Terörize Edilen Kim, Ne?

İngiltere’de aylardır beklenen nihayet oldu. Hem de etkinliği ile maruf İngiliz polis-istihbarat teşkilatının aldığı onca önlemi ardarda iki kez boşa çıkararak ve ikincisinde adeta “isteseydik ilki kadar kıyıcı, kanlı olabilirdi” mesajı veriyormuş gibi yaparak.

Hemen ardından Mısır’da yine “önlemleriniz vız gelir” dercesine, daha geçen yıl otuzu aşkın İsrailli turistin katledildiği, o çok sıkı korunduğu sanılan Şarm el Şeyh’te bombalar patlatıldı. Bu defa bilanço çok daha ağırdı. Birçok Mısırlı işçi, müstahdem de dahil, içlerinde her dinden, milletten, cinsten insanların olduğu yüze yakın kişi parçalanarak, yanarak can verdi.

11 Eylül’ü saymasak bile, şu son iki üç yıl içinde “El Kaide”nin üstlendiği terör saldırılarında herhalde onbine yakın insan öldürülmüştür. Bu, bildik örgütlenmeler gibi işlemediği sanılan, bir nebulaya benzeyen şeyin çekirdeğinde yer alanlar, sempatizanları, parçalanmış veya yanmış binlerce ölüye, onbinlerce sakat ve yaralıya estirdikleri dehşet rüzgarına bakıp, dünyanın en güçlü devletlerine, onların aldığı onca tedbire rağmen yarattıkları bu “eser”le böbürleniyor olabilirler. Ama bu yaptıklarının bir güç gösterisi, yarattıkları dehşetin güçlülük karşısında duyulan korku olduğunu öne süremezler. Gönüllü bir intihar eylemcisi bulunduğunda hiçbir riski olmayan, özel bir beceri de gerektirmeyen bir katliam biçimidir yaptıkları. Üstelik bu intihar eylemcisinin katlettiği insanlar arasında bu katliama kılıf olarak kullanılan “dava”nın işaret ettiği haksızlıklarla mücadele eden kişilerin de olabileceğini bilmesi, ama buna bile aldırmayacak derecede vicdanı ve aklı körelmiş, çürümüş biri olması da gerekir. Ve dolayısıyla “davası için kendini feda eden”lere duyulabilecek saygıyı asla hak etmeyen; aksine hışmını sadece bu korumasız haldeki insanlara yöneltebilen birilerine duyulacak tiksintiye müstehak olduğu da belirtilmelidir.

O nedenle de şimdi artık, “sırada” oldukları ilan edilen İtalya, Danimarka ve Hollanda halkları başta olmak üzere tüm “Müslüman” ve topraklarında bir Müslüman azınlık bulunan tüm ülkelerin üzerine şu son eylemlerle iyice yoğunlaşmış olarak çöken “terörizm kabusu”, güç veya yeteneğe duyulan gizli hayranlığı kesinlikle içermeyen, iğrenme ve aşağılama ile yüklü, bunların beslendiği/beslediği bir korku, dehşet sisi sayılabilir ancak.

Daha önceki dönemlerin terör eylemleri ve “terörist akımları” ile kıyaslanamaz, bu nedenle El-Kaide... O akım ve eylemler, davalarının konusu olan adaletsizliğin veya düzenin müsebbibi saydıkları egemen zümreleri, yönettikleri devlet aygıtının kilit unsurlarını ve uzantılarını katletmeye matuf suikastlar düzenler, uğruna mücadele ettikleri davanın mazlum diye gördüğü “sıradan insanlara”, halka zarar vermemeye özen gösterirlerdi. Suikastlar yöneticileri, egemen zümreleri orta-üst kademe devlet görevlilerini “terörize” edebilir ama sıradan insanlar, halk, bu suikastların kendilerini dehşete düşürmek için değil, güçlerinden korktukları o kesime karşı kendilerini cesaretlendirmek iddiasıyla yapıldığını bilir, meşrebine göre ya onaylamaz ya da umut veya takdirle karşılayabilirdi.

El-Kaide’nin eylemleri ise tam aksine sıradan insanlara yöneliktir. İslam adına başlattığını öne sürdüğü bu “cihadı”nda Hıristiyan-Yahudi halktan insanların yanısıra, pek çok yoksul-orta halli Müslümanın da kanına girmiş; adına “cihad” ettiği İslâm ülkelerini ABD’ye ve Batı’nın güç odaklarına peşkeş çeken başta Suudi Krallığı olmak üzere bölgenin yönetici eliti ve zengin mülk-servet sahibi kesimin hemen hemen kılına bile dokunamamış/dokunmamıştır.

Din, milliyet ve cinsiyet farkı gözetmeksizin, ayrım yapmaksızın özel olarak sıradan insanları, halkı katletmeyi hedefleyen intihar saldırıları tarzındaki bu terör eylemlerini “seçme”nin sosyo-psikolojik açıklaması Birikim’in bundan önceki birçok sayısında çeşitli açılardan yapılmıştı. Daha 1992’de hazırladığımız bir “Terörizm ve Şiddet” dosyasında bu olgunun, 1980 sonrası post-endüstriyel toplumlara geçiş sürecinin yarattığı yeni insanlık durumu ile, bu sürece yön veren neo-liberal politikaların ürünü olan “tutunamayan”/dışlanan insan yığınlarının içine itildiği düşünüş biçimi ile bağlantısına dikkat çekilmiş; bu tutunamama/dışlanma tehdidinin beslediği nihilist öfke potansiyelinin -tehdidin kaynağına- “yukarı’ya -dikey- değil, kendi gibilere veya aşağıdakilere -yatay- patlamaya dönük karakteri bilhassa vurgulanmıştı. Bu genel çerçeve içerisinde gönüllülerini İslam dünyası içinden bulan, devşiren El-Kaide türü örgütlerin buna eklenecek özel neden ve argümanları söz konusu olsa da, temel niteliklerin aynı olduğu, İslâmi bir nihilizmle adına eyleme kalkışılan “dava”nın bu dünyadaki zaferine ve o zaferin taşıyıcısının ait olunan toplum/ümmet olacağına kesinlikle inancını yitirmiş olmakla -”aşağıdakiler”e dönük bir öfke- imha potansiyeliyle yüklü olduğu da her vesileyle belirtilmişti. Bu nedenle El-Kaide’nin kimliği saptanabilmiş intihar eylemcilerinden epeyce bir kısmının orta-üst gelir/statü sahibi Arap ailelerinin okumuş/aydın genç mensupları oluşu aslında hiç de şaşırtıcı değildir.

Onlar hiç şüphesiz dinlerinin ve mensup oldukları İslâm-Arap toplumlarının içine düştüğü binbir türden zilletin acısını yüreğinde duyan, ama aynı dinin ve toplumun bağrında bu durumdan kurtuluşun imkan irade ve yeteneğini bulmaktan umudunu kesmiş, tüketmiş olarak “öte dünyadaki kurtuluş” adına kendisiyle birlikte bu zilleti taşıyan kalabalıkları da yok etmeyi mübah sayan bir nihilizme kapılmış kişilerdir.

Bunlar ölüp gitmekte. Ama kendileri aynı yolu tutmayıp, bu genç insanları o ölüm arabalarına binmeye teşvik eden, eğiten ve mutlak ölüme yollayan, yukarıda belirtilen türdeki “hedef”leri belirleyen ve bu hedeflerin -sıradan insanların- vurulması gerektiğine ikna eden Bin Ladin gibileri sağ ve bir türlü de yakalanamıyorlar.

Yoksa bilhassa mı yakalanmıyorlar? Eğer böyle ise, sebebi ne olabilir? O sebep; yığınları terörize eden bu intihar eylemlerinden beklenen bir işlev olabilir mi? Birçok ülkede binlerce ölüye mal olan bu eylemlerden istenen sonuç henüz alınmadığı için midir bu erteleme? O sonuç her ne ise -ki az sonra nasıl bir şey olabileceği üzerinde düşüneceğiz- onu sağlayabilmek için gereken “temel malzeme” yani Müslüman intihar eylemcilerinin, İslâm toplum/topluluklarının mümbit toprağından bitivermeleri için, o toprağın “bütün güçlerini seferber ettikleri halde kılına bile dokunamadıkları” bir Bin Ladin efsanesi ile sulanması, tohumlanması elzem sayıldığından mıdır bu?

Ortada en azından Bin Ladin ve dar çevresinin bilinçle katıldığı bir “danışıklı dövüş”ün, bir komplonun olduğunu şu anda iddia edemiyor olsak da; söz konusu eylemlerin, güya “yeminli düşman” saydıkları ABD’nin dünya(nın) düzenine ilişkin sosyo politik stratejilerinin hesapları ile “kesiştiği”ne işaret etmek istiyoruz.

Sözünü ettiğimiz, aktörleri devletler ve konusu dünya ölçeğindeki egemenlik-güç mücadeleleri olan bir strateji değil. Bu stratejilerin temelinde yer alması, bir tür “oyunun ilk kuralı”, “iştirakçilerin” -yani devletlerin- bu oyunda yer alabilmek için ilk koşul olarak yerine getirmeleri gereken bir stratejik düzenleme denilebilir buna.

15 yıl öncesine, reel sosyalist rejimlerin çöktüğü, “tek kutuplu” dünyadan bahsedildiği ve hemen ardından da ilk Körfez Savaşı’nın patladığı günlere dönelim. Tam bu sıralarda ABD’nin en yetkili kişileri, bir yandan serbest pazar/toplum düzenlerinin nihai zaferi kazandığını, serbest pazar toplumları toplamı bir dünya anlamında “küreselleşme”ye geçildiğini keyifle haykırırlarken bir yandan da önümüzdeki dönemin bir “terörizmle mücadele çağı” olacağını ilan ediyorlardı. Ve tüm devletleri de bu mücadeleyi gayet ciddiye almaları gerektiği konusunda ikaz etmeyi de aksatmıyorlardı.

Ne El-Kaide ne de onun yaptığı türden eylemler yapan örgütler söz konusuydu. ABD’nin veya başkalarının terörist diye nitelediği, ama genellikle seçilmiş tikel hedef kişilere yönelen, güvenlik güçleri veya siyasal rakipleri ile silahlı çatışma sürdüren örgütler elbette eskiden beri olduğu gibi vardı ama bunların dünyamızın açıldığı yeni bir çağa isim verecek kadar büyük belirleyici bir faktör olarak görülmeleri aşırı bir abartma olurdu. Nitekim devletlerin bu tür örgütlere karşı mücadelesinin doğal olduğunu kabullenmekle birlikte ABD’nin bu “terörizmle mücadele son derece hayatidir” ikazını aşırı bulanlar “asıl niyet, kasıt ne” diye sormakta gecikmediler.

ABD’nin neye “terör” kime terörist denileceği sorusunun cevabını ısrarla muğlak bıraktığı 1990’lı yıllar boyunca, onun bu “terörizmle mücadele”den neyi kastedip neyi amaçladığı konusu, daha ziyade ABD’nin dünyanın düzenindeki hegemonik konumunu sürdürme, pekiştirme kararlığı üzerinden ele alındı. ABD’nin, genelde “Batı”, özel olarak da kendi hegemonyasına herhangi bir biçimde başkaldıran, engel ve hele rakip olmaya kalkışan devlet ve ülkeleri “terörist” diye nitelemeye hazırlandığı, böyle davranmaya aday gözüken ülke ve devletlerin bu amaçla kullanabilecekleri imkan ve yolları tahmin ederek bunları kapsayacak bir “terör” ve terörizm tarifi üzerinde çalıştığına dair görüşler ileri sürüldü.

İşin bu boyutu şüphesiz gerçek ve önemlidir. Ve bu nokta belli devletlerin daha işin başında ABD ile aralarına bir mesafe koymalarını, hatta karşı bir saf oluşturmaya çalışmalarını gerektirmiştir. ABD’nin o “terörist-haydut devletler” listesindeki devletlerdi bunlar.

Ama, kurulu dünya düzeninin tek-hegemonik gücü ve buna dayanarak da “lideri”, yönlendiricisi olarak ABD’nin bu “terörizmle mücadele” sloganı altında tüm devletlerin paylaşabileceği bir yönü de vardır bunun.

Burada sorun, tüm devletlerin “piyasa ekonomisine” geçiş, tabi oluşla karşılaşacakları sosyal altüst oluşların muhtemel sonuçlarıyla ilgilidir. Sadece şirketler arasında değil, ücretli kesimler arasında da kıyasıya bir rekabeti -ki ikinci endüstriyel devrimi “gerçek” istihdamı giderek daraltan etkileri duyduğu ölçüde şiddetlenecektir bu- öngören koşulları altında sürekli büyüyebilecek bir işsiz ve umutsuzlar kitlesinin yaratabileceği tehdit söz konusudur burada. Derece derece tüm toplum ve devletler, bu küresel rekabet ortamında işlerinin, gelirlerinin ve statülerinin her yandan gelebilecek tehditlere açık olduğunu bilerek bir tutunabilme endişesine kapılmış yığınların, nereye akacağı bilinmez öfkeli, umutsuz enerjileri ile nasıl başedebileceklerini düşünmek zorundadırlar. “Pazar ekonomisi”nin ve neo-liberalizmin asıl olarak “güvenlik” işlevine indirgediği devletler, o tutunma endişesine seslenecek veya onun adına hareket edebilecek giderek atomize olan toplumlarda etkin ve kitlesel destek bulamadığı ölçüde nihilist bir şiddete kolay kanalize olabilecek hareketlere karşı nasıl bir perspektifle davranacağı konusunda yoğunlaşmalıdırlar.

Neo-liberal yaklaşımın güdümlediği “serbest pazar” toplumunun bir düzen veya kurallar serisinden ziyade kuralsızlığa vurgu yaptığı, yani iktisadi aktörlerin iktisadi güç ve çıkarları ile yarattıkları durum ve dengelere müdahale edebilecek üst bir mercinin -devlet veya siyasetin- kural koyuculuğu asgariye indirmeyi esas aldığı dikkate alınmalıdır. Bu, kuralları güçlü olan(lar) koyacaktır demenin bir başka yoludur.

Bu durumda, piyasa(nın) -toplumunun– halihazır “kuralları”nı iktisat dışı herhangi bir yolla değiştirmeye çalışmanın veya ihlal etmenin tüm yöntemleri; silah veya şiddete başvurmadığı halde bile terözm diye nitelenebilir.

“Terörizmle mücadele” siyaset/stratejisinin ideologları, “serbest pazar”ı hayatlarımızın ve düzenlerimizin temel, birincil bileşeni saydıran ideolojik politik hegemonyayı tesis etmiş olmanın, birey ve topluluklardaki “doğal” güç ve çıkar güdülerini azdırmış olma üzerine kurulu olduğunu biliyorlar. Bunun verdiği güvenle, o güç ve çıkar mantığına, o güdülere teslim olmanın bizatihi kendisine kökten karşı çıkmadıkça, durumdan, gidişattan hoşnutsuz, muhalif her hareketin, girişimin sadece “iktisat dışı bir faktörü kendi lehine “piyasa toplumu”na entegre etme amacını taşıyabileceğini; “siyasi hareket”lerin ancak böyle teşekkül edeceğini öngörmektedirler. Piyasa toplumunda tutunma şansı kısıtlı, iktisadi kıstaslara göre rekabet gücü düşük kesimlerin “dışlanma” tehlikesini bertaraf etmek için empoze/entegre etmeye çalışabilecekleri söz konusu faktörler, bu koşullarda din, milliyet, etnisite kültür...gibi kişinin “doğal” olarak temellük ettiği özelliklerle ilgili olmalıdır. Çünkü eğer o özelliklere sahip olma iktisaden aynı durum ve statüde olan başkaları karşısında bir imtiyaz sayılacak ise, bu imtiyazı ötekilere kesin olarak kapatmak ancak bunlarla mümkündür. Bu, aynı zamanda piyasa toplumu içinde rakip ötekilerin farklı dini, mezhebi, etnik... özelliklerini bir dışlama, aşağılama, itme gerekçesi saydırabilmek de demektir.

Toparlarsak, piyasa ekonomisi -toplumu-nun neo-liberal-muhafazakar ideologları, kapitalizmlerin esas olarak ulusal piyasalar temelinde işlediği bir önceki dönemlerde, toplumları iktisat dışı faktör ve önceliklerin de zorunlu olarak biçimlendirdiği millet formasyonlarının global ekonomi ve pür iktisat -çıkar- mantığının tam egemenliği koşullarında artık “çözülmek” zorunda olduğunu, olacağını bir ilk veri olarak önlerine koyuyorlar. Bu “çözülme”nin şu veya bu biçimde tüm millet-toplumlarda kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağını ve bireysel ya da grupsal olarak pür iktisat-piyasa toplumunun “kural”ları ile başedemeyenler ilk planda olmak üzere milletin bileşenlerine ayrılacağı bir sürece girileceğini de öngörmektedirler. Dini-mezhebi, etnik kimliklerine sarılmış cemaatleri oluşturacak olan –iktisadi mantık ve işleyişin atomize etmekte olduğu– toplumun tutunma endişesine kapılmış kesimleri, bu halleri nedeniyle tutunabilme rekabeti içinde oldukları öteki cemaatlere karşı sınırsız bir öfkeye ve şiddete kolayca kapılabileceklerdir.

Daha terörden özelliklede “İslami terör”den sadece Filistin nedeniyle, ora ile sınırlı olarak bahsedildiği 1980’lerin başlarında, küresel ekonomiye geçişin, neo liberal deregülasyon politikalarının yeni yürürlüğe konduğu post-endüstriyel toplumlara geçiş halindeki “Batı” ülkelerinde bu gelişmelerin ipuçları derhal kendini göstermişti. Bu dönemle birlikte söz konusu ülkelerde, çoğunluk milliyetlerin issizlik - tutunamama tehdidi ile karşı karşıya kalan mensupları arasında ülkelerindeki güçmen veya azınlık milliyetlere karşı neo-faşist/nazi, yabancı düşmanı akımların ortaya çıkması ve ilk kitlesel imhaya yönelik bombalama eylemlerinin bunlar tarafından yapılması anlamlıdır. Azınlık dinî-mezhebi ve etnik toplulukların, sonradan yerleşen göçmen kesimlerin çoğunluğa asimilasyon eğilimlerinin azalması ve bunların cemaatleşmeye hatta gettolaşmaya yönelmeleri de aynı süreçte belirginleşmeye başlar. Post endüstriyel toplumlarda toplumsal-politik rahatsızlıkların siyasal parti mecralarına akmak yerine etnik-dini-mezhebi hareketlere, cemaat örgütlenmelerine yönelmesi, “kimlik politikaları” içinde ifade edilir hale bürünmeleri de olgunun bir diğer yüzüdür. Piyasa toplumunun atomize ettiği bireylerin “doğal aidiyet”lere sığınması, bunların aynı şeyi yapan aynı durum ve statüdeki diğer birey gruplarını rakip – bir düşman görmeleri ile birlikte olduğundan, herhangi bir sürtüşmenin etnik kapışmaya, küçük çaplı çatışmaya dönüştüğü olaylar giderek sıkça yaşanmaya başlar.

Toplumun atomize bireyler veya cemaatler toplamı olmaya doğru gittiği post endüstriyel/postmodern süreçte, devletin modern çağın önkabülleri üzerine kurulu yapısıyla sürdürülmesinin anlamı ve imkânı da tükeniyor demektir. Meşruiyeti ve işlevsel olumluluğu bireylerin hak ve özgürlüklerini geliştirebilme ve güvenceleyebilme, performansı ile ölçülen modern devlet ve rejimler, bu durum ve gidişat karşısında, meşruiyet ve işlevsellik kıstaslarını hak ve özgürlüklerden değil “güvenlik sağlama” üzerinden inşa etmeye yöneleceklerdir. Terörizmle mücadelenin sadece devletler arası ilişkilere -düzene- değil iç politikaya da egemen düstur olmasının gereği ve sonucu budur. Ve bunu modern özgürlük ve haklara alışmış toplumlara kabul ettirebilmenin yolu hiç şüphesiz güvenlik ihtiyacının, talebinin azamileştirilmesinden geçer. Tutunamayan-dışlanan, bu tehdit altında yaşayan kesimlerden adi suçlara yönelen kişilerin artık daha da artarak çıkıyor olması resmi güvenlik örgütlerinin yanısıra özel güvenlik şirketlerinin de sayıları hergün artarak devreye girmesine kapı açarken; içe de kapanan cemaatler arası çatışmalar ihtimali de devlet güvenlik örgütlerinin hak ve özgürlükler kalkanını delecek önlemler ve imkanlarla donatılmasına gösterilecek dirençleri aşındırıyor.

Ama elbette bu iç faktörlerin hiçbirisi, başta post-endüstriyel –“Batı”– toplumları olmak üzere tüm toplumlarda, hak ve özgürlükleri koruma konusundaki direnci kırma noktasında, El Kaide türü, kitlesel imhaya yönelik intihar eylemleri kadar kesin etkili olamazdı. “Yabancı”, ama çoğunluğa en fazla benzeyen, en fazla asimile olmuş sayılan kişilerden devşirilmiş bir intihar eylemcisinin yaratacağı şok, şüphe ve endişe dalgasının büyüklüğünü, bulaşıcılığı ve kalıcılığını açıklamaya gerek yoktur. Küresel ekonominin devletleri, “devletin küçültülmesi”, “özelleştirme” gibi slogan ve politikalarla ördükleri “güvenliğe odaklı devlet” projelerini adım adım ilerletmekteyken, 11 Eylül’le birlikte ve ardından da birçok ülkenin kendi 11 Eylül’lerini yaşamaları “sayesinde” o projenin önündeki tüm engelleri ve dirençleri bir hamlede aşma imkanını bulmuş oldular. El Kaide “modeli”ne uygun eylemler, katliamlar, devletler arasında “terörizmle mücadele” için işbirliği çabalarını da hızlandırdı ve herhalde, neredeyse eşanlı İngiltere ve Mısır’daki katliamlardan sonra, amaca sadece El Kaide gibi fenomenlerle sınırlı olmayacak bir devletler arası ortak güvenlik ağının devreye girmesi gecikmeyecektir.

Böylece, 1990’larda, tüm toplumlardaki demokrat çevrelerin, hak ve özgürlerin dünya ölçeğinde geliştirilmesi ve güvence altına alınması amacıyla ortaya attıkları “uluslararası toplum” fikri; on beş yıl sonra El Kaide türü eylemlerin katalizörlüğü “sayesinde”, yerini hak ve özgürlükleri resmen değilse bile fiilen kısıtlayan, bunları etkin bir denetim ve gözetim sistemine tabi kılan bir devletler arası güvenlik aygıtının ağır gölgesine bırakmış oldu.


Tekrar belirtelim ki; buraya kadar söylenenler, El Kaide türü örgüt ve eylemlerin, bu dünyaya ve gidişatına ilişkin bir “umut” imkanını tamamen yitirmiş, kendisi dışında herkesi, adına hareket ettiği toplumu bile bu yitirişin müsebbibi olarak gören, o nedenle de bunca acımasız bir öfkeyle, nihilizmle yüklü olan kesimlerin bu düşünüş biçimlerinden türediği; dolayısıyla eylemlerinin “son analizde”, düşman ilan ettiklerinin yani onları umutsuzluğa sevkeden gidişatın asli aktörlerinin amaçladığı küresel bir rejimin tesisine hizmet ettiği yolundadır. Bu analiz çerçevesinde El Kaide “liderliği”nin bir ajan-provokatör rolünü üstlenip üstlenmediği sorusunun cevabı önemli değildir.

Dikkati çekmek istediğimiz nokta şudur. 20. yüzyılın sonlarına kadar, çekirdeğinde pür iktisat -piyasa- toplumu idealinin yer aldığı kapitalizm, bu mantığa ve sonuçlarına gereğince kökten biçimde karşı çıkmayan muhalefet hareketlerinin en “keskin”lerini bile zamanla asimile edip onları kendi büyüme ve derinleşmesinin bir unsuru haline getirebilmeyi başarabilme yeteneği ile bilinir. Kapitalizmin giderek tüm toplumu kapsayan bir düzen olarak, istikrarlı biçimde işleyebilmesini sağlayan da bu olmuştur. Kapitalizmin o toplumun bireylerinin olabildiği kadar tamamına üretici-tüketici işlevlerinin ikisine haiz olarak gereksindiği, istihdam edebildiği aşamalarında, bu düzen içine alma ihtiyacı adına sistem sosyal refah devleti haline gelmek gibi öz mantığı ile hiç de uyuşmayan bir forma bile girebilmişti.

Şimdilerde ise, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, toplumun tamamının üretici/ “iş” sahibi olmasını gerektirmeyen, aksine istihdamı giderek daraltacak bir rotaya girmişken, özellikle de bunun yarattığı hoşnutsuzluk ve muhalefet potansiyelini, hareketlerini “düzen” içine çekmek zorunluluğu da ortadan kalkıyor demektir. Bu artık tutunamayan, o nedenle de dışlanabilen kesimleri mevcut düzenli yapının ve mantığın içine bir tüketici yükü olarak entegre etmek yerine bunları denetimli bir kaosun içinde tutmak tepki potansiyellerini yatay-benzerlerine yönelik patlamalarını söngörmek ve bunu o kaosun iç geriliminin devrevi boşalmaları olarak işlevsel saymak kapitalizmin post-endüstriyel aşamadaki “asimilasyon” politikası pekala olabilir.