PKK’nın Aktütün karakoluna yaptığı kanlı saldırı ve birkaç gün sonra Diyarbakır’da polis servis aracına tertiplenen ölümcül pusu; aylarca önce Dağlıca karakoluna yapılan baskını ve aynı dönemde -askerî servis aracını hedeflediği söylenen ama- ona yakın çocuğun öldürüldüğü bombalı suikastı ister istemez akla getirdi.
Çünkü her ikisinde de olay örgüsü aynı olduğu gibi, Kuzey Irak’a askerî müdahale yetkisi veren tezkerenin görüşülme zamanına denk düşmekteydi. Ve özellikle de söz konusu karakol baskınlarında, kafalarda pek çok soru işareti bırakan “ihmal”ler vardı. Devletin bazı istihbarat birimleri baskınları günlerce önceden, hatta nokta ve zamanı tamı tamına bildirerek uyarıyor, fakat ya gerekli tedbirler alınmıyor veya ciddi boşluklar bırakılıyor ya da Ordunun ve PKK’nın askerî gücü dikkate alındığında karakolların verdiği zayiatın ağırlığı fazlasıyla dikkat çekiyordu.
Aktütün vakasından sonra kamuoyunda ilk kez bu benzerlikler ve yığınla soru işareti karşısında “ne oluyoruz” diyen tepkiler açıkça ifade edilir oldu. Sadece PKK’nın silahlı gücüne karşı mücadeleyi yürütmenin değil; genel olarak “Kürt sorunu”na ilişkin politikanın belirleyicisi konumunda olduğu herkesçe bilinen Ordu üst komuta heyetinin genel tutumu da ilk kez sorgulanabilme noktasına geldi. Gerçi ülkemiz demokratik kamuoyunun birçok sözcüsü, çok daha önceden beri, Ordu ve milliyetçi çevrelerin hiddetli bakış ve suçlamaları altında çeşitli vesilelerle Ordunun bu konumunu, izle(t)diği politikanın mantığını ve yöntemlerini tartışmaya açmak istemiş, ancak genel kamuoyunda pek destek bulamamıştı.
“Kürt sorunu”nun ancak ciddi, yapısal bir demokratik düzenleme ile çözüme kavuşabileceği fikrine olumlu yaklaşanların çoğu bile, bunun yürürlüğe konulabilmesi için PKK’nın silahlı güç olarak -ya kendi iradesiyle veya kesin olarak mecbur edilmek suretiyle- tasfiye edilmesini mutlak önkoşul saydığı için; Ordu PKK ile çarpışır, PKK yolları mayınlar, şehirlerde onlarca savunmasız kişiyi katleden bombalı suikastlar düzenlerken böylesi bir tartışma ve sorgulamanın -gerekli olsa bile- yersiz ve zamansız olacağını düşünüyordu.
Yine bu kesim ve bu kez çok daha geniş bir çevre, TC devletinin bir devlet olarak kendi sınırları dahilinde veya yakınlarında onun otoritesini tanımayan organize bir silahlı gücün varlığını kabul edemeyeceğini, bu güç hiçbir silahlı eyleme başvurmasa dahi, bizatihi orada oluşunun bile devletin güvenlik kuvvetlerine onu bertaraf etme hak ve görevini verdiğini bilerek; devlet olmanın bu temel kuralını dikkate alarak; Ordunun da her şey bir yana bu kuralın gereğini yerine getirmek için PKK’yı bertaraf etmeye çalıştığını varsayıyordu.
PKK’ya gelince, 1990’ların ortalarına gelinceye kadar, en azından bu örgütün kendi içinde tutarlı bir çizgi izlediği söylenebilir. Kestirme bir ifadeyle PKK, (şimdilik) Türkiye sınırları dahilindeki Kürtlerin, çoğunluk oldukları topraklarda bağımsız bir devlet oluşturmalarını sağlamak için TC devletini bunu kabule mecbur etmeye matuf bir silahlı mücadele -aşamalı bir gerilla savaşı- veriyordu. TC devleti içinde bir çözüm aramayan, meşruiyetini bunun hiçbir legal imkânı olmadığı iddiasından alan bir tutum/strateji idi bu. 1990’ların ortalarından itibaren ise PKK, ayrı, bağımsız bir devlet kurma iddiasını bıraktığını ilan etti ve o tarihten bu yana da, “Kürt sorunu”nu kâh Türkiye’deki kısmıyla sınırlayan, kâh bütün bir Ortadoğu’nun sorunu -dolayısıyla o çapta bir çözüm gerektiren- bir sorun temelinde ele alan çeşitli -iki kurucu ögeli Türkiye Cumhuriyeti, federasyon, Ortadoğu’nun tamamını kapsayan konfederalizm, vs.- “demokratik çözüm” önerileri ortaya attı.
Yine gayet özetle ifade edilecek olursa, PKK’nın bu birbirinden hayli farklı önerilerinin hepsinin önkabulü şu idi: Türkiye’de Kürt sorununun zemini -elbette ki başta PKK’nın verdiği mücadelenin etkisi ile- silahlı mücadelenin başlatıldığı döneme kıyasla büyük ölçüde değişmiş; o zaman konuşulması dahi mümkün olmayan “demokratik çözüm”lerin artık hem tartışılması hem de kararlaştırılıp uygulanabilmesi için yeterli koşullar oluşmuştur. Bu nedenle de PKK parti olarak silahlı mücadele sürdürmeyi bırakabilir. Bu güvenceyi vermenin yeterli olduğu varsayımı ile PKK, TC devletine kendisini muhatap almasa bile “Kürt tarafı”nı temsil edecek olanlarla demokratik çözümü konuşmaya çağırmaktadır.
Bu çağrının, tutumun çelişkisi, tutarsızlığı apaçıktır. Eğer karşınızda demokratik cumhuriyet-çözümüne yatkın bir muhatap görüyor iseniz, “ateşkes”miş ama silahını, organize olma vasfını elden bırakmayan bir güç neden, niçin muhafaza ediliyor? Eğer bu silahlı güç ve siyasal uzantısı olarak PKK bir “taraf” ise, Kürt tarafı oluyorsa, TC de, Türk-Türkleşmiş taraf olacak ve dolayısıyla “konuşma” sırasında Kürtleri de temsil iddiasından -zımnen bile denilemeyecek biçimde- vazgeçmiş olmayacak mıdır? Bu “konuşma”dan bir devlet modeli çıktı diyelim. O devlet, etnisiteleri birer entite olarak kalıplamış, bunların bir toplamından başka bir şey olmayan, sırf bu “yapı”sından dolayı üzerine konulacak demokratik ve cumhuriyet sıfat/kavramlarının esasıyla çelişen, aşiretler birliğinden sadece bir parmak ileride bir anakronizm olmayacak mıdır?
Cumhuriyet ve demokrasilerin etnik, dinî, mezhebî... farklılıkları tanıması, bunların ifadelerini özgür ve eşit kılması temel kuraldır, ama bunlara kalıcılık -değişmezlik- atfetmesi ve hele yapısallığını bunlarla kurması, kurumlaştırması, kendilerini inkârdan başka bir şey değildir. Tam aksine cumhuriyet ve demokrasi idealinin “ideolojisi”nin kaynağı, bu “doğal” farklılıkların “eşitlik-adalet, özgürlük ve ilerleme”ye engel olma ihtimalinin, hatta tehlikesinin insanî değer, kural ve ölçütlerle önlenebileceği fikridir.
PKK’nın tutumundaki bu -bir kısmını saydığımız- çelişkiler, tutarsızlıklar -demesek bile- bulanıklıklar, sorunu düşünen birçok Kürt tarafından da biliniyor, bunun verdiği rahatsızlık açıkça görülebiliyordu. Ama onlar da, 1990’ların ortalarından beri, kör topal ve ürkekçe uygulanan “Kürt realitesi”ni tanıma yönündeki adımların bile çoğu kez idari makamların haşin engellemeleri ile sekteye uğratıldığını, özel olarak Ordunun örneğin DTP’li milletvekili ve belediye başkanlarına karşı aşağılamaya varan yok sayıcı tavırlarını kurallaştırdıklarını görerek; bir bıkkınlık duygusuna kapılıyor ve bu durumda tüm bu tavırları görmezden gelircesine PKK’nın tutumunu sorgulamanın “onursuzca” olacağını düşünüyorlar.
Şimdi asıl konumuza gelebiliriz: Yakın zamanlara kadar Ordunun PKK’nın silahlı elemanlarına karşı giriştiği operasyonlar ve bu örgüte şu veya bu biçimde yardımcı olduğunu varsaydığı kişi, çevre ve kuruluşlara karşı sert, haşin tavırlar, onun PKK’yı tamamen tasfiye/yok etme amacı taşıdığı biçiminde ele alınır, buna göre değerlendirilirdi. Aynı şekilde PKK’nın silahlı terör eylemlerini sürdürmesine de onun Orduyu “kendini tanıma”ya, mağlup ve hele yok edemeyeceğini kabule mecbur etme amacı taşıdığı varsayımı ile bakılır; buna göre anlamlandırılır, yorumlanırdı.
1990’ların başında Doğu-Güneydoğu Anadolu’da etkinliği ve gücünün zirvesine ulaşan PKK’nın bu tarihten sonra geriletilmesi ve 1990’ların ortalarında inisyatifi tamamen yitirmesi, ağır kayıplarla askerî açıdan yenilgi noktasına doğru itilmiş hale getirilmesinden sonra; yukarıda özetlenen yaklaşım değişmemekle birlikte gerek PKK’ya “silahlı mücadeleyi bırakma” çağrıları ve gerekse Orduya artık geriye çekilip sivil çözüme alan açması yönünde talepler de çoğaldı. Silah seslerinin çok büyük ölçüde kesildiği bu dönemde; her ne kadar PKK kendi ilan ettiği “ateşkes”lere uyuyor gözükse de, “sivil çözüm” için gerekli Kürt inisyatiflerini güdük bırakmak, tecrit etmek ve engellemek için elinden geleni yapmayı da ihmal etmedi. Ordu da her ne kadar bölgedeki kuvvetlerini, operasyonlarını ve görünürlüklerini azalttı ise de, dönemin -zayıf- hükümet ve partilerinin sivil çözümler yönünde adım atmalarını caydırmaktan da vazgeçmedi. Dikkat çekici olan, o yıllar içerisinde ne zaman ülke çapında ciddiye alınır bir sivil Kürt inisyatifi beliriverse veya ülke kamuoyunda sivil-barışçıl çözüm eğilimlerini güçlendiren bir hava oluşur gibi olsa ya PKK’nın “ses getiren” bir atağıyla veya Ordunun o inisyatif ve havayı dağıtan bir hamlesi ile karşılaşmamızdır. Özetle ne silahlı güç olarak PKK ne de Ordu, hâlâ orta yerde duran “Kürt sorunu”nun kendi inisyatifleri dışında bir mecraya kaymasını istiyor ve bunu “bilinçli bir biçimde” engelliyorlardı. Bu tutum benzerliğini, her ikisinin de kendi “taraf”larına “sorun”un aslî sahibi biziz mesajını vermek diye yorumladığımızda; şunu da eklemek gerekir ki; her iki odak da “sorun”un ancak ve sadece silahlı güçle hükme bağlanabilecek nitelikte olduğu fikrindedir ve yaşanan dönemi bir “raund arası” olarak görmekte, bir sonraki raund için “dinlenirken”, “maç”ın başka sahada ve başka bir tarzda cereyan etme ihtimalini geçersizleştirme çabasını da ihmal etmemektedirler.
Bunu silahlı/askerî çözüm “cephesi”nin iki odağı arasındaki, gayet anlaşılır ama adı konmamış bir “anlaşma” diye yorumlamak şüphesiz mümkündür. PKK liderinin 2000’lerin başından beri Ordunun “özel mahpusu” statüsünde olduğu, son Ergenekon soruşturmalarında ifşa edildiği üzere onunla bazı “üst düzey görüşmeler” yapıldığı da dikkate alınırsa -abartmamak kaydıyla- bu yorumun hayli gerçekçi unsurlar taşıdığı da görmezden gelinemez.
Elbette ki, az önce birbiriyle çarpışan varlık nedenleri adına aralarında gayet kanlı bir mücadele süregelmekte olan, bu mücadele türüne devamda kararlı olduklarını da belirttiğimiz iki karşıt güç arasında -zımnî, ihtimaldir ki, adı bile geçmemiş- bir “anlaşma”nın olduğunu ima etmek, daha doğrusu ortada böyle anlamlandırılabilecek bir durumun olduğunu düşünmek tuhaf gelebilir.
Ancak birbirlerine düşmanlık ögesiyle teşekkül etmiş milliyetçilikler arasındaki -deyim yerindeyse- sembiyotik ilişkinin farkında, bilincinde olanlar için hiç de tuhaf değildir bu durum, yorum. Nitekim geçtiğimiz yıllarda, PKK’nın spektaküler silahlı saldırıları veya terör eylemlerinin tam da statükocu güçlerin herhangi bir demokratikleşme girişimi için toplumu bunun “tehlikeleri”ne karşı uyardığı ya da Türk milliyetçiliğinin ortamı kızıştırmak için fırsat kolladığı bir zamana “denk gelmesi”; veya o kesimlerin PKK’nın bir terör eylemine değilse bile, ajitasyonlarına bol bol malzeme sağlayacak bir “çıkış” yapmaları dikkat çekici bir sıklıkta cereyan eder olduğunda, çeşitli ağızlardan “sanki örtük bir anlaşma, birbirini bu sayede besleme ilişkisi var” sözleri sıkça duyulur olmuştu.
Ayrıca bir noktanın daha altını çizmeliyiz: Canlılar nasıl bir süre sonra onları doğuranlardan ayrı bir varlık haline gelir, onlardan bağımsız, ayrı, hatta onlara karşı talepleri olan öznelere dönüşür ve artık sadece bu bağımsızlaşmış varlığını korumak ve sürdürmek güdüsüne odaklanmış bir yaşama koyulurlar ise; kurumlar, kuruluşlar ve örgütler de, onları doğuran, besleyenlerden benzer biçimde “bağımsız” düşünmeye, davranmaya başlayabilirler. Böylece varlıkları artık aynı zamanda varoluş nedeni ve koşulu da olmuştur. O neden ve koşulları “üretmek” varoluşlarının birincil önceliği haline gelir.
Galiba, şu son, yani bu yazının başlangıcında sözünü ettiğimiz olaylar dizisi, bu “evrim”in bir sonraki aşamasına gelindiğine işaret ediyor. Bu aşama başlangıçtan beri sahip olunagelen “taşınan” amaçtan da bağımsızlaşma evresi diye özetlenebilir. Kendi varlık nedeni kendisi olan şeyin varoluş amacı da bizatihi kendisi olmuştur artık.
Somutlarsak; gelinen noktada ne PKK ne de Ordu için “Kürt sorunu’nun çözümü” gibi bir amaçtan pek bahsedilmemelidir. Bir başka deyişle çözüm diye bir şey yoktur, olmayacaktır ve dahası olmamalıdır da. Çünkü bu sorunun varlığı, çözüme ulaşamayacak giriftliği ile sürüp gitmesi, onun varlığından doğmuş veya onun varlığıyla halen sahip ve gayet memnun olduğu statüsünü edinmiş olanlar için en hayatî besinlerini aldıkları ortamın devamı demektir. “Yaşam alanı”nın korunması güdüsünün gereğidir böyle düşünmek ve davranmak.
Dolayısıyla da bu ortamdan beslenen “akıllı” yaratıklar o ortamı “beslemek”, kendi hesaplarına yazılacak olan “verim”i arttırmak için de gayretli olmalıdırlar.
Eğer Dağlıca baskını o ürpertici bilançosu ile “PKK’nın hesabını kesin olarak görmek” avazeleri, iddiaları arasında o büyük çaplı sınır ötesi harekat kararını tetiklemiş; PKK’ya çok ağır zayiat verdirdiğine dair ilanlarla bitirilmiş; kimilerinin neden aniden bitirildi soruları “yoksa bitirilmek mi isteniyor” sorusuna karışmışken çok geçmeden PKK’nın Dağlıca’dakinden çok daha organize ve gösterişli bir saldırıyla Aktütün karakolunu basıp ciddi bir zayiat verdirdiği haberi gelmiştir.
Üstelik bu defasında, Dağlıca’da açıkça görülen izahı gayrikabil ihmal ve askerî yanlışlıklardan çok daha izah edilemez olanları söz konusudur. Orada karakollarda gencecik hayatlarını kaybedenlerin ne yazık ki o ölümcül ihmal ve yanlışlıkların ne anlama geldiğini ve hesabını sorma şansları yok ve olmayacak. O, her şeye rağmen mücehhez karakola saldırıya giderken içlerinden kaçının ölüp gideceğini bilmeyen, öylece ölüme giden daha ergen yaştaki PKK’lılar da bu vurkaç gelgitinin “sandıklarının dışında bir amacı mı var yoksa” diye soramayacaklar.
Ama bu, kanlı ve ritmiyle bize uğursuz bir şeyleri çağrıştıran şiddet, ölüm tahtaravallisini şimdiye kadar bakmadığımız bir yerden gözlemek, onun çözümsüzlüğü çözüm sayan bir “mekanizma” ile işleyip işlemediğini sorgulamak bizim, bu çok daha vahim noktalara sürüklenebilecek trajedinin ortasında yaşayan bu ülke insanlarının, boynunun borcu olmalıdır.
Bu ülkenin insanları, Kıbrıs sorunu vesilesiyle, yine “taraf”ları milliyetçiler olan bir “çözüm çözümsüzlüktür” deneyimi yaşadılar. O, çapı ve ortamı gereği böylesine kanlı, ürpertici sahnelerle dolu olmamıştı. Postmodern çağ, ve onun egemenleri, kendilerine ve kurdukları “düzen”e verilen “kaos imparatorluğu” tarifinin tam hakkını özellikle Ortadoğu’da uyguladıkları strateji ile veriyorlar. Bütün bildik çözüm imkânlarını tahrip eden, tahrip edilmesine zemin hazırlayan bir strateji bu.
Kimileri bunun neo-liberal mantığın global çapta yerleşiklik kazandırmak istediği bir strateji olduğunu ve bunun bir tür feodal çağın yeniden ihyası, Yeni Ortaçağ gibi olduğunu iddia ediyor. Tartışılır; ama, bugün de özellikle Ortadoğu’da, bu topraklarda durumun birbiriyle hem ölümüne çatışan hem de birbirlerini ve çatışmanın kendisini varlık nedeni ve ortamı sayan devlet ve güçleriyle bir “yeni ortaçağ” görünümü verdiğini de gözden kaçırmamak gerekir.
Türkiye, bir toplum olarak tam kıyısında durduğu bu Ortaçağ’a sürüklenmesine izin verecek midir? Şimdi, her bakımdan tarihî olan bu soru ile yüzyüzeyiz.