Peter Handke, günümüzün başarılı edebiyatçılardan biri; daha çok tiyatroda Beckett’ın açtığı çığırdan ilerleyen eserleri iletişimin, anlaşmanın güçlüğünü kısa ve etkili biçimde anlattıkları gibi Handke gündelik hayatın parodisini yapmakta; yalnız, takıntılı ve aylak karakterler çizmekte usta bir yazar (Kalecinin Penaltı Anındaki Şaşkınlığı’nda Josef Bloch, Hiç Kimse Koyu’nda Bir Yıl’da Gregor Keuschnig). 1970’lerde “şizofrenik şok” gibi öznellik deneyleri ile anlatı edebiyatına getirdiği önemli açılımlar var. Bu yönüyle Nobel ödülü almasında –eğer ödül eserlere bakarak veriliyorsa– garipsenecek bir şey yok. Hatta 1942 doğumlu Handke’nin 1965’ten beri yazdığı düşünülürse, ödül için geç bile kalınmış sayılır.
Öte yandan ödülün ona verildiği açıklandığından beri Türkiye’de ve başka ülkelerde edebiyatdışı nedenlerle Handke’ye karşı bir kampanya başlatıldı – bizde kampanyanın başını Cumhurbaşkanı çekti. Handke’nin ödülü hak etmediği konusunda kendinden çok emin olan Erdoğan’ın “vampirler topluluğu” diye nitelediği Nobel Komitesi’ne yönelik eleştirileri bir edebiyat-sanat tartışması içermiyor. Handke’ye Yugoslavya İç Savaşı’nda Sırbistan taraftarlığını seçtiği için öfkeli olduğu anlaşılıyor; Handke’ye bu yüzden öfke duyanlar sorunu bir insan hakları düzlemine taşıyorlar ve bu düzlemde Handke’ye itirazlarının haklı nedenleri var.
Ama önce estetikle ilgili temel bir ölçüt: Edebiyat-sanat-estetik alanında değerlendirme ölçütü sanatçının savaş karşısındaki tutumu olacaksa, birçok büyük yazarı tarihten silmek birçok beceriksiz sanatçıyı Nobellik ilan etmek gerekebilir. 1930’larda açıkça anti-Semitist ve Nazi sempatizanı olmasına bakıp, Ferdinand Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk romanını aforoz edemeyiz. Gençliğinde Nazi olduğunu ömrünün son demlerine kadar sakladığı için Günter Grass’ın ismini edebiyat tarihlerinden silemeyiz. Sanat tarihi, içine daemon kaçmış böyle figürlerle doludur ve bunların insanlığı ilgilendiren belirli meselelerde siyaseten ya da ahlaken yanlış tutumlar takınmış olmaları eserlerinin kıymetini azaltmaz. Köleliğin kaldırılmasına itiraz etmesi Wordsworth’ün şiirinin sevilmesine engel değildir.
Bu iki farklı düzey birbirine karıştırıldığı gibi Handke’nin Yugoslavya İç Savaşı'ndaki tutumu serinkanlıca konuşulamadığı için, orada da tartışmayı olanaksız kılan bir uğultu işitiliyor. Oysa Handke’nin Yugoslavya İç Savaşı’ndaki tavrı bugün Türkiye’de hemen her sorunu “emperyalist Batı”ya yoranların tavrıyla benzerlik taşıyordu ve bu tavır Alman okurun yine yakından tanıdığı Cevad Karahasan tarafından doğru bir şekilde eleştirilmişti.
***
Yugoslavya’nın tümüyle dağılmasıyla son bulan iç savaşlar sarmalı başladığında (1991) Handke Sırbistan’dan önce Slovenya’nın bağımsızlığıyla ilgiliydi. Yugoslavya’yı Sovyetler’in veya Batı’nın nüfuz alanına girmek yerine kendi bağımsızlığını ve rüşdünü ispat etmiş örnek bir çok-kültürlülük modeli olarak görüyor ve Slovenya’nın bağımsızlığına karşı çıkarken Alman kapitalistlerin başını çektiği uluslararası piyasaların yöresel farkları ve ulusal kimlikleri düzlemek ve Yugoslavya’yı parçalamak üzere harekete geçtiklerini ileri sürüyordu. Yugoslavya’nın dağılmasına yol açan yapısal sorunları anlaşılır kılmaktan uzak bu komplocu tezler 1991’de Alman kamuoyunda uzun boylu yankı yaratmadı.
Ancak Handke 1996’da “Sırbistan’a Adalet” çağrısıyla tekrar ortalığa atıldığında bu kez epey tepki topladı. Almanya, Avusturya ve Slovenya’nın 10 şehrinde “Sırbistan’a Adalet” konferansları düzenleyen Handke’nin temel tezi Sırbistan’ın İç Savaş’taki günahlarının Batı medyası tarafından abartıldığı yönündeydi. Meşhur Saraybosna bombalamaları ve Srebrenitsa kıyımı Handke’ye göre Batı medyası eliyle “makyajlanmakta”; birçok farklı millet savaştığı halde kabahat Sırplara yüklenmekteydi. Handke, Walter Benjamin’in özgün-kopya ayrımından hareketle geliştirdiği akıldışı argümanlarla Batı medyasını bu minvalde eleştiriyordu. Uluslararası kamuoyu nezdinde zor durumda olan ve NATO müdahalesini bertaraf etmeye çalışan Miloseviç önderliğindeki Sırbistan hükümetinin bu tezleri fırsat bilip Handke’ye onur madalyaları dağıtması yazarın adının bundan böyle Milosevic ile beraber anılmasına yol açtı. Savaşın üstünden yirmi yıl geçmesine rağmen Handke, Miloseviç’le yakınlığından pişmanlık duymak bir yana verdiği desteğin hâlen haklı olduğu görüşünde.
Sekiz yıl süren Yugoslavya İç Savaşı’nda elbette sadece Sırplar savaşmadı. Gelgelelim Sırplarla-Slovenler, Sırplarla-Hırvatlar, Hırvatlarla-Müslümanlar, Müslümanlarla (İzzetbegovic) Müslümanlar (Abdic), Bosna Sırbistanı ile Belgrad Sırbistanı, Çetnik ile Ustashe ve Yugoslav ordusu ile NATO kuvvetlerinin savaştığı; Mostar’dan Dubrovnik’e, Srebrenitsa’dan Gorazde’ye yayılan ve Sırplar, Hırvatlar, Makedonlar, Boşnaklar, Karadağlılar, Makedonlar, Arnavutlar ve Kosovalıların etkilendiği çatışmaların en büyük mağdurlarından birinin Müslüman Boşnaklar olduğu kesin. Miloseviç’e bağlı Karadziç, Mladiç gibi komutanların güdümünde Bosnalı Müslümanlara korkunç kıyımların yapıldığı gerçeği Handke’nin tezlerinin aksine Batı medyasının uydurduğu ya da makyajladığı bir yalan değildi. Üstelik Srebrenitsa ve Saraybosna gibi yerlerdeki katliamlar Avrupa’nın gözü önünde gerçekleşti; kamuoyu olan bitenden habersiz değildi. Naziler’in ölüm kamplarının savaş süresince gizli kalması gibi bir durum Yugoslavya’da geçerli değildi.
Buna rağmen Handke, Bosna’da yaşananlara insan hakları ve insanlık onuruna saygılı birisinden bekleneceği şekilde yaklaşmadı. Üçüncü Reich’ın hizmetkârı olan kendi ana-babasına öfke duyduğu için böyle davrandığını, bilinçdışı bir itkiyle bu inkâra sığındığını öne sürenler var. Bunun ne kadar doğru olduğu bilinmez; bilinse de bu Handke’nin savaşla ilgili görüşünün vicdani ağırlığını –hâlâ aynı görüşte olmasının yükü de düşünülürse– hafifletmez.
Ama bu; Handke’nin Nobel’i hak edecek kadar başarılı bir kurmaca yazarı olduğu gerçeğini de değiştirmez. Böyle demonik bir yazarın eserlerine bakarak karar vermek ne kadar zor olsa da edebiyat bahis konusu olduğunda nesnellik adına tutulacak yol önce esere bakmaktır.