Biz Türkler “sınır” sözcüğünü Yunancadan almışız. Yunancada “Sinoron”muş, “sinor” olmuş ve nihayet “sınır”a dönüşerek dilimize yerleşmiş. Bir de Arapça kökenli olanı var “hudut” diye; o da Arap dilindeki “had”dın çoğulu ama dilimizde galat olmuş, tekili ifade ediyor. Neden bu sözcüklerin Yunanca ve Arapçasına ihtiyaç duymuşuz? Onu etimologlar ve tarihçiler araştırsın. Orta Asya’da konuşulan Türkçelerde ise “sınır”, “ara çek” ya da “çek ara” olarak geçiyor. “Ara”, Türkçe ama bizdeki anlamı farklı: İki nesnenin ortasındaki boş yer, “sınır” değil. Sınır, herhangi bir şeyin bittiği nokta ya da çizgi, son ve ötesi yeni bir başlangıç.
“Sınır” kavramını kullanmadan ne düşünce üretmek, ne beşeri ilişkileri, ne de haklarımızı tanımlamak mümkün. “Sınır” düşünen bir varlık olarak insanın onsuz yapamayacağı bir “tespit edici”...“Sınır” hakkında haddimi aşarak bu denli malumatfuruşluk etmemin ulvi bir amacı var: “Sınır”ın hayatımızdaki değerini, ülkemiz için anlamını, varlığımızın devamı açısından lüzumunu hatırlatmak.
Şu bakımdan; Türkiye sınırlarını yitiren, sınırları bulanıklaşan bir ülkeye dönüşüyor.
Hızla. Hem de her bakımdan. Bu etki, fiziki sınırlarında, kurumlar arası işlerliğinde ve kurumların işleyişinde, siyasetinde ve ahlakında görülüyor.
Türkiye son yıllarda bir “ara ülke” haline geldi.
Türkiye’yi felsefedeki İngilizce tabiriyle “borderline case”den mülhem, “sınırda ülke” olarak da tanımlayabiliriz.
Sınırda ülke: Gri saha, alacakaranlıktaki bölge.
Bir ülkenin aslında aralarından geçen sınırla ayrılmış olması gereken ve birbirlerini reddeden ve dolayısıyla çatışan iki farklı durumu aynı anda içermesi. Bunun sonucu, sınırları kendi içinde bulanıklaşmış bir Türkiye oluyor, bir halden ötekine geçiliyormuş izlenimini ediniyoruz. Geçilen halin ne olacağını ise öngörmek mümkün değil. Hatta, sonunda bir halin kalıp kalmayacağını da bilmiyoruz.
Halbuki, sınırlayıcı faktörlere şiddetle ihtiyacımız bulunuyor. Demokrasi mesela, diktatörlüğün sınırlayıcı faktörüdür ve çok iyidir. Kurumsal, laik ve öngörülebilir bir dış politika da ideolojik saplantıların tutsağı olmuş, kişiselleşmiş bir dış politikanın sınırlayıcı faktörüydü. O da iyiydi aslında.
Hukuk nihayet, keyfi ve otoriter yönetimin sınırlayıcısıdır. Hukuk olmayınca, nihayeti de göremiyoruz ve işte bir Osman Kavala gibi hapse atılıyoruz, neyle suçlandığımızı bilmeden, hatta suçlanıp suçlanmayacağımızı bilmeden, tutuklu halde bir yılı aşkın süredir bekletiliyoruz. Çünkü bizi hapsedenlerin “had”di yok.
Osman Kavala’yı hapsedenler, sadece onlar biliyor onu neden içeride tuttuklarını.
“Sınırda ülke”, sınırsız olması gerekeni var gücüyle sınırlıyor, sınırlanması gerekeni ise alabildiğine serbest bırakıyor.
Akademik özgürlük, bilgiye ulaşma imkânı ve düşünce özgürlüğü sınırlandırılıyor. Evrim gerçeği hakkında korkmadan çekinmeden kelam edilemeyen bir “ara ülke”deyiz.
Oysa ki bilgi sonsuzdur. Ham veriyi bilgiye dönüştüren düşüncedir. Düşünceyi bastırmak, bilgiyi sınırlamaktır.
Boylu boyunca ne kadar duvar örerlerse örsünler, iş işten geçti; “ara ülke”nin fiziki sınırları da bulanıklaştı. Suriye’deki rejimi değiştirip yerine istediklerini koymak için kendi ülkelerinin sınırlarını görmezden gelenler amaçlarında başarılı olamadılar ama bu maceralarının faturası ağır çıktı. Misal, Türkiye’nin bir kısmı Suriyeleşti.
Fantezi âleminde yaşayan bir Pan-İslâmist, evvel zaman içinde yazdığı kitabında “Batı’yı referans alan siyasi kültür değişmedikçe merkez ülke Türkiye bu rolünü oynayamaz” mealinde fikir beyan etmişti. Sonra gün geldi, müellifimiz Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu kitabına uydurmaya yeterli bir güce sahip olduğunu sandı.
Sonuç ne oldu? Ortadoğu Türkiye’ye girdi.
Son örnek, Cemal Kaşıkçı cinayeti.
Türkiye’ye fiilen sığınmış muhalifini, İstanbul’daki başkonsolosluğunda ortadan kaldırıvermeleri için katillerini özel uçakla buraya yollayan bir istibdat rejimiyle rekabet ediyoruz ve hunharca cinayetin siyasi arka planında bu çekişme var.
Bir sınırımız olsaydı, işler bu raddeye gelmezdi.
Gücü sınırsız olsun diye hukuku, adaleti, Meclis, Anayasa Mahkemesi ve Sayıştay denetimini ıskat eden, bağımsız medyayı ortadan kaldıran bir siyasi iradenin “had”sizliği, Türkiye’yi hangi dip noktasına sürükleyecektir?
Dip de “son”dur. Sınır “son” kavramı ile anlamdaş.
Aşağıya doğru son, “sıfır” noktası mıdır?
Sıfırı da Araplardan almışız. Öz Türkçede sayılar “bir”den başlıyor, “dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz”a kadar gidebiliyor. “Milyon” Türkçe değil.
Türkiye’nin dibi var mı? Varsa, Türkiye’nin aşağıya doğru burgusunda bir “son” vardır.
Yoksa, ki yok, çünkü Türkiye düşüşünü frenleyecek bağımsız kurumlarını ve toplumsal insicamını yitirdi. O halde “sıfır”ın altında neler olabileceğini öngörmeyi deneyelim.
Ben öngöremiyorum, öngörebilen birinin olduğunu da sanmıyorum.