Gazeteci Ahmet Şık, İmamın Ordusu adlı kitabını yayına hazırlarken geçtiğimiz Mart ayı başında gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu kitabında, Fethullah Gülen hareketinin emniyet teşkilâtındaki örgütlenmesine eğildiğini biliyoruz.
Tutuklanmanın ardından, Ahmet Şık’ın irtibatta olduğu yayınevindeki ve Ergenekon soruşturması hakkında birlikte kitap yazdığı meslekdaşının çalıştığı gazetedeki bilgisayarlarda arama yapılarak kitabın izinin sürülmesi, dahası kitabı bilgisayarında bulunduran herkesin terör örgütüne yardım ve yataklıktan sorumlu tutulacağına ilişkin bir mahkeme kararının yayımlanması, ister istemez Şık’ın gözaltına alınırken söylediği sözleri hatırlattı herkese: “Dokunan yanar!”
Polis kaynakları, kitap taslağı peşindeki bu sürek avının, kitabın yayınını men etmekle ilgisi olmadığını, dosyadaki –Ergenekon terör örgütünün talimat ve irtibatlarıyla alâkalı- notların peşinde olduklarını anlattılar. Taraf gazetesinde bir polis-yazar, bu olaydan infiale kapılanlara neredeyse gün be gün cevap yetiştirerek, –Engizitör gibi büyük harfle yazalım– “Soruşturmacılar”ın sanıklardan bile gizlenen şüphe ve akıllarını ‘kamuoyuyla paylaşıp’ durdu.
Gülen cemaatinin poliste etkisine ilişkin, yayımlanmış kitaplardaki[1] ve Şık’ın memleketteki on binlerce bilgisayara ‘düşen’ kitap taslağındaki anlatım ve iddialar dışında elimizde özel bir data yok. Burada bu konuyu “belgesine” bakmadan, bakmaya gerek duymadan, herkesin bildiği sır türünden bir vakıa olarak ele alacağım.
Böylesi bir ülfeti normal ve meşru bulanlar da var. Her siyasal iktidarın kadrolaşma tercihlerinin olması elbette ‘normal’ ve ‘meşru’dur. Fakat müsteşar, müdür atamalarının ötesinde ‘tabana’ yayılan bir kadrolaşmayla ilgili kuşkulardan bahsedildiğinde, üstelik siyasal iktidardan da görece özerk bir yapılanmanın kadrolaşması söz konusuysa, bu pek de ‘normal’ değildir. Kamu görevlilerinin sosyal ve politik aidiyetlerden kopuk mahlûklar sayılamayacakları da doğrudur. Liyakatsizlerin kayırılmasına ve politik-ideolojik tercihlerin görev ölçüsünü belirlemesine yol açmadıkça, bu aidiyetleri kriminalize etmemek gerekir. Doğru ama bunu söylemekle yetinen bir gönül rahatlığı[2] ‘normal’ midir? Polisin örgütsel ideolojisi ve alt-kültürü düşünüldüğünde, değil. Gülen’in fikriyatı düşünüldüğünde, değil. Bu ikisinin muhtemel görünen simbiyozu halinde, asla değil. Zira zaten steril ve ‘yansız’ bir ‘kamu hizmeti’ anlayışından neredeyse fıtraten uzak olan bir ‘bürokraside’, devletle-toplumla-“millet”le ilgili otoriter hükümlerle sosyalleşmiş bir ‘camianın’ nüfuz sahibi olması, tekin değildir.
Bu yazıda, Gülen’in fikriyatı ve toplum görüşüyle, polisin –bilhassa siyasî polisin– ‘meslekî’ ideolojisi arasındaki manevî ülfete işaret etmeye çalışacağım. Ve bu ikisinin simbiyoza girmesinin tekinsizliğine dikkat çekeceğim.
İsmet Berkan Radikal ve Hürriyet’teki yazılarında birkaç defa polisin 12 Eylül’den sonra askerî konsepte uygun olarak, yani bir düşmanı hedef alarak, doktrine edilmiş olmasının vahametinden yakındı.[3] Bunun sadece ordu kaynaklı bir konsept olduğunu düşünmüyorum. Militarist akılla milliyetçi-muhafazakâr otoriteryanizmi kavuşturan bir konsept olmuştur bu. Soğuk Savaş döneminde anti-komünizm temelinde gerçekleşen bu buluşma, sonrasında anti-komünist motiflerin ‘bölücülük’ tehdidine uyarlanmasıyla sürdü. Terörle mücadele konsepti açıkça bir savaş konseptidir.
Bir parantez açalım... Ergenekon zihniyeti de bu konseptle doğrudan doğruya rabıtalıdır – ta kendisidir demeyeceksek. Zira terörle mücadele konsepti, bir sürekli olağanüstü hal rejimine ve gayrı nizamî harp mantığının sürdürülmesine dayanır. Militarizmin içselleştirilmesidir. Bu bakımdan, Ergenekon’un terörle mücadele konseptine ve “terör örgütü” modeline göre soruşturulmasının en azından daraltıcı, esas itibariyle paradoksal olduğu unutulmamalıdır. Ergenekon’un sorgulanması, o konsepti, o zihniyeti sorgulamayı gerektirir çünkü. Keza politik eleştirileri ve muhalefeti bunların arkasında varsayılan bir ‘psikolojik harekât’ planına göre anlamlandırma, konumlandırma ve kriminalize etme eğilimi, Ergenekon zihniyetinin örneğidir ve bu psikolojik harpçi bakış açısı, Ergenekon’u yeniden üretmeye yarar.
Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr ideoloji, öteden beri, tam da bir iç düşman tehdidi algılamasına dayanarak, polisi orduya ‘eş koşmuş’ ve onun azamî kuvvetlenmesini istemiştir. 1960’larda Necip Fazıl “Asker nasıl cemiyetin dışa karşı perdesiyse, polis de, içeriye doğru aynı koruyuculuk fiilinin ve esasta mübarek bir ocağın timsalidir” diyordu.[4] Tipik Necip Fazıl üslûbuyla “iç kötülüklere karşı ferdlerin huzur ve emniyetini heykelleştirir” gibi patetik ifadelerle... 1970’lerde Ahmet Kabaklı, açık seçik, polisin iç ordu olduğunu söylemişti. “İç savaş taktikleri, dış tehlikeyi çoktan aştığı için”, ordu tanımının altını çiziyordu. Polis “iç ordu şeklinde düşünülmeli, ona göre teşkilâtlanmalı, ona göre donatılmalı ve eğitilmeli”, “vazifesini yaparken hiçbir kuvvet ona müdahale edememeli” idi.[5]
Kuşkusuz bu polis hürmeti, DP’nin siyasî varisi olan AP’nin bir askerî darbe tehdidine karşı polisi orduya karşı güçlendirme kaygısından da besleniyordu. Necip Fazıl’da bu kaygının da ifadesini görürüz: “Millî iradenin icracısı hükümet uzviyetinde iç icra kollarından başlıcasıdır ve prestiji hükümetinkine tıpatıp denktir. Polisin sevilmediği yerde, sevilmeyen, mutlaka hükümettir; nüfuzsuz olduğu yerde, nüfuzsuz; ezgin olduğu yerde, ezgin, yine o.”
Özetle milliyetçi-muhafazakâr çizgi, polisi, devletin heybetinin ifadesi olarak görmek ister, bunun için polisin muktedir olmasını ister. Güçlü polis, aynı zamanda, hükümetle devlet arasındaki açının (askerî darbelere yol açan açıdır bu) kapanmasının da bir aracı olacaktır. Böylelikle hedeflenen, ‘dünyevî’ bir siyasî organ olan hükümetin ebed-müddet Devlete atfedilen kutsallığı aşındırması değildir ama; tersine, o Devlet heybetini hükümetin üstlenmesidir. Polis güç istencini, “yönetebilir demokrasi” endişesini “heykelleştirir”, onun vasıtasıdır, tekniğidir.[6]
Polis ‘konusu’, devletle hükümet arasındaki açının kapanması ‘davasını’ güden milliyetçi-muhafazakâr çizginin on yıllardır işlediği “devletle milletin barışması” motifiyle de bütünleşir. (Bu davanın ve bu motifin, milliyetçi-muhafazakârlığın liberal-muhafazakârlığa evrilmesinin veya onla karışmasının da berzahı olduğunu unutmayalım.) Polis teşkilâtı, askeriyenin zümrevî seçkinliğinden farklı olarak, orta sınıfların altına ve taşraya geniş geniş açılan bir devlet kapısıdır. Subaylıktan bir tür kültürel ırkçılık mekanizmasıyla dışlanan (Serdengeçti’nin ifadesiyle) “bağrı yanık Anadolu çocukları”, polis müdürü olabilirler. Polisin itibarı, ‘elit sosyolojisi’ bakımından, o çocukların itibarına vekâlet eder. (Üst düzey emniyet müdürlerinin protokol ve maiyetleriyle generallere benzemesi, generalleri tedirgin ettiği kadar bağrı yanık Anadolu çocuklarını da tedirgin etmiyorsa, belki bundandır.)
Fethullah Gülen’in 12 Eylül darbesinden sonra yayımlanan ilk yazısı[7] karakol mecazıyla başlıyordu: “Karakol, sükûnetin, huzurun ve emniyetin remzidir. Ondaki düzen, huzur ve orada gözlerin uyanık oluşu, umumî emniyet ve muvâzenenin en büyük teminâtıdır. Ondaki kargaşa ve bunalımlar ise, arkasındaki topluluklar için en büyük felâkettir.” İlginç tabii, lâkin illâ da ‘tevakuf’ aramaya gerek yok.
Gülen’in ideolojik söylemi, milliyetçi-muhafazakâr geleneğin yol izinde, devlet otoritesini alabildiğine yüceltir. Devlete saygısının “kutsama ölçüsünde” olduğunu bizzat vurgular[8] – İslâmî düşünce dünyası içinde, provokatif bir vurgudur bu. Ulü’l-emre itaat ilkesini vurgular: “Mü’minler... asayişin bekçileri ve nizamın yanında kimselerdir.”[9] “Devlete mensup her ferdin devletin fahri zabıtası olması iktiza eder”,[10] ona göre. Her ferdin devletin zabıtası gibi davrandığı otokontrol sistemine, “gelişmiş ülkeler”den delil getirir: “Bu ülkelerde millet fertleri, basit bir trafik olayından, devletin ruhunu ve temel esaslarını tehdit edebilecek büyük yolsuzluk olaylarına kadar hayatın her karesinde devlete yardımcı olmaktadırlar. Oralarda bu otokontrol sistemi öyle gelişmiştir ki, her zaman fertler, mesela, bir hırsızı derdest edip yetkili makamlara teslim edebilmekte ve trafik kurallarını ihlal eden bir arabanın plakasını alıp trafik görevlilerine bildirebilmektedirler. Bu şekilde her fert, âdeta diğer fertlerin kolluk kuvveti gibi çalışarak devlete yardımcı olmaktadır. Her ne kadar buna bizim gibi ülkelerde gammazlama nazarıyla bakılsa da, zannediyorum meseleyi ‘devlete yardımcı olmak’ perspektifinden değerlendirdiğimizde uygun bir yaklaşım tarzı olduğu ortaya çıkacaktır.”[11]
En kötü nizam, nizamsızlıktan, otoritesizlikten iyidir Gülen’in nazarında. Said Nursî’de daha ziyade evrene-doğaya dair bir tasavvur olan nizam ve âhenk izleği, Gülen’in neo-Nurculuğunda beşerî ve siyasî bir çerçeveye kayar. Meşhur “hoşgörü” mesajları da neticede birliği-bütünlüğü (nizam ve âhengi) tahkim etme maksadına dönüktür.[12] Disiplin, teyakkuz, kargaşadan kaçınma kaygıları, saplantı halindedir. Fitne ve fesat kavramları, onun toplum görüşünün taşıyıcı sütunlarıdır. İnsanın fıtrî zaafını işleyen “fesada açık anarşist ruhlar”, “ihtilaf ve iftirak hırıltıları” gibi imgeler, metinlerinde kol gezer. Otokontrol toplumu özleminin ve devlet otoritesi ululamasının nedeni de budur zaten. Devlet, bir emniyet ve itaat makamı olarak önemlidir; “Devletten hep tasdik alınmalı”dır.[13] Gülen hareketinin bir yeni elitin-burjuvazinin (“koza”sından) huruç ve (“sistem”e) hulûl hareketi oluşu, bu devletlû zihniyeti bütünler.[14] Milliyetçi hararetle ve başlıbaşına bir değer sayılan askerliğe duyulan muhabbetle birlikte.
İslâmî topluluklar, tek-parti rejiminden çıkılalı beri, öncelikle kendilerini baskılara karşı emniyete alma kaygısıyla Emniyet’le ‘iyi ilişkiler’ geliştirmeye önem verdiler. Politik kutuplaşmaya koşut olarak, 1970’lerden itibaren kadrolaşma mücadelesinde ağırlıklarının arttığı biliniyor. Gülen cemaati de muhtemelen bu alandaki kadrolaşmasına, öncelikle “Hizmet”in emniyetini sağlamaya dönük bir önem vermişti. Bugün geldiği noktada ise, Emniyet’teki nüfuzunun, cemaatin politik etkinliğinin esaslı bir kolunu oluşturduğu anlaşılıyor.[15] Söz konusu nüfuzun tipik hayırhah ‘izahı’ şöyledir: “‘Emniyette zinhar Fethullahçı yoktur’ demek mümkün değildir. Çünkü bu teşkilat ‘toplumun kopyası’. Ağırlıklı olarak Anadolu insanı ve milliyetçi-muhafazakâr. Ama Alevi ve sıkı solcu müdürler de var.”[16]
Bu doğallaştırıcı izahtaki hakikat: Polisin örgüt ‘tabanındaki’ ideolojik yatkınlıkların, Gülen’in ideolojik söylemiyle eklemlenmeye fevkalade müsait olmasıdır. Polis alt-kültürünün oluşumunda milliyetçi-muhafazakâr, devleti yücelten, ‘her tür’ solculuğu düşman sayan bir değerler evreni baskındır.[17] AB’ye uyum sürecine ve ‘modernleşmeye’ bağlı değişimler elbette gözleniyor, fakat genel ideolojik tablo böyle görünüyor. Gülen cemaatinin hem kazandığı nüfuzla, hem de ideolojik söylemiyle, her kademeden polis kadrolarına bilhassa sempatik görünmesi ve onları cezbetmesi ‘normal’dir – örgütlenme performansına ilişkin hiçbir şey bilmeden de varsayabiliriz bunu. Gülen’in ideolojik söyleminin, ister kendini devletin timsali olarak yücelten klasik milliyetçi-muhafazakâr biçimiyle, ister askerî vesayeti savuşturma ve devlet hâkimiyetini modernleştirme misyonunu üstlenen liberal-muhafazakâr biçimiyle olsun, polisin meslekî ideolojisini de okşadığını ekleyelim. Şu apoloji, polis cemaati ile Gülenciler arasındaki ‘objektif’ gönül ortaklığının gizli reklamı gibidir: “İlginçtir polis teşkilatıyla ilgili son yıllarda neredeyse tek suçlama yapılıyor: ‘Cemaat’. Suçlamayı dillendirenler bilmeden aslında cemaat propagandası yapıyor. Vatandaş doğal olarak şu mukayeseyi kuruyor: Polis, ahlaksız, rüşvetçi ve işkenceci mi olsun yoksa cemaatçi mi? Cevap hiç tartışmasız belli. Hele hele bu dönüşümün neredeyse müsebbibinin cemaat olarak algılanmasına yol açacak tavırlar, tam reklam yerine geçiyor.”[18]
Walter Benjamin, polisi yasa koyucu şiddetle yasayı koruyan şiddetin “adetâ hayaletsi” bir bileşimi olarak tanımlamıştı. Polis, yasanın sınırlarını belirleme selâhiyetiyle oynar ve bundan ötürü tekinsizdir, Benjamin’e göre. Hukuku fiilen, adını koymadan askıya alır; ‘ayaküstü’ olağanüstü hal yaratır. Benjamin’in, polisin ‘yaptığı’ hukukla ilgili yazdıklarını bir kenara not edelim: “Polis ‘hukuku’, devletin, ister gözleri karardığından, ister hukuk düzeninin iç bağıntılarından ötürü, ne pahasına olursa olsun erişmeyi arzu ettiği ampirik maksatlarını artık hukuk düzeniyle güvenceleyemediği noktayı işaret eder. Bu nedenle polis, nizamnamelerle düzenlenmiş yaşamın içinde gaddarca bir tacizle veya onu basbayağı gözetim altında tutarak yurttaşa refakat ederken, açık seçik bir hukukî temelin bulunmadığı sayısız vakada herhangi bir hukukî amaçla rabıta kurmaksızın ‘güvenlik gerekçesiyle’ müdahalede bulunur. Mekân ve zamanla kayıtlı ‘hüküm’ü metafizik bir kategori olarak tanıyan hukuktan farklı olarak, polis kurumunun mütalaası özsel bir şeye denk gelmez. Onun kudretinin bir biçimi yoktur – tıpkı medeni devletlerin yaşamındaki, asla ele gelmeyen, her yerde hazır ve nazır hayaletsi görünümü gibi.”[19]
Nazilerin Gestapo’su (Geheime Staatspolizei: Gizli Devlet Polisi), Benjamin’in dikkat çektiği istidadın mantıkî uç noktasıydı. Nazi güvenlik aygıtının üst âmiri Himmler, polisi devlet sistemi içinde bizzat bir erk olarak tanımlıyordu. Polis, “kanunun mekanik bir uygulayıcısı” olarak kalamazdı; münferit yasaların ve yargı hükümlerinin ötesinde bir yetkiyle davranarak, tehlikeleri vukuları öncesinde fark edip önlemekle yükümlüydü. Himmler’in sağ kolu Heydrich polis yargısı kavramını ortaya atmıştı. Buna göre polis, hantal ve “eski rejimin” zihniyetine saplanıp kalmış olduğunu düşündüğü yargıya âmir bir hüküm gücüne sahip olmalı, bir cürümün mahkemelik olup olmadığına da o karar vermeliydi. SS ve Gestapo erkânından Werner Best, polisin işlevini “millî bünyenin sıhhatini gözetmek” olarak tanımlamıştı. Bilhassa siyasî polis, “belirtileri” iyi izleyip “zararlı hücreleri” bertaraf etmeliydi.[20] Bu ‘konsept’, polisin önleyici müdahale yetkisini hudutsuzlaştırmıştır.
Uluorta “faşizm geliyor” alarmizmi ve Gestapo benzetmeleri, yalancı çoban etkisi yaratmak bir yana, korkuları çoğaltarak felç etmekten başka bir işe yaramayabilir. Nazi deneyimini bir mantıkî uç noktanın uyarıcı örneği olarak düşünmek, başka bir şeydir ve göz açar, uyanık tutar. Nazizmin hayaleti yol göstericidir kısacası. Polisten, bilhassa siyasî polisten söz ettiğimizde de, Gestapo’nun hayaleti... Zira polisin, bilhassa siyasî polisin meslekî ideolojisinin istidadı, mantıkî uç noktası, fantazması, kendine bile itiraf edemeyeceği gizli fantezisi, Gestapo’dur.
New York’taki 11 Eylül saldırıları sonrası ABD’den bütün dünya polisine yayılan yeni anti-terör konsepti, önleyici müdahalenin menzilini genişletmesiyle, izlemeye, ‘bilgi’ toplayıp kaydetmeye (artık “biyometrik”) dönük iştahıyla, bu fantazmanın fantezide kalmadığının güncel örneğidir. Orduyla polis arasındaki sınır akışkanlaşmış, polisin militarizasyon istidadı güçlenmiştir. İnsan hakları savunucuları ve eleştirel siyaset bilimciler, terörle mücadele konseptinin, bir global polis devletine kapı açtığını düşünüyorlar.[21]
Son yıllarda Türkiye’de polisin modernleşmesine ilişkin, ‘polissever’ olmayan çevrelerin de gözlemleri, tanıklıkları var. Ahmet Şık ile Nedim Şener’in tutuklanmasından sonra Ergenekon soruşturmasının yürütülüş tarzıyla ilgili endişelerini dile getirdiği makalesi epey ilgi gören Orhan Kemal Cengiz (İnsan Hakları Gündemi Derneği Başkanı), bundan iki yıl önce “İyi polis artık gerçekten var” diye yazmıştı[22]. Bu gözlemler polisin meslekî profesyonelleşmesine parmak basıyor; polisin kaba güce başvurmaksızın “delil toplama” yeteneğindeki artışa dikkat çekiyorlar. Buna bağlı olarak, pek o kadar itimat telkin etmeseler de, polisin “ideolojik önyargılardan” uzaklaştığına dair emareler gözleyenler oluyor. İyimserlik kefesinde bir şeylerin olduğu inkâr edilemez ama karamsarlık kefesini boş veya pek hafifmiş gibi gösterenlere de aldanmamalı. İlk akla gelen, protesto gösterileri karşısında “oransız güç kullanımı”nın olağanlığıdır; özellikle Kürt ve sol kimlikli muhalif gösterilere yönelen polis şiddetinin ‘profesyonel’ ölçüyü kolayca aşan ‘militanca’ niteliğidir. Bu şiddet, muhalif öğrencilere yönelik “oransız hukuk” uygulamalarıyla tamamlanıyor.[23] Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 1980’lerden bugüne işkencenin seyrini inceleyen çalışması,[24] işkencenin, evet, gerilemekle birlikte sürekliliğine dikkat çekiyor.
Asıl varmak istediğim yer, modernleşme ve profesyonel beceri artışının, otomatik olarak “demokratikleşme” ve “insan haklarına saygılı uygulama” anlamına gelmeyeceğidir. Bir vakitler “1997’de polisin hakkını askerlere karşı koruyan dik ve onurlu Avcı” diye övülen[25], malûm kitabından sonraysa sadece Gülen cemaatini değil polisi de itibarsızlaştırmaya yönelik komplo kurmakla itham edilen Hanefi Avcı’nın anlatısı bu konuda yeterince uyarıcıdır. Kitabın Gülen cemaatinin polisteki örgütlenmesiyle ilgili ikinci kısmını değil, ‘masum’ addedilen ilk kısmını kastediyorum. Avcı bu bölümde uzun uzun, “çağdaş” teknik yöntemlerle yapılan izlemeleri, –bu arada gerçekleştirilen yargısız infazları da–, anlatır. Deneyim kazandıkça, yargısız infaz yapmadan da ‘netice almanın’ yollarını keşfetmiştir. Sözgelimi, takip altındaki bir örgütün haberleşmelerini manipüle ederek onların silahlı eylemlerini engellemişlerdir. Dinleme teknolojisinin Avcı’yı nasıl büyülediğini okuruz kitabın bu ilk bölümü boyunca. Yeni yöntemlerin kazandırdığı takibat, manipülasyon ve operasyon kapasitesinden basbayağı haz duyduğunu görürüz: “Dünyada çok az polise nasip olabilecek bir sistem kurmuştuk ve canlı olarak içerde olup biten her şeyi izleyebiliyorduk.”[26]
Modernleşme-profesyonelleşme-teknikleşmenin sağladığı imkânların, özellikle de dinleme ve sanal izleme kabiliyetinin, polis örgütünde panoptik tutkuları okşadığını kestirebiliriz. Önleyici izleme, her yerde hazır ve nazır denetim arzusunun, –isterseniz ideolojik “şapkaların” kapıda bırakıldığını varsayın!–, salt profesyonel saiklerle bile, nasıl ‘tahrik olduğunu’ kestirebiliriz.
Velhâsıl, “operasyonel gücü olan bir emniyet teşkilatından rahatsız olanlar” ithamı,[27] Ergenekoncuları hedef aldığını sanıyor olabilir ama olmazsa olmaz bir eleştiriden (Ergenekon zihniyetini geriletmek için de olmazsa olmaz), polisin “operasyonel gücü” karşısında daimî bir tetiklikten bizi alıkoymaya dönüktür.
Şimdi kapıda bırakıldığını varsaydığımız o şapkaları geri takalım. Ferdan Ergut, Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın tutuklanmasını, AKP iktidarının polis üzerindeki –ve/veya– polisin Gülen cemaatinin kontrolündeki fraksiyonu üzerindeki- denetimini yitirmesinin işareti olarak yorumlamıştı.[28] Burada önemli olan, Ergut’un, polisin her iktidar yapısındaki –Pinochet Şili’sinde bile– göreli özerkliğini hatırlatmasıdır. Evet, partizan polis olduğu gibi ‘polis partisi’ de vardır; ‘cemaatin polisi’ olabileceği gibi polis cemaati de vardır.[29]
Başta belirttiğim gibi, Gülen’in ideolojik söylemi ile polisin meslekî ideolojisi arasındaki ‘uygunluğa’, bu ikisinin simbiyoza elverişliliğine dikkat çekmeye çalıştım. Herhangi bir teşkilat şemasına hacet yok; Gülen hareketinin sözcülerince beyan edildiği gibi ‘sempati’ ilişkilerinin varlığında dahi, bu simbiyozdan “rahatsız olmak” gerekir.
Az evvel “iyi polis” mefhumundan söz etmiştik. “Fethullahçı” olarak anılan kadroların, profesyonel ve hukukî duyarlılıklarıyla “iyi polis”, onları damgalayanların ise Ergenekoncu “kötü polis” olduklarına ilişkin bir telkinle karşılaştığımız gibi; “kötü polis” saydığı Gülencileri kovuşturan veya onlara karşı ‘dosya tutan’ öteki polis hiziplerinin –ki aralarında gerçekten Ergenekoncu denecek olanlar vardır– “iyi polis” gibi telkin edilebildiğini de görüyoruz (Hanefi Avcı vakasında olduğu gibi). “İyi polis-kötü polis” işbölümü, deyimleşmiş bir sorgu ve manipülasyon tekniğidir. Şu veya bu “iyi polisin” merceğine mecbur olmamak için, güvenlik politikalarının demokratik denetimi talebini askeriye gibi poliste de ciddiye almak gerekiyor.
[1] Bunların en ‘doğrudan’ olanı şudur: Zübeyir Kındıra, Fethullah’ın Copları, Su Yayınları, Ankara 2001.
[2] Örneğin Roni Margulies’in serdettiği türden bir gönül rahatlığı; bkz. Taraf, 25 ve 28 Ağustos 2010.
[3] En son, Hürriyet, 22 Mart 2011.
[4] Necip Fazıl Kısakürek, “Polis”, Tanrı Kulundan Dinlediklerim - 2, Toker Yayınları, İstanbul 1968, s. 153-154.
[5] Ahmet Kabaklı, “Devlet ve Polis”, Devlet Felsefemiz içinde, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul 2003, s. 69-82.
[6] Süleyman Demirel’in Başbakan olarak 5 Şubat 1977’de Aydınlar Ocağı’nda yaptığı konuşmada söylediklerini okurun istifadesine sunayım. “İcra”nın güçsüzlüğünün bir timsali olarak polisin yetkisizliğini skandalize eden sağcı mübalağa sanatının parlak bir örneğidir: “Bugün elinde bomba taşıyan adama ‘elindeki nedir?’ diye sormak mecburiyetinde kalıyor polis, üstünü aramak imkânı yok. ‘Elindeki bomba nedir?’ diyene de, bombanın fitilini çekiyor, ‘budur’ diye eline veriyor. Buna bir şey demiyorsunuz.” Anayasa ve Devlet İdaresi. Göktürk Yayınları, İstanbul 1977, s. 55.
[7] Sızıntı, 1 Ekim 1980.
[8] “Bu hareket devlete alternatif mi?”, Kırık Testi yazıları, 14 Kasım 2005.
[9] Kürsü yazıları, Zaman, 24 Şubat 2006.
[10] “Devlet kutsanmamalı, ama...”, Kırık Testi yazıları, 5 Eylül 2004.
[11] “Otokontrol sistemi”, Kürsü yazıları, Zaman, 12 Eylül 2003.
[12] Bu konuda bir analiz: Yavuz Çobanoğlu, “Muhafazakâr dünyanın kutsal efsanelerine giriş: Fethullah Gülen’de hoşgörü, diyalog ve ahlâk düşüncesi”, Toplum ve Bilim 117 (2010), s. 142-168.
[13] Yavuz Çobanoğlu, “Fethullah Gülen’de sosyal ahlâk tasavvuru”, yayımlanmamış doktora tezi, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2008, s. 189. Bu çalışma İletişim Yayınları tarafından yayımlanacaktır.
[14] Ömer Laçiner Birikim’in 76. ve 77. sayısındaki (Ağustos ve Eylül 1995) yazılarında bu hareketin seçkinciliğini ortaya koyar: “Postmodern Bir Dinî Hareket: Fethullah Hoca Cemaati” ve “Seçkinci Bir Geleneğin Temsilcisi Olarak Fethullah Hoca Cemaati”. Ayrıca bkz. Metin Karabaşoğlu, “Metin ve cemaat: Risale-i Nur hareketine dair bir analiz denemesi”, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm içinde, Ed. İbrahim M. Abu’-Rabi, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 344 vd.
[15] Emniyet’te Önümüzdeki genel seçimlerde AKP’nin milletvekili adayı olan gazeteci Şamil Tayyar, Emniyet’te Milli Görüşçüler’le “Fethullahçı” olarak anılan grup arasında sert bir rekabetin hüküm sürdüğünden söz etmişti. Bkz. Neşe Düzel’in söyleşisi, Taraf, 18 Ocak 2010. Ahmet Şık, AKP’yle Gülen hareketi arasındaki ilişkiyi pragmatik bir çıkar ilişkisi olarak tanımlıyor: Oy desteğine karşılık bürokraside örgütlenme olanağı. Şık, AKP yönetiminin, Gülen hareketinin siyasi nüfuzunu geliştirmesinden duyduğu tedirginliğe dair duyumlarını da aktarıyor. Express, Mart/Nisan 2011, s. 15.
2008’te yazılan şu satırları, Gülen nüfuzundaki polis ‘partisi’nin AKP ‘merkezine’ dönük örtülü bir meydan okuması olarak da okuyabilir miyiz?: “Siyasi iktidar, çetelerle mücadelede gerekli kararlılığı göstermek bir yana, bu konuda savcıların ve emniyet güçlerinin çalışmalarını yavaşlatmış, onlara ayak uyduramamıştır. Gelecek dönemde eğer siyasi iktidarlar engel olmaz ise Emniyet’te kim yönetici olursa olsun, kim Başbakanlık makamında oturursa otursun çetelerin ve anayasal düzeni kendi çıkarları için ellerinde tutmaya çalışanların en çok çekinecekleri kurum yine Emniyet olacaktır.” Dr. Davut Şahiner, “Hedef polis mi? Rejim mi?”, Zaman, 9 Haziran 2008.
[16] Adem Yavuz Arslan, Bugün, 23 Ağustos 2010. Bu masum “Anadolu insanı” kavramının mefhum-u muhalifi, gayet basit, milliyetçi-muhafazakâr olmayanlardır. Nitekim Aleviler de bir “ama”yla “Anadolu insanı”nın dışına atılırlar – kastedilen müdürler Arnavut Bektaşiler falan değilseler!
[17] Bkz. Biriz Berksoy, “Devlet stratejilerinin bir tezahürü olarak polis alt-kültürü”, Toplum ve Bilim 114 (2009), s. 98-130.
[18] Bülent Korucu, Zaman, 29 Ekim 2010.
[19] “Zur Kritik der Gewalt”, Walter Benjamin - Gesammelte Schriften, Cilt II.1, Ed. R. Tiedemann ve H. Schweppenhäuser, Suhrkamp, Frankfurt a.M. 1999, s. 179-204.
[20] Robert Gellately: “Allwissend und allgegenwärtig?”, Die Gestapo-Mythos içinde, ed. Gerhard Paul ve Klaus-Michael Mallmann, Primus Verlag, Darmstadt 2003, s. 58-61.
[21] Örn. Thomas Darnstädt, Der globale Polizeistaat, Goldmann Verlag, Münih 2010.
[22] Zaman, 21 Nisan 2009.
[23] Avukat Oya Aydın’la söyleşi, Birikim 261 (Ocak 2011), s. 54-58.
[24] Melek Göregenli-Evren Özer, 1980’-lerden Günümüze Türkiye’de İşkence
, Ankara 2010.[25] Önder Aytaç, Zaman, 5 Aralık 2010.
[26] Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Angora Yayıncılık, Ankara 2010, s. 269.
[27] Adem Yavuz Arslan, Bugün, 4 Ekim 2010.
[28] http://www.demokrathaber.net/ergenekon-polis-ve-siyasal-iktidar-makale,575.html. Kuşkusuz AKP’yi aklayan, ‘sorumsuzlaştıran’ bir yorum olarak almamalı bunu.
[29] Bu vadide daha önce yazdıklarımı hatırlatayım: “Devletin polisi, polisin devleti” ve “Polis partisi”, Medeniyet Kaybı içinde, Birikim Yayınları, İstanbul 2011 (4. baskı), s. 203-222.