Türkiye siyaseti, 12 Eylül referandumu ile fiilen sona eren Cumhuriyetin kuruluş döneminin “paradigması”nı da geride bırakmış olarak, yeni koordinatlar bazında şekillenme sürecine girmiş bulunuyor.
Bu yeni koordinatlar şüphesiz her şeyden önce, Türkiye’nin artık hayli gelişkin bir kapitalizmin normlarını kendince içselleştirmiş bir toplum olduğu gerçeğinden türetilecek. İkinci olarak da, Cumhuriyetin ulus-devlet inşa “pratiği”nin bastırdığı, tabulaştırdığı etnik ve mezhebî, dinî kimliklerin bu “yeniden kuruluşa” entegrasyon ihtiyacı gözetilecek elbette.
Kuruluş dönemi paradigmasının geride bırakılmasını, dolayısıyla o dönemi belirleyen “devletli” zümre ve kurumlarının siyaset üzerindeki ağırlıklarının büyük ölçüde azaltılmasını kendi zaferi hanesine yazdıran AKP, bu yeni durum ve sürece en hazırlıklı, hatta “zaten hazır” parti gibi gözüküyor. Kaldı ki AKP’nin söz konusu zaferi kazanırken başlıca rakipleri ile onların belirlediği paradigma içinde sert bir ideolojik savaşa girmekten bilhassa uzak durup, taşıyıcı sınıflarının –Türkiye otantik burjuvazisi, “orta sınıfı”nın– ülke kapitalizmine kazandırdığı dinamizmle sağlanan “başarı”lara ve toplumsal desteğe yaslanma stratejisi güttüğü dikkate alınırsa; onun en azından şu noktada, 1920’ler CHP’si gibi “kurucu parti” konumunda bile olduğu söylenebilir. 1920’lerin CHP’si de Cumhuriyeti kurar ve yeni siyasal düzeni inşa ederken, Kurtuluş savaşı zaferini hanesine yazdırmış parti olarak kendisini “ileriyi gözeten”, rakiplerini de “geri”den, geçmişten bağını koparamamış sayan bir dil ve tutum içinde değil miydi? AKP’nin son Anayasa değişiklikleri ile yargı organını büyük ölçüde kendi nüfuz alanına dahil etme fırsatını kaçırmayarak “devlete hakim” pozisyona geçtiği olgusunu da dikkate aldığımızda, bu partinin 1920’ler CHP’sine benzer bir konumda olduğu tesbitinin hiç de yüzeysel bir benzetme olmadığını söyleyebiliriz.
AKP, bu konumuyla, yeni dönem Türkiye siyasetinin hem kapitalizmin normlarından türetilecek/zaten türetilmiş koordinatına hem de “kimlik sorunları”na ilişkin koordinata göre mevzilenme hazırlığına aylar öncesinden başlamış bulunuyor. Daha şimdiden niteliği, “silahları” ve sınırları aşağı yukarı belli bir mevzilenme bu. Önümüzdeki dönemde AKP, hayli önemli bir genel seçime gidiliyor olmasına rağmen, “kurucu” pozisyonda olmanın –oy desteği ile takviyeli– rahatlığı ile bu konumlanışında rötuşlara bile ihtiyaç duymayabilir.
En özetlenmiş biçimde ifade edilecek olursa AKP büyümeye endeksli, odaklı bir kapitalizmle iç içeleşmiş bir muhafazakârlığa mevzilenmiştir. Düzenin kaçınılmaz insani-sosyal sorunlarının çözüm –daha doğrusu yatıştırma– mekanizmalarını ekonomik işleyişe içselleştirmekten özellikle kaçınan neo-liberalist yaklaşımın bu “açığı”nı geleneksel yardımlaşma, sadaka-iane kurumlarının ihyası ile kapatmaya çalışacak bir muhafazakârlığın ideolojik söylemine yatkın; etnik-mezhebî sorunları da bu muhafazakârlığın yarı örtük ama esaslı hiyerarşik kabulleri dahilinde massetmeye kararlı bir perspektiftir bu. Ayrıca önemle işaret etmek gerekir ki bu perspektifi “doğusu”na sırt çevirmiş, “batısı”na kuşkuyla ve göz ucuyla bakan kendi içine dönük kuruluş dönemi Türkiye paradigmasından farklı olarak; kendini merkeze koymuş ve bir çevre oluşturmaya aday bir Türkiye tasarımını içermektedir. Bu tasarım, –ılımlı da olsa– Sünni muhafazakâr bir tarihsel miras yorumundan da beslendiği için, her ne kadar küresel ekonominin ve uluslararası reel politiğin “gerçekleri” ile sınırlı ise de; “doğusu”nda bir “çevre” oluşturabilme imkânı ölçüsünde “batısı”na –sırtını dönmese bile– “rakip” diye bakmaya hazır olmayı da içerir.
AKP “vizyon”unun bu ikincil ama esaslı ögesi, demokrasinin yeniden kuruluşu zemininde cereyan etmesi zorunlu olan önümüzdeki sürecin, bu nedenle hak ve özgürlükler eksenli olması gereken siyasal tartışmalarında kaçınılmaz olarak gündeme gelecek, getirilecektir. Bunun AKP diskurunda “demokrasinin evrensel/Batılı değer, standart ve sınırları” yerine “bize, kültür ve medeniyet mirasımıza özgü değer, standart ve sınırları” ifadesinin ağırlık kazanması biçiminde dile getirilmesi muhtemeldir.
Bu hayli kuvvetli ihtimal, söz konusu yeniden şekillenme sürecinde AKP karşısında en –güçlü ve yeterli değilse bile– “pratik” alternatif sayılma konumunu korumak isteyen CHP’ye, şimdiki haliyle bile hemen değerlendirebileceği bir fırsat sunmaktadır. CHP’nin, AKP’nin “Batı” tarafından desteklenmesine tepkiyle savrulduğu o “ulusalcı” Batı karşıtı pozisyondan dönüş fırsatı da denebilir buna. Böylece CHP, hem hâlâ önemini koruyan ve koruyacak olan “yaşam tarzı” sorununda, hem de yakın dönemin o mahut “eksen kayması” tartışmasıyla gündeme gelmiş “Türkiye’nin dünyadaki yeri” sorununda, o geleneksel Batıcı kimliğini “yenileyerek” saf tutabilir. CHP yeni yönetiminin ve genel başkanının, donmuş halde tutulan Batı ile ilişkilerini “tazelemek için” üye oldukları halde yıllardır katılmadıkları Sosyalist Enternasyonal toplantılarına katılmaya başlamalarını bunun ilk adımı olarak okuyabiliriz. CHP seçmeninin önemli bölümünü oluşturduğu gibi, partinin halihazır omurgasını da oluşturan ve AKP’ye karşı kendi yaşam tarzlarını bir üstünlük statüsü olarak koruma kararlılığı ile yıllardır verdikleri mücadelede sertleşmiş kesimleri “kaybetmeme”nin olduğu kadar onları yeniden mobilize edebilmenin de mümkün tek yolu budur CHP açısından. “Batıcı”lığın bu yeniden ihyası, her ne kadar söz konusu kesimlerin geçen on yıl boyunca ırkçılığa bile varabilen bir savruluş yaşamalarına rağmen, milliyetçiliklerini revizyondan geçirme isteği de uyandırabilecektir. CHP’nin Kürt sorunu başta olmak üzre etnik-mezhebî kimlik sorunlarına, o sorunların mağdurları içinden de kitlesel destekler bularak çözüm alternatifini sahiplenebilme imkânı da buna bağlı. Bu noktada “Batıcı” alternatif, AKP’nin az önce işaret ettiğimiz etnik-mezhebî kimlik sorunlarını Türkiye’nin Sünni muhafazakâr geleneği çerçevesinde massetme yaklaşımıyla farkını çok daha belirgin ve etkili biçimde gösterme imkânı da demektir. Henüz “yenilenme” jestleri yapmaktan öteye gidememiş olmasına rağmen, CHP ile uzlaşma-ittifak öneri/çağrılarının hem Öcalan ve PKK yönetimi hem de BDP üst kadrosu tarafından dillendirilmesi, bu “strateji”nin “alıcı” potansiyelinin gücüne işarettir. Kuşkusuz bu durumda “verici” konumdaki CHP’nin içindeki direncin söz konusu stratejiyi engelleme kapasitesi çok daha ağır basmaktadır. Ve o nedenle de yakın vadede CHP’nin o strateji doğrultusunda davranması beklenemez.
Kaldı ki; CHP’nin son onbeş-yirmi yıldır izlediği politikalar içinde şekillenmiş “kadroları” ve seçmen omurgası ile içselleştirdiği bu “yapısal engel”i aşabilme yolu da gözükmüyor şimdilik. Gerçi, CHP Türkiye’nin iktisaden bunca gelişkin bir kapitalizm düzeyine varabilmiş olmasına rağmen; bu düzeyin “Batı”daki emsallerine paralel, yani işçi-emekçi kitlelerin örgütlü, kalıcı desteğine dayalı bir merkez sol/sosyal demokrat iktidar alternatifi oluşturamamış olma zaafının sunduğu “rant” nedeniyle bu konuda aceleci olmak zorunda hissetmiyor kendini.
Sözünü ettiğimiz zaaf şüphesiz özel olarak irdelenmesini gerektirecek önemdedir. Ve sadece Türkiye’ye özgü olmayıp genelde nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin hemen tümüne şamil bir olgudur. “Batı”nın sosyo politik tarihinde işçi-emekçilerin istikrarlı bir çoğunluğu ile seküler bir sol/sosyalist veya uvriyerist bir ideoloji/program etrafında birleşebilmelerinin “normal” sayılmasıyla oluşmuş bu “geleneğin”, modernleşme/“kapitalistleşme” tarihleri hayli gerilere uzanan Türkiye gibi toplumlarda neden teşekkül etmediği, bu yöndeki girişimlerin soluksuzluğu ve sonuç olarak başarısızlığı, elbette ki “başka bir yolun nasıl mümkün olabileceği” sorusu ile birlikte mutlaka düşünülmeli, tartışılmalıdır.
İşçi-emekçi kitlelerin “Batı” örneğinde olduğu üzre “kendi partilerini bizzat oluşturma” yerine mevcut ve tümü de ya orta-üst sınıfları temsil eden ya da kadro-militanlarını esas olarak o sınıflardan temin eden partilere müşteri gibi yönelmeleri “alışkanlığı”, –1970’li yılların kısmi istisnası bir yana bırakılırsa– halen de devam ediyor. Bu durumda CHP’nin bir “vitrin değişikliği” ile bu müşterileri kendine çekeceği hesabı ile “sosyal demokrat”lığa soyunması yadırgatıcı olmayabilir. Ama eğer, bu ülkede –az önce işaret ettiğimiz gibi– yoksul, işçi-emekçi kitlelerin seküler sol ... bir ideoloji/perspektifle kendi partilerini oluşturma gibi bir gelenek/kültür teşekkül etmemiş; bunun yerini parti-ideoloji ve programlara bir müşteri gibi yaklaşım alışkanlığı almış ise; bu alışkanlığa CHP’den çok daha etkili ve inandırıcı bir tarzda seslenmeyi başkaları da deneyebilir.
Nitekim yakınlarda kurulan Halkın Sesi (Has) Partisi, buna aday olduğunu ilan etmiştir bile. AKP’nin de içinden geldiği “Milli Görüş” hareketinin, şimdi Has Parti’nin yaptığı ve yapacağından çok daha az vurgulu bir “yoksuldan, ezilmişten yana” diskurla, 1990’lardan itibaren, o kesimlerin, metropol kenar semtlerinin –1970’lerden beri– “sosyalist”, “demokratik sol”a verdiği yeri, desteği “devraldığı” ve bu desteğin devamlılığı dikkate alınırsa; Has Parti girişiminin kesinlikle hafife alınamayacağı görülür. Liderinin ve Mehmet Bekaroğlu gibi önde gelen sözcülerinin gerek bu kesimler ve gerekse genel olarak –AKP de dahil– dindar muhafazakâr çevreler nezdinde edinmiş oldukları hayli saygın imajın yaygınlığı da bu tesbiti kuvvetlendirici bir faktör sayılmalıdır.
Dolayısıyla, eğer halen CHP’de ve sosyalist sıfatlı partilerde AKP’yi ekonomik politikalarının yarattığı sorunlara odaklanmış bir propaganda stratejisiyle geriletmek gibi bir hesabın hazırlığı yapılıyor; CHP bu nedenle “sosyal demokrat” kostümünün provaları ile meşgul ise; şunu şimdiden söyleyebiliriz ki; önümüzdeki genel seçimde AKP bu yoksuldan, ezilmişlikten yana propaganda ile o kesimlerde, metropol varoşlarında oy kaybına uğrar ise, o kayıplarının büyük payının Has Parti’ye düşmesi asla şaşırtcı olmayacaktır. AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın otoritarizme meyyal tüccar Müslüman diskuru, yaklaşımı ve tavrıyla kıyaslandığında, dinin/İslamiyetin varoluşsal kaygılarına cevap/teselli verdiğine derece derece inanan bu kesimlerin Has Parti’nin dilini ve verdiği “imaj”ı, kendilerine çok daha yakın hissedeceklerini kolayca tahmin edebiliriz. Sol-sosyalist diskurun iktisadi sömürüye ve hatta büyük özel mülkiyete dair pasajlarını kendi söylemine yedirmekte veya eklemlemekte güçlük çekmeyen bir yoksul/ezilmişten yana İslam yorumu karşısında, bırakın CHP’nin “çakma” sosyal demokratlığını, halihazır sosyalist partilerin savunduğu geleneksel sosyalizmin nitel farklılığını kanıtlama çabalarının başarılı olabileceği iddiasının hangi gerekçeye dayandığı sorusu gerektirdiği ciddiyetle düşünülmelidir.
Geleneksel sosyalizmin tipik özelliğinin bu ve benzeri soruları sormamak; mecburen sorduğunda ise kendisinden başka kimseyi ikna etmeyen cevaplarla yetinmek olduğunu sayısız örnekten biliyoruz zaten. Genel olarak “sıradan insanlar”, özel olarak işçi-emekçi yığınlar için asıl önemli ve motive edici olan şeyin iktisadi yoksunluk sorunu olduğu varsayımını temel alan, onların insani varoluşsal sorun ve ihtiyaçlarını sadece o “asli –ekonomik– sorun”un türevi olabilecek bir kapsamda, derinlikte kavrayabilecek düzeyde oldukları tesbitine, bu düzeyde kavramalarının “gerekli” olduğu önkabülüne yaslanmış bir yaklaşım olduğunu da. O nedenledir ki onca sık kullandıkları ve alamet-i farikaları yerine geçen sınıf, sınıf bilinci, sınıf mücadelesi gibi kavram ve terimlerde o “asli sorun”un dışında pek bir şey yoktur, olanlar da o “asli sorun”un araç ve uzantısı olmaktan fazla değer ve işleve sahip değildir. Bu yüzden de sosyalizmi öncelikle ve asıl olarak bir siyasal/ekonomik görüş-proje olarak değil, bir yaşam tarzı, bir insani varoluş tasavvuru olarak benimse(t)meye dayalı yaklaşımları en iyi ihtimalle ütopik diye niteler; ısrar halinde en azından “kafa karıştırmak”la, giderek “sosyalizmi reddetmek”le suçlamaya gayet teşnedirler. Çünkü, özellikle de, bizim Birikim’de yaptığımız gibi, sosyalizmi bir yaşam tarzı, varoluşsal bir perspektif olarak tanımlamaya çalışanların, bunun gerçekleşmesinin asli –temel– koşulunu özellikle yoksul, emekçi yığınların bireyler bazında da insani varoluşsal niteliklerini, yani bilme, yapma, yaratma özelliklerini geliştirme, zenginleştirme istek ve eğilimlerini açığa çıkararak başatlaştırmak olduğunu bilhassa vurguladıklarında, onların şu yukarıda özetlediğimiz varsayım ve önkabullerini temelden reddetmiş olurlar. Öfkelerinin derin kaynağı budur.
Bu öfkelerini ve ütopiklik nitelemelerini, bütün diğer siyasi akımların, dünya-insan görüşlerinin temel aldığı, değişmez saydığı –insanlar arasındaki– yaradılışsal eşitsizlik, nitelik düzeyi hiyerarşisi tesbitine, bunun değişmez bir gerçeklik olduğu yargısının köklülüğüne dayanarak haklı sayabilir, saydırabilirler.
Ama eğer bu “gerçeklik” sorun edilmeyecek ise, yani bunun aşılabilir bir sorun olarak imkânlarının araştırılmasına yoğunlaşılmayacaksa; CHP’nin ekonomik yoksunluklara dair daha kolay, daha az bedel –sadece oy vermek– talep edilen tekliflerinin bile kendi sosyalizmlerine tercih edilmesine katlanmak; dişlerini sıkarak o ve benzeri rakiplerin tümünün iflas edeceği o büyük kriz anını beklemekten başka çare yok demektir.
O nedenle sosyalizmin yeniden tanımlanması, bu çaresizliğe başkaldırmak demektir.