkünse eğer. Güya sol adına savunulan bu Avrupa tasavvuru, en çok Avrupa içinde ve dışındaki sağcıların işine yarıyor, onların işini kolaylaştırıyor. Çünkü farklı halklardan solcuların, sosyalistlerin enternasyonel bir imkân etrafında bir araya gelip birtakım alaşımlar oluşturma ihtimali daha en baştan otomatikman ortadan kalkmış oluyor. Türkiye gibi yerlerde bunun vahim sonuçlarını gözlemlemek daha kolay. Türkiye’deki sosyalist gruplar herhangi bir toplumsal tabana sahip olmadıkları halde yarın bir sosyalist devrim olacağını ve her türlü emperyalizmin def edileceğini düşündükleri için AB’nin kötülüklerini, AB devletlerinin emperyalist emellerini anlattıktan sonra Türkiye’de Erdoğan rejimiyle başbaşa kalmanın trajedisini yaşıyorlar. AB’yle ilişkilerini koparmış bir Türkiye’de sosyalizm kurulmadığı gibi hukukun büsbütün askıya alındığı bir otokratik rejime doğru yol alınırken sosyalistlerin bunu geri çevirebilecek bir imkânı ve etkisi yok.
İngiltere’de ise durum tam olarak böyle değil; yani İngiltere’nin AB’den uzaklaşması Türkiye’de olduğu gibi anti-demokratik bir toplumla başbaşa kalma sonucunu vermiyor. Ama orada da Brexit, birtakım ilkesel sorunları getirip solun önüne koyuyor.
Brexit’in gerisindeki temel motivasyonlardan biri AB üyesi ülkelerden İngiltere’ye gelen yabancı işçilere toplumsal faydalardan yararlanma hakkı tanınmasının İngiliz işçi sınıfında ve alt orta sınıflarında yarattığı rahatsızlıktı. Brexit’i savunanlar “biz işçi sınıfı adına Macar işçilerle dayanışıp haklarımızı arayacağız” demek yerine herkes kendi ülkesine dönsün, “İngiltere İngilizlerindir” noktasında duruyorlardı. Bu tavrın başka ülkelerin işçileriyle ilişkileri çok az olan İngilizlerin yoğunlukta olduğu Midlands gibi yerlerde destek bulması Brexit’in dışavurduğu korkular ve önyargıların sarih bir ifadesiydi. Boris Johnson gibi şovenist siyasetçilerin köpürttüğü muhayyel yabancı korkusu bir anlamda Brexit’in motoruydu.
Bu durum karşısında sosyalistlerden, sosyal-demokratlardan AB içinde kalıp serbest dolaşım hakkını savunmaları, işçilerin-demokratların-çevrecilerin enternasyonal dayanışmasının önündeki engellerin kaldırılması yönünde mücadele etmeleri beklenirdi; Labour ve Corbyn bir politik fırsatçılıkla sessiz kalmayı tercih ettiler.
Brexit referandumunun üzerinden iki yıl geçtikten sonra Theresa May, Temmuz ayında ekonominin gelecekte karşılaşabileceği müşkül durumu gerekçe göstererek İngiltere’nin AB’den bütünüyle ayrılmak yerine ortak pazarın parçası olarak kalacağı yeni bir Brexit paketi hazırladı ve yine Boris Johnson gibi şovenist siyasetçilerin başı çektiği, kendi partisi içindeki öbür muhafazakâr cephenin tepkisiyle karşılaştı. Sonuçta İngiliz sağı kendi içinde AB’den kayıtsız şartsız çıkmak isteyenler (No-Deal) ve ortak pazar içinde kalmak isteyenler (Chequers) olarak ikiye bölünmüş durumda. Zayıf bir ihtimal gibi görünse de İngiltere, 2019’da bir Brexit referandumu daha yapabilir. İngiliz sağı kendi içinde bunun kavgasını verirken Siyonizm gibi konularda oldukça duyarlı olan Corbyn sessiz.