"Var olan tek fobi kendini bilme fobisidir,"
Adam Philips, “Kaçırdıklarımız”
Ne tuhaf, uzun zamandır dert ettiğim, üzerinde düşündüğüm ve yazdığım şey en yalın haliyle bu aslında: Depresyonun kapitalizmin, kapitalizmin Gerçek’inin en temel semptomu olduğunu söylemeye çalışıyorum. Depresyonun günümüzdeki korkunç yaygınlığı, ve ümitsiz, kahredici ve çaresiz varoluşlarımızla kapitalist makinanın/ideolojinin korkunç işleyişi arasındaki bağları kendimce ortaya koymaya çalışıyorum. Bir kez bile doğrudan yukarıdaki başlığı akıl edememiş olmamdan söz ediyorum. Bir tür bastırma örneği gibi mi düşünmeli bu ihmali, bir cesaretsizlik örneği olarak, yoksa mesleki formasyonumun bir azizliği mi saymalı bilemedim. Göstermeye çalıştığım ilişki ve açmazın tam da içinden düşünmeye devam ettiğimi, yine de ona tabi olmaktan kurtulamadığımı, onu aşamadığımı gösteren bu “sürçme/ihmal” fazlasıyla manidar değil mi?
Neoliberal kapitalist çağın mağluplarıyız hepimiz, mağlup ve yorgunları. Ve tıpkı ağır çekim bir film sahnesinin temposuyla mütemadiyen derinleşen bu mağlubiyet ve çöküş, gündelik hayatın tüm alanlarına nüfuz etmiş ve hepimize musallat olmuş bir hafifmeşreplik tavrıyla iç içe ilerliyor. Toplumsal sınıfların, kuşakların ve cinsiyetlerin toplumdaki özgül konumlarını, sınırlarını, rol ve kaderlerini saptayan ve tahsis eden disiplin ve terbiye toplumunun, otorite ve yasaklar sisteminin çözülmesi ve ortadan kalkmasının, ve ardından her birimize kendi olmayı, bireysel insiyatifler ve seçimlerden müteşekkil bir enerji kütlesi gibi davranmayı teşvik eden ve buyuran günümüz neoliberal toplumunun ortaya çıkmasının bedelidir depresyon. “Kendi olmanın tüm sorumluluğunu üstlen!”, “kendi özgünlüğünü ve eşsiz potansiyellerini keşfet!”, “kendini, kendinin daima daha mükemmel bir versiyonunu geliştirmeye ada!”, “kendinin girişimcisi ol!”, “kendi olmanın ve kendini bilmenin ihtiyaçlarını ve nelere sahip olmak istediğini bilmeye ve bunları gerçekleştirmeye/başarmaya eşdeğer olduğunu unutma!”, “zevk al!” buyruklarının sersemleştirici etkisine işte bu sözümona özgürlük, gelip geçicilik ve hafiflik ikliminde maruz kalıyoruz. Bir özgürlük yanılsaması bu. Çünkü, artık kurtulduğumuzu sandığımız baskı, tabiyet ve zor ilişkilerini çoktan kendi içimizde yeniden kurmuş, üretmişizdir. Dahası tam da yukarıdaki buyruk ve görevler imkansız olduğu için, toplumun, ortaklığın, toplumsal bağların ve kolektif tüm yapıların parçalandığı ve dağıldığı bir zeminde onları bireysel çerçevede gerçekleştirmek mümkün olmadığı için, kendimi tüm diğerlerinin karşısında konumlandırmamı gerektiren bireysel mutluluk ve başarı “eşyanın tabiatına” aykırı olduğu için, işe yaramazlık/başarısızlık/suçluluk hislerinin bütün varlığımızı kat ettiği bir sorumluluk ve mecburiyet hastalığıdır depresyon. Benden beklenen, kendimin de çoktan içselleştirdiği yeterliliğe/ölçüye/performansa sahip olamamanın, bu sorumluluğu/mecburiyeti yerine getiremenin sonucudur. Freud’un nevroz için söylediği şeyi (“birey toplumun kendisine dayattığı engellenme/yoksunluk miktarını tolere edemediği için/ölçüde nevrotik olur”) biraz değiştirerek depresyona da uyarlayabiliriz demek ki: kendimiz için herşeyin mümkün olduğu yanılsamasını; yani ihtiyaç ve yoksunluklarımızın neler olduğunu bilme, onları gidermenin yol ve araçlarına ulaşma ve mutlu olma kapasitesine sahip olduğumuz, ve bunun da sadece kişisel bir seçim ve başarı hikayesi olduğu yanılsamasını tolere etmek zorunda kaldığımız için depresif oluruz. Bu yanılsama yüzündendir ki, sınırsız olasılıklar ve seçimler çağında bütün yolları deneyerek kendi bedensel ve ruhsal kapasitelerimizi mütemadiyen zorlamanın sonu, kendimize ve geleceğimize beslediğimiz ümidi ve inancı daha da kaybetmek ve tam bir çökkünlük ve tükeniştir.
Öldürücü olabilen, intiharları tetikleyen şey biraz da budur. Kahredici yoksulluk ve çaresizliğimiz için sadece kendimizi suçlu ve sorumlu ilan etmenin koşullarının çoktan orada, hazır halde olmasıdır. Varolan yapılar, sömürü ilişkileri ve çarkları, yoksulluğun ve eşitsizliğin yapısal nedenleri mesele edilmek şöyle dursun, bahse konu bile yapılmaz artık. Bir bakıma “tarihin sonu”nda olduğumuz söylenebilir pekala. Kapitalizmin bu haliyle kendini pazarlamasına, kendi üstünlüklerinin ve faziletlerinin propagandasını yapmasına ihtiyacı yok artık. Neoliberal ideolojinin mucizesidir bu. Bunu onun yerine bizler gönüllü olarak yapıyoruzdur çünkü. Her düşme ve tökezlemeyi, başarısızlığı ve yapamamayı kendi geniş acziyet yelpazemize eklemeye dünden hazır ve razı olarak.
Hep aynı şeyle karşılaşıp durmuyor muyuz: “herkes ünlü olmak istiyor, ama öne çıkanlar kendi olmayı başarabilenler” diyen sosyal medya fenomeni; sermayenin ve metaların vahşi hareketinin sağlanması ve düzenlenmesinden, her şeyin alınır satılır bir metaya indirgenmesinden, tutunduğumuz insanlık kaidesinin ve doğanın aralıksızca yıkıma uğratılmasından, demek aslında örgütlü ve çok katmanlı devasa bir travmanın/travmatik işleyişin ete kemiğe bürünmesinden başka bir şey olmayan bir sistemin orta yerinde “büyümek ve olgunlaşmak için kişisel travmalarımızla yüzleşmeliyiz” diye ahkam kesen psikolog; bunca mecalsiz ve takatsiz kalmış, kendi olma uğraşından, kendi olma sorumluluğu ve mecburiyetinden bunca yorulmuş, rekabetçi ve bireyci kültür ilişki ve bağ kurma kapasitemizi bu denli aşındırmışken habire süper ilişki tavsiyeleri ve taktikleri veren psikoterapi uzmanı hep aynı karanlık arkaplanı yok sayarak söz almıyor mu aslında?
Habire kendimizi sergilememiz ve teşhir etmemiz, eşsiz bir “yüce gönüllükle” kusur ve eksikliklerimizden, kabahatlerimizden ve ruhsal patolojilerimizden söz edip durmamız bu şantaja boyun eğdiğimizin göstergeleri değil midir?
Son zamanların alametlerinden olan, kabul ve kararlılık, ve farkındalık terapileri, pozitif psikoterapiler, bakış açılarımızda ve düşüncelerimizde yapacağımız küçük değişikliklerle yepyeni insanlar haline geleceğimizi öğütleyen yaklaşımlar, kendimize karşı daha şefkatli ve hoş görülü olmamızı vaaz eden kişisel gelişim öğretileri, belli bir farkındalık eşliğinde bedenlerimize yoğunlaşma ve bedenlerimizi aktive etme önerilerinin tümü, ayını anda hem söz konusu bu depresyon bağlamını veri alan hem de onun karşısındaki stratejileri cisimleştirmeye, onun fena sonuçlarıyla ümitsizce baş etmeye çalışan, bu anlamda da tuhaf bir takım akımlar olarak görülebilir demek ki. Onları, o kişisel gelişim uzmanları ve rehberlerini, koçları filan var ve ihya eden, bizim talebimiz değil mi? Kendimizi mükemmelleştirme, kusursuz kılma ve optimize etme zorlantımızın/mecburiyetimizin dayattığı zavallıca talepler?
Çünkü, “kendin ol!” buyruğunda örtük olarak var olan şey aynı zamanda hepimize yönelik bir itham değil mi: Sanki bir sahtekar gibi yaşıyormuşuz gibi. Kendimizi başka hayatlarla ve başkalarıyla ilişkili/bağlı/bağımlı gördüğümüz, bunun gerektirdiği bir hayat perspektifine ve etiğe sadakat gösterdiğimiz ölçüde kendimizden utanmamız gerekiyormuş gibi.
Ruhsal acı/ruhun ıstırapları tabii ki vakıa, gerçek. Klinik depresyon (ya da travma sonrası stress bozukluğu ya da panik bozukluk vb.) var ve uygun ve etkili psikiyatrik/psikolojik yöntem ve araçlarla ele alınması ve tedavi edilmesi gerekli bir klinik tablo tabii ki. O durumda, söz konusu ruhsal (ve belki de fiziksel/biyolojik) nedenlerin tecrit edilerek anlaşılması ve bunların toplumsal/politik çözümlemelerle ikame edilmemesi tabii ki şart ve en öncelikli şey. Ben deyim yerindeyse “büyük resim”den, onu ıskalamamaktan söz açmaya çalışıyorum. Büyük resimde çünkü, ya bu dünya ve hayat, korkunç sefaletimiz var ya da başka bir dünya ve hayat isteği ve bunu birlikte inşa etme arzusu/cesareti. Hep birlikte ya kazanacağımız ya da kaybedeceğimiz bir politika bahsi bu.