Kıbrıslı Türklerin -AB üyesi- bir Birleşik Kıbrıs umudu, 24 Nisan’da Kıbrıs Rum milliyetçiliğinin ezici oranda hayır deyişi sonucu, ağır bir yara alıp bilinmez bir geleceğe ertelenmiş oldu.
Kıbrıs’ın tamamına hükmetmeye kurgulu Rum milliyetçiliği bu “jesti” ile, adanın taksimine kilitlenmiş Türk milliyetçi politikalarla asla varılamayacak bu durumu, KKTC’nin tüm dünya tarafından gayrıresmî de olsa tanınmasını mümkün kılacak, yani taksimin fiilen geçerli sayılmasına yol açacak ortam ve koşulları bizzat sağlamış oldu. Üstelik bunu, Türk milliyetçiliği Kıbrıs’ta taksimi safdışı bırakacak bir BM planını reddettirmek için onca çabalamış olmasına rağmen Kuzey Kıbrıs’taki referandumda ağır bir yenilgiye uğratılmışken yaptı. Buna mukabil, Birleşik Kıbrıs için “taksim”ci ideolojiye yüz vermediklerinden ötürü, her türden Türk milliyetçiliği tarafından “ihanetle dahi suçlanan”, Kıbrıslı Türk çoğunluk, taksimi reddetmelerinin karşılığını taksimi fiilen gerçekleşmiş sayacak bir uluslararası onay sağlayarak almış oldular.
Aynı “paradoks” AKP hükümeti için de geçerli. O da, onyıllardır Türkiye’nin Kıbrıs politikasına tartışmasız damgasını vuran ve taksimden başka çözüm tanımadığı için çözümsüzlüğe oynamayı marifet sayan “millî” yaklaşımı terk etmesi nedeniyle Türk milliyetçiliğinin tüm türevleri tarafından “Kıbrıs’ı satmak”la itham edilegelmekteydi. Oysa şimdi bu suçlamaya aldırmayıp Annan Planını desteklemiş olması sayesinde, Kıbrıs sorununu o milliyetçi ve “taksim”cileri hasetten kıvrandıracak denli elverişli bir fiilî taksim noktasına getirivermiş olacaklar.
Bu noktadan sonra Kıbrıs’taki gelişmelerin nasıl seyredeceği, bir Tayvan modelinin mi adapte edileceği, taksimin resmîleştirileceği mi yoksa birleşmenin bir süre sonra yeniden mi gündeme getirileceği sorusu en azından Türkiye açısından artık kritik bir soru/sorun değildir. Çünkü eşik atlanmıştır. Ve bu eşik atlamak, Türkiye’nin, Kıbrıslı Türklerin otuz-kırk yıldan beri ilk kez bu denli haklı ve avantajlı konuma geçmiş olmalarından dolayı değil; çok çok daha önemli olarak, Türkiye’nin bu, simgesel anlam ve ağırlığı en fazla ve hassas “dış sorunu”da milliyetçiliğin mengenesinden sıyrılmış bir yaklaşımla adımlar atma tavrını nihayet gösterebilmiş olması ile gerçekleşmiştir. Tarihî olan, “dönüm noktası” sayılmaya değer olan olayın bu yönüdür.
AKP’nin, hükümetin beceri hanesine yazılması gereken bu ciddi öneme sahip adım, iki temel faktörün bileşimi sayesinde atılabilmiştir. Bundan böyle Türkiye’nin siyasal durum ve geleceğine ilişkin gerçekten kıymet-i harbiyesi olacak bir yön önermek, tavır alabilmek için bu noktanın, bu faktörlerin gereğince anlaşılmış olması hayatî önem taşımaktadır. Bu önemin özellikle sol/sosyalist hareket için söz konusu olduğunu bir kez daha vurgulayarak ifade etmeliyiz.
Birinci faktör, döneme, özel olarak konjonktüre ilişkindir. Birikim’in daha önceki sayılarında da işaret edildiği üzre AKP hükümeti, Türkiye’nin “stratejik önemi”nin Batı/Kuzey alemi tarafından “yeniden keşfedildiği” bir süreçte işbaşına geldi. Bu önem, ABD’nin, Batı’dan ziyade kendi özel hegemonyasını pekiştirme amaçlı Afganistan ve özellikle son Irak operasyonundan aldığı dersler’in de etkisiyle Batı’da konsensusun elzem olduğunu kabûllenen çizgiye çark etmeye başlaması ile birlikte daha da artmış oldu. Batı/Kuzey aleminin serbest pazar ekonomisi’nden, kapitalizmden beslenen hegemonyasını, iktisadî, askerî, diplomatik, moral ve ideolojik üstünlük konumunu ve bunun avantajlarını, kestirebilir bir gelecekte de sürdürmek ve pekiştirebilmek ve bu amacın önüne dikilebilecek engellere karşı şimdiden önlemler alabilmek için yürürlüğe koymayı düşündüğü birçok kritik öneme sahip ortak politika ve planda, Türkiye’nin gerek coğrafi konumu gerekse sosyo/politik özellikleri ile kritik bir rol üstlenebileceğine birlikte karar verilmiş gibi gözükmekte. 2003 yılı sonbaharından itibaren ABD ve AB’nin Türkiye ile ilişkilerini neredeyse eşanlı olarak beklenmedik ölçüde sıcaklaştırmaları, daha birkaç ay önce Türkiye’ye ağır bir bedel ödettireceğinden söz edilen ABD’nin R. Tayyib Erdoğan başkanlığındaki geniş bir Türk heyetini birinci sınıf bir protokolle ağırlayıp “onurlandırması” ve aynı anda da “Büyük Ortadoğu Planı” gibi Türkiye’ye ne denli kapsamlı ve merkezî bir rol verildiği belli olan planların ortaya atılması şüphesiz “hoş tesadüfler” değildir. O nedenle AKP, özel olarak Kıbrıs konusunda içerideki muhalefetin milliyetçi çığlıklarına tam da bir seçim ortamında kulaklarını tıkayıp çözümsüzlüğe dayalı millî Kıbrıs politikasını terk ederken, “evdeki bulgur”dan olmayacağının güvencesine sahipti: AB ve ABD’nin tam desteği ile Kıbrıs’ta milliyetçi muhalefeti suspus edecek bir çözümü gerçekleştirerek büyük prestij sağlayacağını hesabederek işe koyulmuştu. AKP, ABD ve AB’nin orta vadeli müstakbel projeleri için Türkiye’de geleneksel dış politika mantığının kösteklerinden sıyrılmış bir partnere fazlasıyla ihtiyaç duyduğunu “anlamış”tı. Ekseninde iktisadî çıkar olan bir milliyetçilikten ziyade devletin “beka kaygısı”na endeksli bir milliyetçiliğin damgasını vurduğu geleneksel Türk dış politikasını, “Büyük Ortadoğu” türü projelere kolayca uyarlanabilecek bir dış politika mantığına, yaklaşımına oturtabilmek için; o geleneksel politikanın tıkanıp kaldığı bir “sorun”u onun sesini bile çıkaramayacağı bir “çözüm”e kavuşturmak, bunun sağlayacağı prestijle “yeni ufuklara yelken açmak” en doğrusu olacaktı.
Şimdi Kıbrıs’ta kazanılan diplomatik zaferle AKP, bu önkoşulu gerçekleştirmiş, yeni Türk dış politikasının zeminini kurmuş sayılabilir.
Şüphesiz, bir ulus-devletin dış politikası, sadece o devleti yönetenlerin uluslararası planda kurduğu ittifaklar, katıldığı projelerle sınırlı “teknik” bir konu değildir. Onun bir “millî politika” olarak, yani yönetenler katının büyük çoğunluğu, mümkün iktidar alternatiflerinin tamamı tarafından esası korunarak yürütülmesi, benimsenebilir olması şartının yanısıra toplumun çoğunluğu tarafından da onaylanmasını sağlayacak bir ideolojik çerçeveye oturtulması da zorunludur. Ulus-devlette bu çerçeveyi genel olarak milliyetçilik oluşturur, ama bu ideolojinin merkezinde yer alan “millî çıkar” kavramının içeriği, her dönem ve durumda aynı değildir. Genel hatlarıyla ifade edilecek olursa, “millî çıkar” kavramının evrimi o ülke burjuvazisinin evrimi, gelişimi ile paraleldir ve öteki egemen zümre/kesimlerin o kavrama yüklediği pre-kapitalist değer ve önceliklerin geri plana itildikleri, kavramın giderek burjuvaziye has -yani salt iktisadî mantığa özgü- değer ve kıstaslarla belirlenir hale geldiği bir trend izlenir. Örneğin, pre-kapitalist zümrelerin devlet aygıtının fiziki güç, otorite ve nüfuzunun korunması ve artmasına, askerî hesaplara, fetih arzularına endeksli olarak tanımlanan “millî çıkar” kavramlarının ve bunun üzerine inşâ edilmiş milliyetçiliklerin yerini, iktisadî etkinliklerin kamçılanması, ekonomik yarar analizleri ile tarif edilmiş bir “millî çıkar” perspektifi alır. Toprağa o toprak üzerinde yaşayan toplumun değişmez (veya öyle addedilen) özellik ve vasıflarına vurgu üzerine kurulu “klasik milliyetçi”lik(ler)in argümanlarını giyinebildiği ölçüde kendine “milliyetçi” de diyebilen bu -burjuva- perspektif, buna belirli bir dönem ve özel durumlarda mecbur olsa da; iktisadî etkinliğin dinamik ve değişime açık “doğa”sına kurgulu “çıkar” mantığı ile bu giysiden sıyrılmaya da her an hazırdır.
1980 sonrasının iktisadî dinamikleri, reel sosyalist rejimlerin çöküş sürecine girmesi ve nihayet çöküşü vb. gibi gelişmeler üzerinden hegemonyasını kuran neo-liberal ideolojik atmosfer, önce ileri -endüstriyel kapitalist- toplumlarda ve ardından Türkiye gibi ülkelerde bu süreci kolaylaştırmış ve hızlandırmış; burjuvazinin en dinamik ve hırslı kesimleri “klasik milliyetçi”liklerle aralarına mesafe koymaya, ülkelerinin iç ve dış politikalarında o milliyetçiliklerin “hassasiyetleri”ne daha az aldıran, hattâ gerektiğinde çatışan tutumlar almaya yönelmişlerdir.
Türkiye’de bu yönelimin ilk ipuçları 1980 sonrasının ANAP iktidarları döneminde görüldü. Hatırlanacağı üzre, o sıralarda iç politikanın ağırlık merkezi haline gelmeye başlayan Kürt sorununda, ANAP’ın bir kanadının, Turgut Özal’ın başını çektiği bir eğilimin, bu sorunun “alışılmış” askerî-inzibati tedbirlerle bastırılmasından ziyade, iktisadî entegrasyon yöntemleriyle Kürt burjuvazinin ekonomik teşviklerle “kazanılması” suretiyle massedilmesine dönük bir politik stratejiden yana oldukları söylenmiş; İstanbul ve Batı Anadolu’da bir kısım “iş çevreleri”nin yine iktisadî çıkar ve fizibilite hesaplarına dayalı görüşleri ile bu sorunun klasik milliyetçilerin “ver-kurtul” diye niteledikleri bir biçimde çözümünün en “rasyonel” çözüm olduğunu düşündükleri iddia edilmişti. Sabancı suikastinin bu çevrelere bir gözdağı vermekle ilgisi olduğu söylentileri de hatırlanmalıdır. Ve yine aynı ANAP iktidarı döneminde, Turgut Özal’ın ilk Körfez Savaşı esnasında, konuya ilişkin Türk dış politikasını, o zamana kadar duyulmamış çıplaklıktaki bir ekonomik hesap mantığına indirgemek istemesi, o ünlü “bir koyup üç alma” formülünü öne sürmesi, bahsettiğimiz trendin anlamlı uğraklardan biridir. AKP’nin pozisyon alışlarını ve önümüzdeki en azından 3-5 yıla damgasını vuracak bu iktidarın varlığında geleceğimizi düşünürken dikkate almamız gereken ikinci faktör (olgu) de budur.
Dolayısıyla AKP hükümetinin, Kıbrıs’ta, “klasik milliyetçilik”(ler)in damgasını taşıyan geleneksel Türk dış politikasının kalıbından sıyrılması ani bir gelişme, bir istisna değildir. Ülke iç politikasına kendi -orta sınıf- değer ve mantığını egemen kılmakta hayli mesafe almış bir sınıfın, bunu dış politikaya da “yansıtma” hamlelerinin nihayet “kabuğu kırma” noktasına vardığının işaretidir. Bu noktada AKP hükümetinin ABD ve AB ile tam bir rezonans uyum içinde oluşu, ortada Büyük Ortadoğu Planı gibi devletler arası bir ittifak projesi olmasından ziyade ve asıl olarak söz konusu tarafların konu/soruna katıksız bir ekonomi-politik yaklaşımla, orta sınıfların bu evrensel diliyle eğiliyor olmalarından dolayıdır.
Kaldı ki, Büyük Ortadoğu Planı ve bunun gibi ”Batı” kaynaklı stratejik dış politikaların nihai amacı da zaten bu dilin egemenliğidir. Dünyanın bu dille konuşması, yegâne dilin, yani insanın kendini, ilişkilerini, toplumunu bu dilin kavram ve terimleriyle tarif etmesi ve anlamlandırmasıdır. “Serbest piyasa ekonomisinin tüm dünyada geçerli olması” ifadesinin anlamı da budur. Yani “piyasa ekonomisi” kavramı, ekonomik etkinliğin bir düzenleniş biçimi olmanın ötesinde, bütün insanî-toplumsal etkinlikleri kapsayan, onların içine sindirilen bir zihniyeti ifade etmektedir artık. “Ekonomik aklın” her şeyi kuşatması, insanların birbirlerini, ilişki, değer, inanç ve kurumlarını birer çıkar/kâr zarar nesnesi olarak algıladıkları, öyle davrandıkları bir dünyanın oluşturulmasıdır.
1980’lerden itibaren yıpranan kapitalizm kavramının yerine bu, “piyasa ekonomisi” deyimini kullanan neo-liberal ideologlar, nihai amaçlarının “global pazar”ın teşekkülü olduğunu söylerlerken, bütün dünyada aynı ekonomik-toplumsal modelin geçerli olduğu bir bütünleşme/birleşme süreci öngördüklerini ifade etmiş oluyorlar. Ve bu amaca varılmakla en azından ülkeler ve ülke içi bütün taraflar arasında savaş ihtimalinin ortadan kalkacağı bir “barış” döneminin nihayet başlayacağının savunuyorlar. Gerçi, bu “Batı”lı ideologlara karşı yine “Batı”dan, örneğin “medeniyetler çatışması” tezine yaslanarak karşı çıkan güçlü eğilimler de mevcut. Bunlar, “serbest piyasa/ demokrasi” modelinin Batı uygarlığına özgü olduğunu, öteki uygarlık dünyalarının bu modeli içselleştiremeyecekleri ve dolayısıyla da Batı ile aralarında -çatışmaya dönüşebilecek- sürekli bir gerilimin var olacağını öne sürüyorlar. Ancak şimdiye kadar ve en azından orta vadede dünyanın gidişatına yön veren görüş, “medeniyetler çatışması” tezinin önkabûl ve vargılarını da büsbütün kulak ardı etmeyen neo-liberal “global pazar ekonomisini inşâ” eğilimidir.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki; her ne kadar “pazar ekonomisi”ni Batıya özgü sayan “medeniyetler çatışması” tezi, “Batı”nın hegemonyasını korumaya öncelik vermesini apaçık biçimde içeriyor ise de, görünürde bundan söz etmeyen, hattâ serbest piyasanın rekabet kuralları içinde üstünlüğün/hegemonik konumun el değiştirmesinin doğal/meşrû olduğunu kabûl eden global pazar ideolojisi, Batı/Kuzeyin sürece başkalarıyla kıyaslanamayacak kadar güçlü maddi, malî, bilimsel bir “alt yapı”yla, donanım ve deneyim birikimiyle ve berkitilmiş mevzilere yerleşmişliğiyle “başlamış” olmanın avantajları nedeniyle, en azından onyılları kapsayacak bir orta vadede Batı/Kuzey’in egemenliğini zaten öngörüyor, değişmez sayıyor denilebilir.
Buradan hareketle, geleneksel sol söylem, global pazar ideolojisinin aslında Batı-kapitalizminin sömürü mekanizmasını daha da genişletmek ulusal ekonomilerin önüne koyduğu engelleri tasfiye ederek toplam sömürü miktarını çoğaltmak hesabından başka bir şey olmadığı sonucuna vararak; bu ideolojiye karşı bir önceki dönemin “anti-emperyalizmi” diskurunu ufak tefek rötuşlarla sürdürmekten başka bir şey yapmıyor, düşünemiyor.
Bu diskur ve ona dayalı mücadelelerin tümünün de geçici “zafer”lerden başka bir sonuç vermediği, böylesi zaferler kazanmış toplumların çok geçmeden yine “emperyalizmin pençesi”ne düştükleri ortadadır. Bunun nedenini emperyalizmle mücadelenin kapitalizmle mücadele ile birleştirilemediği biçiminde formüle eden aynı geleneksel sol yaklaşım, kapitalizm eleşirisini ve ona karşı mücadelesini onun eşit/adil paylaşıma izin vermeyişi üzerine yoğunlaştırdığı bu bakış çerçevesine kilitlendiği sürece yenilgiye mahkûm olduğunu artık kavramak zorundadır.
Çünkü, gerek bu bölüşüm mekanizması ve gerekse o “mekanizma”nın merkezinde yer alan özel mülkiyet ve işbölümü kapitalizmi var eden şeyler değil, onu yaratan ekonomist zihniyetin, yani insanî-toplumsal varoluşu ekonominin kavram ve kategorileri ile açıklamaya anlam, değer, biçim ve yön vermeyi asıl ve öncelikli sayan bir düşünüş ve davranış tarzının pratik sonuçlarıdır. Reel sosyalist girişimler, bu sonuçları kapitalizmin kendisi, kaynağı saydıkları, bunları ortadan kaldırmakla kapitalizme son verileceğini sandıkları için trajik biçimde çökmüşlerdir.
Kapitalizm gücünü ve hayatîyetini toplum planında onun egemen konuma yükselttiği sınıfın, dünya planında ulus-devletlerin sahip olduğu imkân ve kaynakların büyüklüğünden, kuvvetinden almaz aslında. Ona ruhunu dinamizmini veren ekonomist zihniyetin, ekonomi-politikçi yöntem ve yaklaşımın insanların sorunlarını ve ilişkilerini kavrayış ve çözüm tarzlarına, etkinliklerinin düzenleniş biçim ve hedeflerine nüfuz, sindirilme derecesinden alır, o güç ve hayatîyeti. O nedenle de kapitalizmin eleştirisi, ve onun aşılmasını sağlayacak alternatifin yaratılması sorunu, insanî-toplumsal varoluşun tümünü kapsayacak yeni bir varoluşsal kavrayışın zihniyetin yaratılması sorunu olarak ele alınmak zorundadır.
Global piyasa, ulusal sınır engellerini en aza indirgeyerek kapitalist de olsa ulusal ekonomi ölçeği dahilinde ekonominin kıstaslarına tâbi olmaktan bir ölçüde muaf kalabilmiş, tamamiyle “meta”laşmamış alan ve etkinlikleri de dünya piyasası denilen ummanın akıntılarına sürükleyerek insanları -ulusal mendireklerin, ahlâki, kültürel sığınakların yavaş yavaş suya gömüldüğü- bir ekonomi denizinin dalgaları ortasında bırakma anlamına gelir. İnsanlar, derme çatma tekneleriyle uluslar, rotalarını kesen balık sürülerine kendilerinden önce yetişen büyük ve konforlu gemilerinde oturmuş Batı/Kuzey uluslarına o nedenlerle duydukları tepkiyi anti-emperyalizm diye adlandırırlarken kurtuluş diye düşündükleri şey, yine aynı denizde seyredecek daha konforlu bir gemiden başka bir şey değildir. Ancak, birkaç gemiden başkasına izin vermeyen bu denizden çıkmayı dalgaların oyuncağı bu tekne ve gemileri, onların empoze ettiği yaşama biçimini terk etmeyi, büyük gemilere hasrete veya onların yedeğine çekilmeye dikili gözlerimizi uzakta seçilen karaya yöneltmeyi, orada kurulacak yeni bir yaşam ve algı tarzının imkânlarını yaratmayı düşünmeye yoğunlaşmadıkça “kurtuluş” söz konusu bile değildir.
Gemisini yüzdürdüğü denizin kuvvetinden, onun içine sürüklediklerine “başka türlü bir ortam mümkün ve gerçek değildir”i zihinlere kazıtan, nüfuz etme özelliğinden emin olan (Batı) kapitalizmi Batı-Kuzey’in hegemonyasını, ilk dönemlerin kaba, aç gözlü şiddet yüklü yöntemlerinden arındırmaya da hazırdır. Bunu adım adım gerçekleştirdiği oranda, ona geçmişte “anti-emperyalist” öfkelerle saldıranların bile gönüllü itaatini, saygı ve taklit duygularını güçlendireceğini bilmektedir. O nedenledir ki, geçmişte geniş yığınları harekete geçiren “anti-emperyalist” sloganların gücü, “Batı’ya entegre olabilme imkânları karşısında hızla gerilemekte ve örneğin şu son Kıbrıs referandumunda “AB’ye katılma” imkânı, milliyetçiliğin tüm tabularını kullanan propagandaya, tehdit ve ithamlara rağmen büyük çoğunluğun tercihi olmuştur. Aynı şey, soy milliyetçiliğin önemli ayaklarından birini Batı-Hıristiyan dünyası karşıtlığının oluşturduğu Türkiye’de, bu milliyetçiliğe vurgu yapan çeşitli ideolojilerin aksine önermelerine rağmen, halkın büyük çoğunluğunun bir “refah” imkânı kazanç kapısı olarak gördükleri AB’ye katılımı bu yüzden istemeleridir. Yakın zamana kadar dinî/milliyetçi, devletçi, anti-emperyalist argümanlar karşısında geri plâna itilebilen salt ekonomik bakış ve iktisadî çıkar mantığı, artık Türkiye’de de bu ağır “örtü”yü epriterek, delerek ve nihayet sıyırarak öne çıkmaktadır. Başbakan’ın birbirinden çok farklı konularda “tüccar gibi bakma”nın yararlarından söz edebilmesi, klasik merkez sağ için dahi ürkütücü bulunsa da siyaset söyleminin merkezî bir sorunu olma yolundadır. Ve toplum çoğunluğu tarafından sade, açık, dürüst ve gerçekçi gibi sıfatlara layık bulunan bu dil, bu yaklaşım -kapitalist- iktisadî aklın zihinlere ne denli yerleştiğinin de göstergesidir. Bu dil ve yaklaşım içinde Başbakanın “popülizme prim vermeyen” sözlerini, vaadlerde bulunmayışını, iş-teşvik isteyen sıradan yurttaşları azarlayışını “siyasal hata” diye niteleyen baraj altına düşmüş merkez sağ siyasetçilerin bile ağırlığını hesabedemedikleri olgu da budur.
Kapitalizmin, ulusal veya global “piyasa ekonomisi”nin kaynaklandığı, beslendiği, her zerresine “ekonomi”nin sızdığı bir algılama dünyasına gömülmüş oluşunu, bu durumda her şeyi iktisadî çıkar güdüsüyle, ekonominin kategorileriyle değerlendirmesini, dolayısıyla kendi bireysel, grupsal... çıkarını normal karşılayarak kapitalistlerin kârına -sömürüye-; kendi ulusal çıkarına kilitlenmeyi normal sayıp emperyalistlerin çıkarcılığına ve hegemonya tesis edişlerine karşı çıkmak ne tutarlılık ne de adalet-dürüstlük ölçütlerine uzun süre dayanabilir. Dünyanın, toplumların mevcut durumunda, bireyler, topluluklar, uluslar için bulunulan konumları yukarıdaki gibi karşıtlıklar bazında tanımlayan, bu çerçevede çözüm arayanlar, o konumların aynı pasif elipsin iki odağından başka bir şey olmadıklarını fark etseler bile başka bir duruş yerimizin olmadığını söyleyeceklerdir.
Gözlerimiz böylesine kamaşmışken yeni bir ufuktan nasıl söz edebiliriz ki?