Aralık 2007 sonunda başlatılan Kandil Dağı merkezli, hava bombardımanı ağırlıklı operasyonun, PKK’yı Kuzey Irak’taki askerî-lojistik varlığını sürdüremez hale getirinceye kadar devam ettirileceği anlaşılıyor.
PKK’ya iaşe ve irtibat imkânı sağlayan K. Irak’taki göçmen kamplarına, Cudi, Gabar, Herakol, Bestler/Dereler ve Tunceli, Bingöl gibi PKK silahlı müfrezelerinin daima tutunabildikleri yörelere yönelik hava-kara harekatı ile eşanlı yürütülen bu operasyonun hedefi, herhalde PKK’yı dağda barınamaz hale getirmektir.
Bağdat-Washington-Ankara-Erbil arasındaki uzlaşma sürerse şiddetli kış koşullarının da yardımıyla PKK’nın dağdaki varlığı gerçekten de gayet ciddi bir darbe alabilir. Hatta önümüzdeki bahar aylarında, PKK’nın dağlardaki miktarında ve etkinliğinde çok büyük bir düşüşle karşılaşmamız da muhtemeldir.
Bu olursa; fazla da uzun olmayan bir sürede, PKK’nın silahlı mücadeleyi tamamen bırakıp, kendini “ovaya-düze inme”nin koşullarına uyarlama sürecine girebileceğini söyleyebilir miyiz?
Belki; bu durumda, Diyarbakır’daki son alçakça pusuyu, güç ve nüfuzunu dağda olmaktan alan ve burada tutunabilmenin artık çok zor olduğunu kabullenmenin öfkesiyle PKK dağ kadrosunun tertiplediğini, dolayısıyla beklenir bir reaksiyon olduğunu söyleyebiliriz. Böyle ve umarız fazla cana mal olmayacak birkaç misilleme iddialı eylemden sonra; artık dağın değil ovanın ağır basmaya başladığı, şiddetten uzaklaşmış bir -Kürt- siyasal ortamına gireceğimize dair iyimser bir yoruma varabiliriz.
Fakat, K. Irak’a operasyonun arefesinden itibaren yoğunlaşan araba yakma vakaları, birkaç şehirde son anda yakalanan patlamaya hazır bomba düzenekleri, ele geçirilen külliyetli miktarda patlayıcı ve en son Diyarbakır’daki çok çok daha ağır bilançolu olabilecek alçaklık; çok başka türden bir “ovaya-düze” inişin kesin başlangıcı da olabilir. 5-10 bin civarında tahmin edilen silahlı gücünü kırsal kesimde tutabilmek için gerekli ikmal üs ve ağları büyük ölçüde işleyemez hale getirilmiş bir PKK için bu darbe hareketin aslında birkaç yıldan beri geçmeye hazır olduğu yeni ve daha sınır tanımaz bir şiddet politikası faslını çabuklaştırmış da olabilir. Şimdiye kadar, epeyce cana malolan intihar saldırıları, Mavi Çarşı ve Tuzla’daki kanlı sabotajlar türünden terör eylemleriyle “şehir-ovalarda da faaliyet yürütmekle birlikte, ağırlıklı olarak kır gerillası tarzında bir silahlı mücadele rotası izleyen, siyasal-toplumsal güç ve desteğini böylece edinen PKK’da kır gerillası faslı bitiyor, ağırlık şehir-ovalarda, Diyarbakır’dakine benzer usüllerle yürütülecek bir “silahlı mücadele”ye kaydırılıyor olabilir. İntihar saldırıları, gündelik hayatı felç edebilecek sabotajlar ve kitlesel çatışmaları provoke edecek eylemlerle birlikte.
Bunun bir “taktik değiştirme”den öte, şu son yıllarda PKK’nın sosyolojik destek ve temellerinde meydana gelen bir değişmenin yansıması olacağı söylenmelidir.
Çünkü, PKK öncelikle, “Kürt davası”nın 19. yüzyıl ortalarından beri taşıyıcılığını, öncülüğünü yapan çizginin, Kürt toplumundaki sosyo-ekonomik gelişmeler bazında evriminin bir sonucu olarak ele alınmalıdır: 1800’lerde Kürt -“askerî”- aristokrasisinin, mirlerin aşiret seçkinlerinin, daha sonra dinî önderlerin, ardından -çoğu yine köklü Kürt ailelerine mensup- okumuş yeni seçkinlerin, “burjuva aydınları”ın yönlendirdiği bu çizgi 1980’lerde PKK’nın şahsında yeni bir sürükleyici güç bulmuştu. Birikim’in başlangıcından beri PKK’ya ilişkin analizlerinde mutlaka belirttiği, göz önüne aldığı üzre, bu örgüt, çözülen aşiret bağlarının, daha doğrusu esirgeyici işlevini artık yerine getiremez olmuş geleneksel yapıların çöküşünün sonucu “serbestleşen” kır ve kasabaların alt-orta sınıf mensupları ile bunların arasından çıkan, alt sınıf kökenli yeni ve hırslı bir genç-aydın kesimin bileşimiyle teşekkül etmişti. Sadece Türkiye’deki değil, benzer iktisadî sosyal dinamikler sonucu Avrupa’ya göçmüş Kürt nüfus içerisinde de hızla, neredeyse rakipsiz bir güç haline gelivermesinin zembereği budur asıl olarak.
PKK’nın Kürt diasporasından aldığı güç ve destek pek değişmedi ama Türkiye’de Kürt nüfus şu son 25 yıldır çok büyük bir sosyo-ekonomik sarsıntı, yaşadı. Başta Güneydoğu kent ve kasabaları olmak üzere şehirlere büyük çapta yığılma oldu; zaten kısıtlı olan eğitim-öğrenim imkanlarından büsbütün mahrum bırakılmış, sefil bir hayata baştan mahkûm edilmiş yüzbinlerce çocuk ergen, delikanlı hale geldiler. Kırdan koparılmış ve bir daha oraya dönmeyecek, şehirlerde ise geleceğe güvenle baktırtabilecek donanımlardan çok büyük ölçüde yoksun bu umutsuz ve öfkeli genç insanlar için PKK, özel bir örgütleme çabasına girmeksizin tepkilerini kanalize edecekleri bir adres oluyor, olmakta. Ve öyle anlaşılıyor ki yakın zamana kadar PKK yönetiminin denetleyebildiği ve dizginleyebildiği bu kesim, yaptığı ve yapabileceği emrivakilerle PKK yönetimini peşine sürüklenmek zorunda bırakabilir; dahası her şeye rağmen belli sınırları aşmamaya dikkat eden milliyetçi dili ve şiddet eylemleri ile bildiğimiz PKK’yı eskiye havale eden, “geride bırakan”, kör bir nihilizmin hiçbir şeyi umursamayan vahşetine teslim olmuş bir yeni PKK ile karşı karşıya kalabiliriz. Veya aynı potansiyel, Kürtlerde dine bağlılığın geleneksel olarak çok daha güçlü olduğu olgusunun süzgecinden geçerek dinle milliyetçiliğin kaynaştırıldığı yeni bir oluşumda şekillenebilir. Abdullah Öcalan’ın, Kuzey Irak’a operasyonun siyasal amaç ve sonuçları hakkında konuşurken “bir Kürt Hamas’ı oluşturmak istiyorlar” derken kasdettiği de herhalde bu ihtimaldir.
Ancak Abdullah Öcalan AKP eliyle oluşturulacak bir Kürt Hamas’ından bahsediyor. Oysa önümüzdeki dönemde Kürt hareketinde aktifleşme ihtimali ciddi bir İslamcılaşma yönelimi olabilecek ise, bunun besleneceği zemin, halen Kürt oylarının % 90’ını paylaşan AKP ve DTP’den İslam adına yüzgeri edenlerden teşekkül edecektir. Hamas türünden bir İslamcılığı teşvik etmek, onunla ittifak kurmak AKP’nin çıkarına olmadığı gibi buna ihtiyacı da yoktur. AKP, Türkiye genelinde olduğu gibi -hatta biraz daha fazlasıyla- burada da % 70’i aşkın bir oy potansiyeline sahip merkez sağ -muhafazakâr eğilimi- hiçbir ciddi alternatifinin olmadığı bu konjonktürden de yararlanarak kendi saflarına katmanın hesabına bakıyor öncelikle. Şüphesiz dikkate alıyor olmalıdır ki bu % 70’in neredeyse yarısı, şu anda Kürtlük hassasiyetlerini ön plana aldıkları için AKP’ye mesafeli duran Kürt burjuvazisi, burjuvalaşmış Kürt aristokrasisi ve bunların yönlendirdiği geniş alt-orta katmanlardır. AKP, bu kesimlerin Kürt kimlik ve kültür taleplerini, hassasiyetlerini yumuşatılmış formüllerle acilen de değil tedricen cevaplayacağı güvenini verebildiği takdirde bölgede konumunu pekiştirip güçlendirebileceğini herhalde bilmekte ve öyle de davranmaktadır. Kuzey Irak’taki PKK kamplarına karşı operasyon başlatılırken, Kuzey Irak Kürt yönetimini rencide eden resmî beyanların kesilmesi, Türk milliyetçi çığırtkanlığın onca ısrarına kulak asılmayarak, bölgeyle ekonomik ilişkileri aksatmamaya özen gösterilmesi; şüphesiz öncelikle, bu siyasî ve ekonomik ilişkiler üzerine konumlanmış Kürt burjuvazisinin çıkarlarının zarar görmemesini temine matuftu. Türk(iye) burjuvazisinin has partisi olarak AKP, burjuvaların ortak dilinin -iktisadî çıkarın- en iyi anlaşma vasıtası olduğuna yürekten inanmakta ve bu “inancı”na uygun davranabilmektedir de. Kuzey Irak’ın daha da artacak petrol geliriyle palazlanacak tüccarları, arazileri değerlenecek mülk sahipleri, idari-siyasî/askerî konumlarını gelire tahvil edecek bürokratları ile Kuzey Irak burjuvazisini, Türkiye’nin batı, orta ve güneydoğusu burjuvaları ile “duygusal” olarak birleştiren bu ticari hatlar, Kuzey Irak’taki PKK varlığını “ortak sorun” sayma üzerine kurulu son askerî operasyonun da ana damarını oluşturmakta olup, Türkiye-ABD-Irak (Kuzey Irak) anlaşmasının siyasal-ekonomik temeli mesabesindedir.
Bu anlaşmayı yapanlar, mevcut ekonomik ilişkilerin daha hacimli hale gelmesiyle öncelikle Kuzey Irak ve Türkiye Kürtleri -özellikle de mülk-servet sahibi kesimleri- arasındaki bütünleştirici bağların güçleneceğini, bunun da Türkiye Devleti aleyhine bir kopma ihtimalini büyüteceğini elbette kestirebiliyorlardır. Ancak böyle bir kopuşun uzun vadeli bir jeopolitiğinin olmayışı bir yana, Kürt burjuvazilerinin daha şimdiden Türkiyeli sınıfdaşlarıyla ve bunların merkezî unsurlarıyla kurdukları çıkar zincirlerinin çapı bu ihtimalden ziyade, adı konulmamış -ileride belki adı da olur- bir entegrasyonun çok daha mümkün olabileceğine işaret ediyor.
PKK’nın İran, Irak ve Suriye’de de Türkiye’dekine benzer sosyo-ekonomik süreçlerin oluşturduğu bir kitlesel desteğe sahip olduğu biliniyor. ABD’nin, tam da Türkiye Kuzey Irak’a operasyona girişmek üzereyken İran’a yönelik savaş tehdidini geri çekmese bile askıya alması, Washington-Ankara-Erbil/Bağdat ittifakının Tahran’ın en azından nötralizasyonunu da içeriyor olabileceğini akla getiriyor. Ortadoğu Kürt nüfusunun büyük çoğunluğunu, ekonomik-siyasal ve ideolojik açıdan en ağırlıklı kısmını oluşturan Türkiye ve Irak Kürtlerinin sosyo-politik omurgaları, ekonomik-siyasal yönetici kesimleri ile ABD onay ve gözetiminde bir işbirliği rotasına girmiş gözükmeleri; PKK’nın bu “oyun”a dahil olmasını gerektirmediği gibi; ona pek manevra alanı da bırakmamakta; ayrıca kitlesel desteği ile buna müdahil olabilme şansı da bulunmamaktadır. PKK, onu tam bir cendereye sokacak gibi görünen bu ekonomik politik ilişkiler ağının kurulduğu, geliştirilmek istendiği yerde -“ova”da- kısmen de olsa dağıtarak kendine bir alan açmayı deneyebilir. Bu ağı, bu ilişkilerden sözü edilir bir yarar görmeyecek, görse bile açılacak gelir-statü uçurumları nedeniyle kaale dahi almayacak şehirli orta-alt Kürt gençliğinin bu koşullarda iyice bilenecek milliyetçiliğinin yıkıcı şiddetiyle vurmaya yönelebilir.
PKK, bu son derece vahim sonuçlara yol açabilecek rotaya girmeyip, diyelim diasporadaki desteğine dayanarak, bir sosyo-ekonomik/politik bir rahatsızlık dalgasıyla birlikte harekete geçmek üzere taktik bir geri çekilme kararı verirse; şehirli orta-alt sınıf Kürt gençliğinin umutsuz öfkesini taşra dindarlığının katılığıyla harmanlayacak, belki de Hizbullah çekirdekli, Kürt milliyetçiliği ile İslam’ın fanatik bileşimi olacak bir Kürt Hamas’ı ortaya çıkabilir.
“Kürt sorunu”, 20. yüzyılda Ortadoğu-Ön Asya dünyası ulus-devletlere bölünmenin kanlı örsünde dövülürken, sosyalizmden İslamcılığa kadar her akıma nüfuz etmiş milliyetçiliklerin bunaltıcı havasını soluyarak büyümüş kavruk bir çocuk gibi şekillendi. Kaldı ki onun böyle şekillenmesinde pay sahibi olan milliyetçilikler de, oluşumlarında büyük yenilgi ve kayıpların, ağır kompleks ve utançların bariz etkisiyle “doğuştan yaralı” milliyetçilikler idi. Zaten herhangi bir insanî-toplumsal sorunu birilerini ağır biçimde mutsuz, ezgin etmeden “çözme”si, yatıştırması mümkün olmayan milliyetçilik(ler)in üstelik bu kimyalarıyla “Kürt sorunu”nun tarafı olmaları, sorunun kendisinden de kat be kat vahim ve büyük bir sorundur. Asıl bu sorunun farkına varılmadıkça; kimyası nedeniyle “çözüm”den dikte etmeyi anlayan, “uzlaşma”yı zaaf olarak algılayıp, en basit hakkı bile bir bahşedici kibriyle tanımayı büyüklük sanan milliyetçi zihnî bozulma, çarpıklık, milli “ben”lerimizi aşamamış bizleri kırk katırdan kırk satıra savurmaya daha uzun süre devam edecek demektir.
O yüzden, bu toprakların ve tarihin layık olduğu büyük çözümü bir boşluğa haykırmamak için, öncelikle, herkesin kendini sarmalayan milliyetçiliğe ve onun alkışladığı her tavır ve tutuma insanî-vicdani değerlerimiz adına açıkça karşı durarak oluşturulacak bir siperin inşası ilk ve acil bir adımdır. Ortadoğu Ön Asya halklarının ortasından, yüreğinden geçen böyle bir siper olmadıkça her kurşun, her bomba beynimize sıkılmış, orada patlamış olmaya devam edecektir.