Türkiye’deki kriz, tam teşekküllü, “mükemmel” bir rejim krizidir. Bu kriz, iktidarın hukuk ve anayasanın dışına çıkmasının ötesinde, hukuk devletine geri dönme niyetinin hiç olmadığını belli etmesiyle başladı. Sonuç, hukuk güvencesinin kaybıyla birlikte fevkalade kötü ve keyfi bir yönetme pratiği olarak karşımıza çıktı. Hukukun olmadığı yerde düzen ve öngörülebilirlik olmaz. Para ve insan da bunların olmadığı yerde durmaz. Çünkü para ve insan, düzeni sever, önünü görebilmeyi ister. Mevcut ekonomik kriz ise siyasetin, devletin ve toplumun külliyen maruz kaldıkları feci tazyik ve dejenerasyonun bir son ürünüdür.
“Rejim krizi” tamlamasını kullanmamın nedeni, bir rejimin krizde olması değil, ülkede gerçekte bir rejimin olmaması. Türkiye’ye dayatılan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adlı tuhaflık, bir “rejim” olarak adlandırılmayı dahi hak etmiyor.Bugüne gelene değin “rejim” sözcüğünü, başına “Erdoğan”, “AKP”, “başkanlık” ya da “tek adam” gibi bir “tamlayan” koyduktan sonra kullanmışsam, anlaşılabilir olma çabamdandır. Yoksa hakikatte mevzubahis olan “rejim” değil, bir “durum”dur.
Rejim, müesses olandır; “durum” ise müesses olmak zorunda değildir. Türkiye’de ancak bir “durum”un varlığından söz edebiliriz. Ve bu durum fiilidir. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” dayatıldığı andan itibaren tıkanmış olmasından ötürü ne çalışabiliyor ne de kendisini bir müesses nizama dönüştürebiliyor.
“Durum” her yönüyle berbatsa ki öyledir; yol açtığı kriz de mükemmel olur.
Bu “durum”da krize çözüm bulamadılar çünkü ellerinin yordamıyla erişebilecekleri herhangi bir çözüm yoktu.
Aslında çözüm vardı; var olduğunu biz biliyorduk; belki onlar da biliyordu ama yapamazlardı, çünkü hem kendileri değişemezler hem de değişimin önünü kapatmışlardır.
Ezcümle, “durum” fevkalade kırılgandır.
Bahse konu kifayetsizliğin neticesi olarak, hızla derinleşen bir ekonomik krizin sathında 31 Mart Yerel Seçimleri’ne kadar geldik.
Buradan nereye gideriz?
Demiştik ya, insan önünü görmek ister. Bu haklı bir asgari konfor talebidir.
İçinde bulunduğumuz “durum”da madem önümüzü göremiyoruz, bari gelip geçtiğimiz yeri görmeyi deneyelim.
Görünen o ki 31 Mart Yerel Seçimleri, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile başlayan siyasi dönemin son seçimleridir.
15 Temmuz dönemi, darbe girişimi sonrası Türkiye’de hukukun ve anayasal düzenin tamamen askıya alınması ve bunun yanı sıra Erdoğan ve Bahçeli arasındaki yeni işbirliğinin bir ittifak raconu çerçevesinde tarif edilebilir olmasıyla önceki dönemlerden ayrışır.
Bu dönem zarfında yapılan anayasa referandumu ve seçimler ne meşru, ne adil, ne de serbest olmuşlardır. Hatta 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu, OHAL şartlarında yapıldığı için meşru kabul edilemeyecek olmasının ötesinde, YSK’nın oy verme işlemi sürerken aldığı mühürsüz oyları geçerli sayan, yasaya aykırı kararı neticesinde “yasal” olarak nitelendirilmeyi de hak etmez.
Mamafih, 16 Nisan 2017 referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri ne kadar gayrimeşru, adaletsiz ve hürriyetsiz de olsalar gerçek idiler. 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri de böyle olacaktır: Gerçek, fakat hiç de adil ve serbest değil. Gerçektir, çünkü sandığa gidip oy kullanmanın bir anlamı vardır, seçmen oy vererek “durum”a itirazını kayda geçirme ve hatta bir şeyleri değiştirme gücüne hâlâ sahiptir.
Madem bu seçimler gerçektir, o halde iktidar 31 Mart akşamı bazı önemli şehirleri gerçekten de kaybedebilir. İktidarın neredeyse külliyen ve tartışmasız biçimde kontrol ettiği medya, kamu kaynakları ve devlet organları gibi devasa araçlar karşısında, önünü alamadıkları ekonomik krizin dengeleyici faktörü, bu seçimlerin başa çıkmaları son derece güç olan gerçekliğidir.
İktidar medyası, ekonomik krize dair iktidar yanlısı bir anlatı sunar. İktidar yanlısı anlatının, önceki seçimlerde iktidara oy vermiş ve fakat şimdi ekonomik krizin acısını her gün tatmakta olan o seçmenin tamamını ikna etmesi imkânsızdır. Çünkü ekonomik krizin neden olduğu yoksullaşma ve işsizlik bir anlatı değildir; gerçektir, yaşanır.
31 Mart Yerel Seçimleri’nin, her türlü muhtemel sandık manipülasyonuna rağmen Cumhur İttifakı’nın aleyhinde üretebileceği sonuçlar, Türkiye’nin bünyesinde iltihap biriktiren sorunlara neşter atılması için siyasete bir şans sunabilir.
Çürümüş iktidar yapıları ve ittifaklarının sarsılıp çatırdadığı böyle bir ortamda siyaset elbette ki hareketlenecektir.
Neticesinde Türkiye’de bir erken genel seçimin yolu açılabilir.
Siyasetin Türkiye’nin mükemmel krizine bir çözüm üretmek maksadıyla aktivasyonu, olumlu senaryodur. Tahakkuku halinde 15 Temmuz dönemi sona erer, yeni bir dönem başlar. Dolayısıyla müteakip erken seçimlerin sabık 15 Temmuz döneminin hayli menfi şartlarında yapılmaya mahkûm edilmesi mümkün olamaz.
Olumsuz senaryo ise iktidarın bu yerel seçimlerden de fiilen muzaffer çıkmasıdır. Bu gerçekleşirse, Türkiye’yi aşağılara çeken burgu ekonomik krizin etkisiyle daha da hızlanır. Türkiye’nin mükemmel krizi daha da derinleşir. Sarmal etkisi fevkalade olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Bu doğrultuda bir değil birçok menfi senaryo ihtimal dairesindedir. Bunlardan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, Türkiye’de bu düzlemlerde yapılacak herhangi bir seçimin ancak garabeti hayal edilebilir.
31 Mart Yerel Seçimleri’nden bağımsız olarak iddia edebilirim ki “15 Temmuz dönemi” sonunda kendi ekonomik krizine de yol açmış halde miadını doldurmaktadır.
Bu bir öngörü.
Köhne iktidarın kendisini kuşatan kriz dinamikleri karşısındaki çaresizliği, 15 Temmuz döneminin öncekilerden daha kısa sürmesi beklentisini doğuruyor. Şöyle ki Türkiye, bedenini saran “Soğuk Savaş korsesi”nden 1991’de Sovyetler Birliği’nin tarihe karışmasıyla birlikte kurtuldu ve kendine özgü, dört ila altı yıllık zaman dilimleri içinde tamama erip yenilenen siyasi dönemlerin temposunda yaşamaya başladı. Bu periyodları temel siyasi dinamik ve karakteristikleri bakımından birbirlerinden net biçimde ayırmak mümkün olduğu için “dönem” sözcüğünü kullanıyorum.
Dönemleri, başlangıç ve bitişlerine neden olan hadiseler çerçevesinde şöyle tanımlıyorum:
ANAP’ın tek parti iktidarını sonlandıran 1991 seçimlerinden 28 Şubat 1997 post-modern darbesine kadar süren 6 yıllık “koalisyonlar dönemi”...
1997’den 2 Kasım 2002’de AKP’nin iktidara gelmesine kadar süren 6 yıllık “28 Şubat dönemi”...
2002 ile 27 Nisan 2007 e-muhtırası arasında dört buçuk yıl devam eden “dengeci AKP dönemi”...
“Askeri vesayet”e karşı 2007’deki e-muhtıra neticesinde başlayıp 2011’deki YAŞ’ta askerin tasfiyesiyle amacına ulaştıktan sonra “7 Şubat 2012 MİT krizi” ile yerini çatışmaya bırakan, Cemaat ve AKP’nin fiili koalisyonuyla karakterize olmuş altı yıllık “İslamcı ittifak dönemi”...
2012’deki “MİT krizi” ile başlayıp 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi ile sonlanan dört buçuk yıllık, “İslamcılar arası çatışma dönemi”...
Ve nihayet, halen içinden geçmekte olduğumuz “15 Temmuz dönemi”...
Bu sonuncusu, hukukun ve anayasanın askıya alındığı, yeni anayasanın da anayasa olma hüviyetinden yoksun bulunduğu, kuralsız ve keyfi bir baskıcı yönetim dönemidir. Dönemin karakteristiği olan AKP ve MHP arasındaki iktidar koalisyonuna 90’lı yılların güvenlikçi çevreleri ve bir kısım ulusalcılar destek vermektedirler.
15 Temmuz dönemi, neden olduğu ekonomik krizin sonlandırıcı baskısı altındadır.
Kriz, ülkedeki hukuksuz ve keyfi yönetimin doğurduğu bir sonuç ise hukuk devletine dönüş güvencesinin bulunmadığı bir ortamda krizden çıkılabileceğini ummak saflıktır. Siyaset ancak bu güveni inşa ederse kendisini var kılabilir. Çıkış, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” dedikleri tek adam iktidarını kâğıt üzerinde bırakacak bir iktidar paylaşımını işaret ediyor.
Ve ayrıca unutulmasın, önceki ekonomik krizler kendilerini yaratan faktörleri izale eden siyasi sonuçlar doğurmuşlardır. Bu krizin de bazı çok önemli siyasi sonuçları mutlaka olacaktır.
31 Mart 2019 Yerel Seçimleri, krizin olumlu bir siyasi sonuca kapı aralayabilmesi için ülkenin önündeki son fırsattır.