Geçtiğimiz günlerde bol bol cop, gaz bombası ve yumurta haberleri dinledik, izledik; öğrencilerin protesto biçimi olarak yumurtayı seçmelerini fırsat bilen programlar yumurtanın tarihçesini oldukça yaratıcı, günümüze neşe katan esprilerle(!) anlattılar.
Esasen öğrenci protestoları küçük gruplarla da olsa özellikle SBF –nam-ı diğer Mülkiye–, ODTÜ, İTÜ gibi okullar için çok da sıra dışı değil. Örneğin SBF koridorlarında değişik grupların harçlara, zamlara, AKP politikalarına, türban ve Kürt sorununa dair fikir beyan eden ve öğrencileri protestoya davet eden afişleri hiçbir zaman inmez.
Hatta 2 sene önce harçlara yapılması düşünülen zamlara karşı yükselen üniversitelilerin tepkisi, harç zamlarını durdurmayı başarmıştı. Nitekim bundan sonra öğrenci hareketlerinin biraz, fazla değil, yükseldiği söylenebilir; en azından bir kazanım elde edilmişti.
Fakat Başbakan’ın rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto eden gençlerin polis tarafından darp edilmesi ve hatta bir kadın protestocunun dayak sonucu düşük yaparak bebeğini kaybetmesi ile polis şiddeti gündeme yerleşiyor derken, SBF Konferans Salonu’nda Burhan Kuzu’ya yapılan yumurtalı protesto bir anda bambaşka bir gündem yarattı. Kuzu’nun dekan tarafından uyarılmasına rağmen korumalarının taşıdığı şemsiyelerle salona girmesi ve kısa bir süre sonra yumurta yağmuruna tutulması, akabinde öğrencileri yumurta yiyerek beyinlerini daha fazla çalıştırmaya davet etmesi ile tansiyon yükseldi. Oluşan gündemin bir parçasına göre yumurta atan öğrenciler faşistti, Ergenekoncu’ydu, “gençtir, olur öyle”ydi, “Bunlar genç, şımartırsanız tepenize çıkarlar”dı...[1] Polisin SBF’nin daracık sütunlu salonuna gaz bombası ve cop eşliğinde girmesiyle çıkan arbedede bir koltuğu kapıya atarken görülen, aftan yararlanarak öğrenciliğe dönen (1978-1979 yılları arasında SBF-DER başkanlığı da yapmış) Hasan Hüseyin Özkan, kendi tabiriyle “SBF’nin beyaz sakallı ve uzun saçlı, 55 yaşındaki 4. sınıf öğrencisi”, provokatör ilan edildi. Özkan’ın Dev-Yol Davası’ndan dolayı 12 Eylül döneminde yurtdışına kaçmak zorunda bırakılan eski bir örgütlü ama “hâlâ solcu” olduğu haberleri gazetelere çıktı. Hatta, daha önce Özkan’ı provokatör ilan eden, Yeni Şafak gazetesi haberi şöyle duyurdu: “Provokatör Eski Militan Çıktı”.[2] İnsanın ağzından “pes artık” cümlesi dökülüyor. Provokatör varsayımının çökmesine aldırış edilmiyor da, “provokatörlüğü” eski militan olmakla soslanıyor. Gerçekten takdire şayan bir haberine güven örneği!
Bu garip medya ve siyaset halet-i ruhiyesi içerisinde “yumurta atmak şiddet eylemi midir” diye ciddi yazılar yazıldı, yumurta eylemine “yüz verilirse” öğrencilerin daha nelere kalkışabileceğinden bahsedildi, ülke sathında “Dün sordular, bugün yumurta attılar. Yarın neler yapar bu gençler, 1980 öncesi gibi oluyoruz” temalı konuşmalar ile öğrenciye uygulanan polis şiddeti, ÖGB şiddeti, 1984 romanından fırlamış ve insanı yanlış bir şey yaparsa polis amirinin “0708518 numaralı yumurtacı öğrenci” diye uyaran sesini duyacak gibi hissettiren okul içi kameralar, sivil polisler âdeta meşrulaştırıldı. Bir yazar, yumurta atılmasının insanı kör edebileceğinden bile bahsetti. Kısacası mevzu o kadar popülarize edildi ki, günün sonunda biz tartışma masalarındaki yumurtaya bakıp yumurtanın yıl yıl fiyatlarını dinlerken bulduk kendimizi.
Fakat konunun aslında ortaya çıkardığı bir kaç şey var ki, hepsi de bildiğimiz şeyler esasen. Memleket sağ düşünü; biat etmeyeni provokatör ilan eder, konjonktüre göre değişen örgüt isimleriyle (şu an Ergenekon) anar ve Murphy Yasaları bağlamında her zaman “anarşik” kabul eder. “1980 öncesine mi dönüyoruz” diyenlerin “anarşik” korkularını hangi tarihsel dönemden aldıklarını ise sorgulamak bile abesle iştigal.
Türkiye’de 1980 öncesi sağ ve sol arasındaki çatışmalar konuşulduğunda yaşanan genel bir güdüklük var: Kardeşi kardeşe kırdırdılar nostaljisinin sonucu olarak suçu dışarıya havale etmek ve bunu yaparken, o zaman da şimdi de var olan iktidar algısının, sağ ideolojinin devlete/hükümete boyun eğmeyeni ivedilikle terörist ilan etme kabiliyetinin ve bundan destek alan polisin protestocu öğrenciye büyük bir zevkle şiddet uyguladığının göz ardı edilmesi.[3] Öncelikle şunu açıklıkla kabul etmek gerekir ki, bu ülkede “solcu öğrenci” her zaman polis tarafından dayak yer ve çoğunluk genellikle bunu “iyi olmuş” diye karşılar. Zaten bu şekilde mimlenmiş öğrenciler, bir de yumurta atarak iktidarın yaldızlarını dökerken, o yumurtaları sadece Burhan Kuzu’ya atmadılar. Atılan her yumurta devlete, otoriteye, iktidara ve mevzu bahis sağ ideolojiye atılıyordu. Belki de bu kadar gürültü koparan ve sağcı gazetecileri bu kadar öfkelendiren bu oldu. Kanuna, nizama aykırı davranan gençler tıpkı ’80 öncesi gibi davranıyorlardı ve protestonun da bir sınırı vardı. Demek ki, Ali Babacan’ın deyimiyle, olayın arkasında örgütler vardı ve bunların belgeleri devletin elinde mevcuttu. Hepimiz biliyoruz ki, bunun anlamı şu: Yumurta atmak gibi anarşik(!) bir eyleme katılanlar örgüt propagandası ve örgüt üyeliğinden yargılanacak! Ama biz sıradan vatandaşlar, hikmet-i hükümet gereği o belgelerin ne olduğunu bir türlü öğrenemeyeceğiz. Bu arada da polisin bir bebeğin kaybedilmesine yol açan şiddeti “kol kırılır yen içinde kalır” mantığı ile “teşkilat içerisinde halledilecektir” denilerek geçiştirilirken, öğrencilerin yumurtası öne çıkarılması operasyonu başarıyla kotarıldı. Türk polisi örgüt üyelerinden memleketi bir daha ve bir daha kurtarmıştı ne de olsa.
Öğrenciler bu şekilde “terörist” ilan edildikten sonra ikinci aşamaya geçildi ve bu, bizatihi geniş anlamıyla solcular tarafından da yapıldı: Öğrencileri savunma adına yazılanlar bile olan biteni genellikle gençlik heyecanına bağladı; öğrenci eylemleri olumlanmaya çabalanırken, aslında daha beteri yapıldı. Yukarıda bahsettiğimiz genel algı öğrenciyi en azından bir tehdit olarak görüp, onu düşman belleme ciddiyetini gösterirken; “gençtir, yapar, anlayış göstermek lazım” zihniyeti öğrenci eylemlerinin içini boşalttı. Bernard Shaw’ın “20’sinde komünist olmayanın kalbi, 40’ında hâlâ komünist olanın aklı yoktur” sözüne nazire yaparcasına, öğrenci protest kültürü sadece duygusallıkla, coşkuyla bağdaştırıldı. Ne de olsa protestoyu yapanların görüşlerinin ne olduğundan bağımsız olarak eklemek gerekirse, eşitlik mücadelesi ve eşitlik ile özgürlüğü paralel gören bir praksis yaratımı ancak “idealist ve duygusal” olabilirdi. Bunun üzerine yazılan çizilenlerin ve tarihsel birikimin entelekt yoğunluk ile hiçbir ilişkisi yoktu. Öğrenciler de zaten okuduklarından o heyecanla pek bir şey anlamıyordu. Bu noktada eklemek gerekir ki, evet öğrenciler heyecanlıdırlar. Fakat öğrencilerin, edindikleri bu kültürel sermayenin bir an önce pratik yansımalarını görme sabırsızlıkları sosyal bir grup olarak kendi dinamiklerine ilişkindir, sadece hormonal faaliyetlerine değil sanıyorum. Bu bağlamda ’68 ruhunu özleyenler de nefret edenler de öğrencilere aynı yerden vurmakta. En ufak bir protestoyu ’68 ruhu nostaljisine bağlamakla malul bu tavır, hakikaten artık kabak tadı verdi. Hem siyasallaşmanın sadece rasyonaliteye dayalı olduğunu ve toplumsal değişimlerin/dönüşümlerin duygusal bir yönünün de olmadığını kim öne sürdü ki? Milli, dinî, ahlaki duygularla yapılan hareketler her daim sevimli ilan edilirken, duygunun ve hatta Bourdieu’nün yarattığının tam zıt tabiriyle ezilenlerin ürettiği bir doxa’nın sol-eşitlikçi çevrelerde kullanıma sokulması, büyüyünce geçecek olan bir idealizmle tasvir edildi. Dahası, duygusal ve sevimli ama tehlikesiz olmasıyla “patolojik” olmaktan kurtarılan öğrencilere, polis şiddeti ile bebeğini kaybeden kadın öğrenci örneğinde bir de ahlak dersi verildi. Koskoca akademisyenler bile hamile bir kadının neden bir protesto gösterisinde olduğunu sorgularken, bir an bile o bebeğin neden hayatını kaybettiğini hatırlamadı. Yani polisin zaten dayak atacağı, Bourdieu tarafından kullanıldığı şekliyle, bu toplumun temel doxa’larından birisi olarak yine öne çıktı. Eğer devlete, hükümete karşı çıkan bir eylemdeysen, dayak yiyeceğini bilmesi gerekirdi tabii ki! Üstelik o bir anne adayıydı ve erkekler bile bir annenin nasıl davranması gerektiğini bilirdi. Polisin her zaman uyguladığı şiddete karşı yükselen sesler sağ düşüncenin tüm öğelerini yansıtmıştı. Protesto eden teröristtir, YÖK düzeninin istediği gibi depolitize olmayan teröristtir, protestoya katılan anne adayı o yüce “analık ve aile” kavramından bihaber olmasından mütevellit teröristtir ve gerekirse erkekler ona anneliğin ne olduğunu bile öğretir. Unutmadan, bir de bu olanlar patolojik bir vakadır tabii ki…
Peki ipi böyle çekilen öğrenci hareketinde durum ne? Sağ cenahın, devlet ve hükümetin işaret ettiği gibi ortamı kaosa sürükleyecek yoğunlukta ve güçte bir hareket mi oluşuyor/oluştu? Yoksa öğrencileri temize çıkaran kesimin savunduğu gibi gençlik heyecanı ile olsa bile seslerini duyurabiliyorlar mı? Açıkçası, gönül iyimser olmak ister ama, bu sorulara verilecek cevabın pek de umut verici olduğu söylenemez. Yumurta eylemi ile öne çıkan, harç zamlarına karşı da Genç-Sen ile beraber aktif bir şekilde sokakta olan Öğrenci Kolektifleri’ne sözü vermek gerekirse (ki pek de verildiği söylenemez) temel düsturlarını eğitimin piyasalaştırılmasına karşı mücadele olarak ortaya koyuyorlar. Kendilerini şöyle tarif ediyorlar: “Üniversitelilerin kendi kurduğu bağımsız bir örgütlenmedir. Mücadele örgütü olduğu kadar, aynı zamanda bir sosyalleşme ve dayanışma zeminidir. Politik bir örgüt olan Öğrenci Kolektifleri kültürü, bilimi, felsefeyi, sporu ve üniversiteliye ait olan ne varsa içinde barındırır. Kolektifler tamamen üniversitelilerin yönetiminde, üniversitelerimizdeki ve üniversite dışındaki hayata müdahale edebilmenin bir aracı, kendi kendimize kurduğumuz bir öz örgütlenmedir.”[4]
Kolektifler kendilerini böyle tanımlarken “sağ eller” onları Burger King işgaline katılmak ya da Tekel işçilerine verilen destek üzerinden “sicili kabarıklar” sepetine atıveriyor.[5] Yani öğrencilerin derdinin ne olduğunu dinleyen olmadığı gibi, az biraz dinleyenlerin derdi de öğrenci hareketlerinden çok genel olarak sol praksise ezeli düşmanlıkta tezahür ediyor. Öğrenci hareketlerinin kendine özgülüğü ise aktivistliğin getirisi olarak ağdalı cümlelerden arınmışlığında. Bu naiflik de sığ fakat uzlaşmaz/nobran bir sol ve sağ çatışması için billurlaşmış bir zemin yaratıyor. Öğrenciler “uslu” olmadıkları için sağ açısından açık bir hedef haline geliyor ve eylemleri karşı propaganda enstrümanına dönüştürülüyor. Öğrenci hareketlerinin süngüleri de bu propagandalara karşı toplumsal desteksizlikten dolayı düşüyor. Tüm sol çizgiden öğrenci fraksiyonları, tıpkı yukarıda örneğini verdiğim Öğrenci Kolektifleri gibi üst söylemde çok iddialı. Yani üniversiteye ve öğrenciye dair sorunlar doğal olarak örgütün derdiyken; bir de buna “üniversite dışındaki hayata müdahale edebilme” bagajı ekleniyor. Buna gönül ve beyin ile inandıkları da aşikâr olabilir ama bu konuda çok da başarılı oldukları söylenemez.
Son örnek üzerinden gidersek, açıklıkla kabul etmek gerekir ki, sınıfsal desteği bir kenara koyalım, yumurta eylemi ile gündeme gelen öğrenciler de SBF’nin çoğunluğu değildi. Hatta orada bulunanların çoğunluğu bu eyleme ya şaşırarak ya kızarak ya da eğlenceli bir anı olarak gülümseyerek baktı. Bunda 12 Eylül ile dümdüz edilen üniversiteli politizasyonunun büyük bir etkisi olduğu açık. Ama şu da ortada: 12 Eylül ve getirdiği düzen öğrencilerin çoğunu depolitize etmiş olabilir fakat apolitik olmak da stabil bir durum değildir. Öğrencilerin gelecek kaygısı içinde hakikaten hem akıllarını hem duygularını kaybetmeleri, apolitikliklerinin başlı başına bir politik varoluş biçimine dönüşmesi ve türlü türlü tehdide kafa tutamayacak hale gelmesinde şu anki öğrenci örgütlerinin de payı olduğu kesin. En nihayetinde eşitlikçi düşünce ikna kabiliyetini kurduğu imgelemin gücünden ve o imgelemi nasıl aktardığından alır. Bunun çok zor olduğu aşikâr. Herhalde hiç kimse öğrenci hareketlerinin örneğin bir Adorno’nun melankolisini, bu melankolinin radikalleştirici etkisini öğrencilik semalarında yaymasını en azından şu aşamada beklemiyor. Fakat öğrenci hareketleri açısından ilgi çekici olan şey, somut ve yüzde yüz haklı oldukları durumlarda da yeterli desteği görememeleri ve ikna kapasitelerinin azlığı. Tabii ki bu yaklaşım, öğrenci örgütlerini birer ikna edici makineye dönüştürürken, dışarıda kalan öğrencileri de kâmil insana ulaşmak için bu örgütlere ihtiyaç duyan edilgen birer sefil olarak da okunma riskine sahip. Esas sorun, zaten tam da bu öğrencilerin neden kendilerini ikna etmesi, dahası dönüştürmesi gereken bir örgüte ihtiyaç duyduğu! Harç zamlarına karşı yapılan ve onca gaz bombası, cop, gözaltı, soruşturmaya rağmen kazanılan isyankâr aksiyonerlikte bile öğrencilerin çoğu herhangi bir destekte bulunmadı. Oysa belli bir azınlık haricinde harçlar çoğunluk öğrenci için büyük problem; hayatlarının ve geleceklerinin çok önemli bir noktasında. Varmaya çalıştığım nokta şu: Bu kadar somut sorunlarda bile belli politizasyona ermiş öğrencilerin dışında ortaya çıkan kimse yok. Belki de mesele, en başta söylemeye çalıştığım noktadadır. Öğrenci örgütlenmeleri eşitlik ve özgürlükle dolu bir dünya imgelemeni kurmayı beceremiyor; bunu kurmayı beceremedikçe de en basit somut konularda bile ikna edici olamıyorlar. Toplumsal bir destek bulamadıkları gibi, tam da bahsettikleri o üniversite dışı yaşama müdahil olamıyorlar.[6]
Kısacası günümüz öğrenci örgütlenmeleri Soğuk Savaş zamanında tüm dünyayı ele geçirmek için işe önce üniversitelerden başlayan öğrenci örgütlenmelerinden farklı: Genellikle oldukça pragmatik ve bu yönde işlevsel, muhtemeldir ki başarısız oldukça daha iddiasız ve hedef küçülten yapıda. Aslında bu yapısal bir sorunun varlığına işaret ediyor. Öğrenci örgütlenmeleri sığ bir söylemsel düzeyde temcit pilavı gibi öne sürülen 68’liler gibiyken, bunun pratik yansımaları, Kolektifler’in tabiriyle, üniversite dışı yaşamın içerisinde hiç de böyle değil. Yani zaten bilinen bir yere varıyoruz. Söylemi, imgelemi devlet ve hükümet yaratırken, öğrenci örgütlenmeleri sadece buna tepkisel bir söylem geliştiriyor. O sürekli yinelenen 68’liler, belki 78’liler gibi kendileri söz üretmiyorlar. Hatta hâlâ onların cümlelerine sarılarak, pratik olarak bambaşka bir şey yapıyorlar. Kısacası ortada bir praksisleri yok. Türban sorunu varsa, kimisi buna hayır diyor kimisi evet ya da harçlara zam yapılıyor ve buna karşılık anlık, tepkisel bir şekilde eylem yapılıyor. Oysa o kadarcığı bile zamları geri çekmeye yetiyor ve bu eylemselliğe “kötü” demek kimsenin haddine değil. Fakat tüm bunları, zaten öğrenci olmayanlar da, farklı siyasi kanatlardan siyasetçiler de söylüyor. Muhalif öğrenci örgütlenmelerinin kendi yapıları, dertleri tam da genel olarak iktidarın her yere girdiği, buna paralel her yerde olduğu ama en nihayetinde iktidar dâhilinde olduğu bilindik tespitine sığıyor.
Avrupa ülkelerinde de son zamanda yükselen eylemler benzer sebeplerle ortaya çıktı. İngiltere’de harçların fahiş artışı öğrencilerin boya ve yumurtaya başvurmasına yol açtı. Öte yandan Fransa ve özellikle Yunanistan’da genel olarak yükselen ekonomik sıkıntılar, bunların üniversiteye yansımaları çok daha sert cevaplar buldu; öyle ya da böyle kitleselleşmeyi başardı. Yunanistan’da yapılan eylemlerde harç zamlarına karşı olmaktan çok ötesi istendi ve devletin ancak kurşun ve copla karşılık verebileceği, coptan daha ağır ideolojik tahribat yapabilen “terörist, kötü anne, heyecanlı” gibi “sözler” üretemediği bir durum ortaya çıktı. Çünkü kimse devletin, hükümetin ve iktidarın sözüne itibar etmedi. Türkiye’de ise o sözlere hâlâ itibar ediliyor, hâlâ birileri öğrencilere ders vermeye çalışıyor babacan bir tavırla. Fakat merak edilmesin, şu haliyle öğrencilerin birçoğu heyecanlı falan değil. Hatta kendilerini ilgilendiren en basit konuda bile tepkisel de olsa bir şey geliştiremeyecek kadar içi geçmiş durumda. Tüm bunlar, “Avrupa ülkelerinde inanılmaz bir öğrenci direnişi ve eylemselliği var, onlar yepyeni bir söylem icat edebildi” demek değil. Sadece, öğrenci örgütlenmesi ve öğrencilerin bu örgütlere karşılık vermesi yalnız üniversitelerin içinde yaşanan bir sorun değil. Aileden devlete, oradan ahlak ve kültüre farklı dinamiklerin olduğunun göstergesi. Bu bağlamda, Türkiye’deki bir avuç protesto yapabilen öğrenciyi de ipe çekmenin âlemi yok. Ancak son zamanda öğrencilerin gündeme gelmesi, işin magazinel bir boyuta taşınması da öğrenci hareketi yükselişte gibi bir yanılsamaya yok açmamalı. Hâlâ birçok öğrenci için gelecek kaygısı yapısal bir kaygı değil ve “ne kadar çok para kazanabilirim”e ilişkin.
SBF’de Burhan Kuzu’ya yumurta atılırken, Atatürk Üniversitesi Kariyer Topluluğu Burhan Kuzu’yu “medenice” yumurta atılmadan konuşmaya davet etti. Bu açıdan öğrenci hareketlerine yapılacak en büyük ihanet, aldatıcı bir “güzel günler yakın” tavrı olsa gerek. Güzel günler belki de hiç olmadığı kadar uzak ama Gramsci’nin işaret ettiği aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği de bellekte taptaze. Öğrenci hareketleri, güzel günlerin ne kadar uzak olduğunu görebildiği oranda iktidarın muhalefet yaratma yeteneğinden kurtulabilecektir belki. Böylece aslında her öğrenci ve dahası her insan kendine dönebilecektir. Ezcümle, yukarıda kimsenin öğrenci hareketlerinden Adorno’nun melankolisini ve onun radikalleştirici etkisini beklemiyor dedik. Belki de kimse öğrencilerden bunu beklemiyor ama öğrenciler öğrencilerden bunu bekliyor. Zira evet gençlik sabırsızdır ve başına buyruktur. Zaten tüm bu iktidar ağları içerisinde tek şans da bu başına buyrukluk lüksü değil mi?
Dipnotlar
[1] Mümtaz’er Türköne, “Bugün yumurta, yarın taş; ya öbür gün”, 10 Aralık 2010, Zaman.
[2] Yeni Şafak, 10 Aralık 2010.
[3] Bu sayıda Tanıl Bora’nın avukat Oya Aydın’la yaptığı mülakat tam da polisin uyguladığı şiddet ve yukarıda bahsettiğim sağ ideolojinin bunu hukuki zemine oturtması, hatta zaman zaman bununla yetinmeyip o hukuku da esneterek “beterin beteri var” dedirtmesi üzerine oldukça manidar ve yararlı. Mülakatta dikkat çekici bir başka nokta Batılı öğrencilerin Doğulu öğrencilere göre aynı eylemden daha az ceza ile kurtulduklarına dikkat çekilmesi. Şunu da hatırdan çıkarmamak lazım ki, ülkenin yüksek puanlarla öğrenci alan bölümlerinde Doğulu öğrenci bulmak bile marifet! Eğitimin piyasalaşmasıyla beraber eşitsizliğin billurlaştığı bir hale dönüşmesinin de kanıtı…
[4] “10 Soru 10 Cevap ÖĞRENCİ KOLEKTİFLERİ”, http://www.kolektifler. net/content.php?page=ten_question, Erişim tarihi: 16.12.2010.
[5] “Eylemdeki O Şahıs Bakın Kimmiş?”, http://www.stratejikboyut.com/haber/eylemdeki-o-sahis-bakin-kimmis--47498.html, Erişim tarihi: 26. 12. 2010.
[6] Tekel İşçileri’nin direnişi bu bağlamda ilginç bir tecrübeydi. İşçiler herhalde en rahatlatıcı ve umut verici desteği, ertesi gün finalleri olmasına rağmen oraya gelerek apolitik olmanın o kadar da düzayak, sinikçe masumlaştıralamayacağını gösteren öğrencilerden gördü.