Emmanuel Macron, Fransa siyasal yaşamına gökten zembille indiği 2017 cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde, aday olmasının gerekçelerini açıkladığı kitabına Devrim başlığını seçmişti. “İlerlemek, ülkemizi başarıya götürmek ve 21. yüzyılın refahını inşa etmek istiyorsak, tarihimizin sürekliliği içinde, harekete geçmemiz lazım.” diyordu kitabının girişinde:
“Çünkü çözüm bizdedir. Gerçekleşmeyecek bir öneriler listesinde değildir. Çözüm, yapılacak eğreti uzlaşmalardan ortaya çıkamaz. Bir derin demokratik devrimi öngören farklı çözümler sayesinde gerçekleşebilir.(…) Ben bu demokratik devrime, Avrupa’da ve Fransa’da, ona maruz kalmak yerine kendi devrimimizi kendimiz gerçekleştireceğimiz devrime inanıyorum.”
Zamanında ünlü Fransız anayasa hukukçusu Duverger’nin Cumhuriyetçi monarşi rejimi olarak tanımladığı yarı-başkanlık sisteminin yürürlükte olduğu Fransa’da, Emmanuel Macron zarların üst üste düşeş gelmesi sonunda cumhurbaşkanı seçilmişti. İktidara gelişinin üzerinden bir buçuk yıl geçtiğinde, kamuoyu yoklamalarında en düşük desteğe sahip cumhurbaşkanı olma başarısını elde etmiş durumda. Hükümetin, 2019 bütçesinde akaryakıt ürünlerine ve esas olarak motorinden alınan vergiye “çevre koruma politikası” gerekçesi ileri sürerek arttırma kararına karşı oluşan taşra orta sınıfı tepkisi, Kasım ayının ortasında beklenmedik bir toplumsal öfke patlamasına dönüştü.
Macron’un kitabında bahsettiği Devrim’in tarihsel referanslarını yeniden canlandıran, sayısı göreli olarak az ama kararlılığı yüksek ve kamuoyundan büyük destek bulan bir hareket, Fransa’da üç haftadan beri bütün siyasal gündemi altüst etti. Kendini bir bakıma 1789’da Bastille Hapishanesi’ni işgal ederek, Fransız Devrimi’ni başlatan “baldırı çıplaklara” (les sans-culottes), yani iş güç sahibi ama geçinmekte zorlanan orta sınıflara benzeten, bu anlamda tam da Macron’un ifade ettiği tarihî sürekliliği yaşayan bir kesim, Macron hükümetini şaşkınlık ve çaresizlik içinde bırakmış durumda. Tarih toplumsal hafızada çalışmaya devam ediyor.
Macron’un ilk kez bu denli önemli bir toplumsal mesele karşısında günlerdir sessiz kaldığı, Başbakan Edouard Philippe’i cepheye sürdüğü toplumsal çatışma, 4 Aralık günü hükümetin söz konusu vergi artışı hakkında altı ay moratoryum ilan etmesi, arabaların teknik denetiminin sıkılaştırılmasının askıya alınması, 2019’da elektrik fiyatlarını arttırmama sözü vermesi ile sönümlenecek mi? Bunu 8 Aralık’ta “oyunun dördüncü bölümü”ne yapılan ve şimdilik iptal edilmeyen çağrıya katılım belirleyecek.
Ancak Macron yönetiminin üst üste gelen ve gerçek toplumsal müzakerelere dayanmadıkları için gerekçeleri anlaşılamayan reformlarına, üst sınıfların üstündeki vergi yükü azaltılırken, alt sınıfların sırtına yeni vergiler yüklenmesine karşı biriken öfke patlaması, şimdi başka toplumsal kesimlere yayılma eğilimi gösteriyor. Liseliler, çiftçiler, demiryolu işçileri, ambülans işletmeleri, vs. ardı ardına sokak gösterilerine çağrı yapmaya başladılar. Macron’un sergilediği çokbilmiş, küçümseyici ve teknokrat tavra karşı boşalan tepkinin akaryakıt vergisi artışının askıya alınmasıyla yatışması ihtimali az. Jüpitervari siyaset yapmakla övünen cumhuriyetçi kral halk tabakası nezdinde meşruiyetini yitirdi mi, eşitlikçi meydan okuma eğilimlerinin tarihsel olarak güçlü olduğu Fransa’da bunu telafi etmek artık pek mümkün olmaz. Macron’a karşı öfke cini artık şişeden çıktı ve bundan böyle giriştiği her yeni reforma bu heyulanın gölgesi vuracak demektir. Biraz fazla kendi dünyasına kapalı yaşayan Macron yönetiminin ilk başta tepkileri ciddiye almamasının bedeli, siyasal gündem denetimini kaybetmesi ve kralın çıplak olduğunun ortaya çıkması oldu.
Sarı Yelekliler hareketini, tam olarak hareket olarak bile tanımlamak şimdilik mümkün değil. Bir meydana kendini sabitlemeyen, Fransa’nın her yerinde küçük gruplarla ortaya çıkan ve “ben buradayım ve size bela okuyorum” diyen bir tepki boşalması bu. Taleplerinin iki, üç ekseni var elbette. Birincisi, vergi yükünün eşitsiz dağılımı. Buna, küçük taşra kentlerinde, kırsal bölgelerde kamu hizmetlerine ulaşım eşitsizliğine karşı oluşan tepki ilave oluyor. İktisadi, kültürel gelişmenin yeni nimetlerine ulaşamayan, hatta bunlardan gittikçe uzaklaşan bir orta-alt sınıfın endişelerinin öfkeye dönüşmesi söz konusu. İkinci eksen, tam olarak bu şekilde ifade edilmese de, radikal demokrasi talebi. Seçim sisteminin eksiksiz nispi temsile dönüşmesini, milletvekillerinin seçmenlerine hesap vermelerini, halk oylaması uygulamasının yaygınlaşmasını talep ediyorlar. Üçüncü eksen ise, bir tür haysiyet ayaklanması. Kibirli üst sınıfa, teknokrat kökenli yöneticilere, “ağzında gümüş kaşıkla doğmuşlar”a, küreselleşmenin hep kazananlarına karşı öfke patlaması bu. Aynı zamanda Macron’un şahsında özellikle yoğunlaşan bir küçük görülme, hor görülme, bir şey bilmez, asalak görülme tavrının yarattığı aşağılanma hissinin öfkesi çok belirgin. Göstericilerin ana sloganı olan “Macron istifa!”, aşırı sağdan aşırı sola kadar ortak bir tepkiyi dile getiriyor.
Spontane, örgütsüz, temsilcisi, sözcüsü olmayan, olmaya teşebbüs edenlerin de hemen alaşağı edildiği bir hareket Sarı Yelekliler. Siyasal parti, sendika, dernek yok arkalarında. Aynı zamanda tamamen yatay bir oluşum bu. Son derece heterojen ekonomik kesimleri, siyasal aidiyetleri, toplumsal konumları birleştiriyor. Macron’un iktidara gelirken siyasal parti sistemini darmadağın etmesinin, neoliberalizmin yıllardır sendikal örgütlülüğü dinamitlemesinin, örgütlü toplum yerine tek tek bireylerden oluşan bir piyasa toplumu idealinin hayata geçirilmesinin bedelini bugün Fransa’da iktidar, kendine öfke kusan bir spontane toplumsal hareketle diyaloğa girme imkânı bulamayarak ödüyor. Macron’un dikey yönetim anlayışının toplumsal gerçekle yüzleşmesi anı bu aynı zamanda.
Bu hareket nereye gider? Belki hükümetin attığı geri adım ve ilan etmeyi vaat ettiği önlemler şimdilik tepkiyi yatıştırır ama cinin şişeden çıktığı kesin. Sendikaların ve siyasal partilerin temkinli davranmaları, bu hareketin yarattığı siyasal-toplumsal enerjinin hangi alanda birikeceğini kestiremiyor olmalarından kaynaklanıyor. Başka ülkelerdeki benzer örnekler, bu toplumsal dinamiğin nerede kendine vücut bulacağına dair bir ön fikir veriyor. 2014’te Brezilya’da, Dünya Kupası öncesinde ortaya çıkan toplumsal tepki, iktidardaki Emekçiler Partisi’nin birkaç yıl içinde büyük destek kaybetmesi ve son başkanlık seçimlerinde aşırı sağcı Bolsonaro’nun seçilmesiyle sonuçlandı. İtalya’da 2009’da kurulan “ne sağcı ne solcu” Beş Yıldız Hareketi, son seçimlerden sonra aşırı sağcı Liga ile hükümet kurmayı kabul etti. Kuruluşunda yer alan çevreci, eşitlikçi, doğrudan demokrasi yanlısı ilkeler, 5 Yıldız Hareketi’nin yeni liderinin başbakan olduğu koalisyon hükümetinde yerini sağcı bir politikaya bırakmış durumda. Fransa’da da Sarı Yelekler hareketinin yarattığı dalga, gelecek seçimlerde ya aşırı sağ partilerin daha da güçlenmesine ya da sağ partilerle program olarak son tahlilde uyumlu bir yeni “ne sağ ne sol” hareketin doğmasına yol açabilir. Sol popülist kulvarda bu hareketi kendine tahvil etmeye çalışan Başkaldıran Fransa hareketinin bu dinamiği kendine tahvil etme ihtimali hiç yok değil ama oldukça zayıf.
Neoliberal küreselleşmenin yarattığı tahribatın sarsıntıları giderek artıyor. Bu aynı zamanda radikal bir iktisadi liberalizmle (piyasa toplumu hedefi) iyi yönetişim ilkelerine indirgenmiş bir siyasal liberalizmi birleştiren ideolojinin krizini ele veriyor. Küresel modernleşmenin elitleri ve kazananlarıyla küresel modernleşmenin kaybedenleri, dışta bırakılanları, seviye kaybedenleri arasındaki toplumsal yarığın iyice açıldığını gösteriyor. Unutmamak gerekir ki, bu yarığın kaybedenler, dışlananlar, kendinin hakir görüldüğüne inananlar tarafında olanlar sayısal olarak çok daha büyükler. Bu kesimin tepkilerinin daha iyi, daha arzulanır yeni bir toplum ütopyasına en azından şimdilik kanalize edilemiyor oluşu, “mutlu eski”yi yeniden tesis etmeyi vaat eden otoriter emellere meydanı boş bırakıyor.