Taksim 5 Kasım: Bir Darbenin Şifreleri

En az bir yıldır hazırlıkları sürdürülen Taksim Operasyonu, 5 Kasım 2012 itibari ile herkese malum oldu. Hem “göstere göstere” hem “yangından mal kaçırırcasına”; hem fütürsuzca hem gayrı meşruiyetinin bilincinde: mahcup, gizli kapaklı. Rafine planlama sürecine rağmen, uygulamaya geçtiği andan itibaren züccaciyeci dükkanına girmiş fil misali. Tanımlayacak en iyi kavram, darbe. 28 Şubat ile 5 Kasım’ı akraba kılan şey katmerli üslup benzerliğinden ibaret değil. “Konu farklı” gibi dursa da, temel saik özdeş: Siyasetin alanını daraltma, depolitizasyon. İlkinde siyasetin merkezi organları dıştalama yolu ile yeniden tasarlanmıştı, şimdi siyasetin fiziki ve sembolik kamusal mekanı muhafazakar restorasyon icabı daraltılıyor. Postmodern darbeler çağı, 1000 yıl mı sürer bilemeyiz ama tarihin cilve yaptığı kesin: Eski Cumhuriyet 28 Şubat’ta tasfiye ettiklerini devşirirken kendisi de devşirmelerce devşiriliyor: Bu benzersiz tarihi momentum, bir mekansal darbe ile, Yeni Taksim Projesi ile kutsanıyor.

Yeni Taksim Projesine karşı su ana dek yazılmış muhtemelen en ciddi siyasi muhalefet metni olan Genç Müminler Manifestosu’nda açıkça isimleri verilerek başbakan Erdoğan, atanmış belediye başkanı Topbaş ve atanmış kışla başmimarı Halil Onur “ittihatçı artığı bir zihniyet”in temsilcisi olarak niteleniyor.

Cumhuriyet tarihinin sembolik açıdan en önemli kent operasyonu, anaakım medyada, buna muhalif basın dahil, yumurta kapıya dayanınca gündeme gelen “esnaf tepkisi” üzerinden okundu. “Ani” kazma vuruşu ve çevirme harekatı “İstanbullu’nun çilesi” tadında, ‘teknik bir uygulama’ya dair bir çizgide verilirken, projenin apansız, bilgilendirmeden yoksun ve görünürde plansız gidişatı vurgulandı. Kimi itiraz argümanlarına yer verilse de, okurda “katlanıcaz artık, oto-tünelin sonunda ışık var” algısının güçlenmesi olası. Editoryal bir duruşla desteklenmedikçe, her haber, hegemonik söylemin içinden yorumlanmaya açıktır: Hekim-politikacı acı ilacı içirmiştir, bekleyip etkisini görmekten başka çare yoktur.

Taksim’e müdahale, her bir köşede süregiden ‘dönüşüm’den bağımsız değil. Ancak burası tartışmasız, kentin merkezi, buraya yüklenen anlamların toplam ağırlığı hiçbir yerle kıyas kabul etmez. Cumhuriyet dönemi modernleşme tarihinin yükünü taşıyan Taksim, diğer tüm müdahale alanlarının arasından eşitler arasından birinci olarak sıyrılır; mühendis politikacı’nın başka yerde kanıksanabilecek otoriter stilinin darbecilik olduğu, burada görünür.

Bu yazı, Taksim Darbesi’ni Türkiye’nin demokrasi gündemi üzerinden tartışmaya açmak amacı ile kaleme alındı. Arka gündemdeki anayasa tartışması ile parallellik içeriyor; Taksim, Anayasanın mekansal bir provası gibi. Nasıl bir toplum olmak istediğimizin bir aynası da, burası. Bir darbe ile başlatılan Taksim Operasyonu’nun şifrelerini analiz ederken, hal-i hazırdaki yöntem ve içeriği itibari ile demokrasi açısından geri dönüşsüz, kalıcı ve kesin hasar üretecek bir mekansal tasarruf olduğunu açıklamaya çalışacağım. Muktedirleri, AKP ile sınırlı tuttuğum sanılmasın, Taksim darbesi’nin yoğun ülke gündemine denk gelmesine müteşekkir olunduğunu düşünmek olası. Öte yandan, yeni Türkiye’nin demokrasi ve görünürlük talebini dolaysızca karşılamaktansa araçsallaştırmaya yönelik bir vurgu bariz.

İtirazlar, konu en az bir yıldır gündemde olmasına rağmen yaygınlık kazanamadı; Darbe yine, göz göre göre, geldi. Proje sürecinin açık ve katılımcı planlama yöntemleri yerine malum darbe teknikleri ile sürdürülmesi ve bunun deşifre edilmesinde gösterilen zaaflar, kuşkusuz önemli. Ancak iktidar pratiklerinin sofistikeliği özürüne sığınmak meseleyi halletmiyor. “Yaşam tarzcı” tepkisel muhalefet stratejileri ciddi bir handikap, mekan-politiğin siyasal analizlerde gözardı edilmesi ise entelijansiyanın yapısal bir zaafı.

ANAYASA PROVASI OLARAK
YENİ TAKSİM PROJESİ: ‘HAKİKİ CUMHURİYET’İN MEKANSALLAŞMASI

Başbakan “ideolojik amaçlı itirazları dinlemeyeceğiz” ayarı ile siyasetin sınırını çizmiş oldu. Bu dili, MGK’nın aylık bültenlerine kilitlendiğimiz yıllardan biliyoruz. Bizatihi siyasetin kendini “ideoloji” kavramı içine hapsedip marjinalleştirmekle, siyaset yapma tekelini kendi uhdesine alan malum duruş.

Adını baştan koyalım: Yeni Taksim, eskisine oranla daha rafine, yenilenmiş bir devletin politik vizyonunu görünür kılma çabasıdır. Bu yeni devleti, Hakiki Cumhuriyet olarak adlandıracağım. Eskisine de arkaik sıfatı uygun düşerdi. Her şirketin bir ilk kuruluşu olur, Türkiye’de sonradan bunun bir de ‘hakiki’si çıkar ya, öyle bir şey. Hakiki’si, ilkinin ergenlik yetersizlikleri nedeni ile yapamadıklarını, içinde ukde kalanları daha rafine, olgun ve çağdaş yöntemlerle gerçekleştirmeyi de hedef alır. Özünde, ilkinin hedefleri ile özdeşleşmiştir. Onları ilk kadroların tersine kendinin gerçekleştireceği iddiasını taşır.

Yeni Taksim Projesi, Arkaik Cumhuriyet’in içinde kuluçkalanmış olan bir ikincisinin, ‘Hakiki Cumhuriyet’in ilkinin kabuklarını sırtından atarak cisme bürünüşüne işaret eder. Hakiki Cumhuriyet, Birinci Cumhuriyetin vesayetçi anlayışı ve onunla önce itişip sonra uzlaşanların vardıkları bir üst düzey konsensüse, devlet içindeki yeni konsolidasyona işaret eder. Kopuş ve hesaplaşma bitmiştir, zaman hasarı restore etme, devlette esas olan sürekliliği sağlama zamanıdır. Bunun bir Demokratik Cumhuriyet vizyonu ile alakası kalmadığı açık.

Projenin altında öncelikle rant, o olmadı “gizli rant” ararken gözden kaçabilecek temel konu bu. AKP’nin bu denli angaje olduğu bir proje, partinin karşı-kamuoyundaki öncelikli algısı olan “rant çevreleri ile özdeşlik” üzerinden okunuyor. Tümden haksız olmasa da “siyasal” noktayı gözden kaçırdığı için sorunlu bir bakış. Soy bir devlet müdahalesi olarak Taksim, öncelikle siyasi bir meseledir; tartışmayı yürütecek siyasal özne’nin yokluğunda, konu ideolojik olma suçlamasının altında kalmak istemeyen sivil muhalefetin de katkısı ile ister istemez yan yollara sapıyor.

Yeni Taksim, yeni devlet paktının kendini mekanda görünür kılma önerisidir. Hakiki Cumhuriyet, Taksim’de tebarüz edecek, Arkaik Cumhuriyetin sembolik merkezinin üstüne oturacaktır. Ilkinden seçmeci bir mantıkla devşirilen unsurlar adapte edilecek, yenileri ile harmanlanacaktır. Fikir, kısmen Arkaik Cumhuriyet’in içinde olgunlaşmış, ancak uygulanabilirlik kapısını yeni kadroların rafine bakışı, eskilerin zayıf kaldığı projecilik yetisi açmıştır. Eski’nin tıkanmış operasyonel kapasitesi içinde gerçekleşme şansı bulamayan bu konsept, Hakiki Cumhuriyeti’n teknokratik kadrolarının elinde dört dörtlük bir muhafazakar restorasyon projesi olarak cisimleşme yolundadır. Asker bürokrat Cumhuriyetinden, Müminmühendis Cumhuriyetine geçerken özgün olan, yeni personel rejiminin mekana dayattığı bu Yeni Harman’dır.

MEKAN-POLİTİK VE RANT

5 Kasım 2012 Taksim Darbesi’nin şifrelerine girmeden, iki değinme zorunlu: ilki –medyada ve siyasal analiz geleneğimizde– yaygın bir bakış açısı sorunu: mekan-politiğin tali sayılması. İkincisi bununla bağlantılı, malum ‘rant’ konusu, bir kesim muhalefetin temel argümanı. Yeni Taksim’in bir rant, o olmadı, ‘gizli rant’ projesi olduğu.

Mekan-politik, ihmal edilen bir epistemolojik alan. Entelijensiya topluma ve siyasete bakar ve analiz eder iken ekonomi politik soyutlama ön plana çıkıyor, fikirler yapılı çevrenin üretimini pek hesaba katmayan bir çerçevede ürüyor. Eğer formasyonumuz (mimarlık/planlama/coğrafya gibi) mekanla ilgili değil ise, mekanpolitiği es geçmeye eğilimliyiz, bu alana pek dikkatli bak-a-mıyoruz. Yakınlarda kentsel dönüşümün gündeme oturması bir miktar farkındalık yarattı, denebilir.

İktidar pratiği açısından durum tam tersi: Siyasi ya da ekonomik, iktidar öncelikle mekan-politik bilinci sağlar, mekansallık-iktidar ilişkisinin farkına vardırır. Muktedirler, politikalarını gündeme getirme, görünür kılma, meşrulaştırma, dayatma, ya da kalıcılaştırma için yapılı çevre üretimin anahtar önemini bilir, zihni ve somut mesailerinin bir kısmını bu alana hasrederler.

Muktedirler için verili olan bu bilgi türü, toplumun gerisi açısından bir uzmanlık alanı, bir özel bilgi biçimidir ve bu asimetri, sorundur. Mekanın üretimi iktidarın üretiminin en temel mecraıdır, asimetri bu koşullarda mücehhez bir rakip önünde silahsız durmak gibi, handikaptır. İktidar pratiğinin uzaması, asimetrinin derinleşmesi sonucunu verecektir. Asimetriyi ancak fiili demokrasi, fiziki planlamanın katılımcı bir etkinliğe dönüştürülmesi dengeleyebilir.

Mekan-politik farkındalığını kolayından ikame eden şey, Rantbilgisi’dir. Gazetelerin mesela, buna ayrılmış özel bölümleri (emlak sayfaları) bulunur. Türkiyede Rantbilgisi herkese malumdur, bunun üzerinden konuşmak yaygın ve meşrudur. Kimi “muhalif” söylemlerde Rantbilmişliği’ne dönüşme riski taşır. Başbakan “ideolojik itirazları kaale almıyoruz” buyurunca, bir kısım muhalefete Taksim Operasyonunu “bir rant projesi olarak” ifşa etmek kolay ve meşru çıkış göründü, üstelik “gizli rant”. Böylece ideolojik değil “somut, maddi” itirazda bulunulmuş, “herkesin anlayacağı dilden” konuşulmuş, meşru zeminde kalınmış, üstüne, halka siyasal hizmet babından,”gizli plan deşifre edilmiş” olundu.

Bu söylemde, iktidarların “yaratılacak kaynakları yandaşlara peşkeş çekme saiki ile proje ürettiği” bilgisi sabit veridir, her bir somut duruma bu çerçeveden bakılır. Siyasal riski, vardır; yandaş cepheyi “uyandırır”sınız. O ranttan pay alma iştahlarını kabartmak, bu ihtimali akıllarına sokmakla, projeye açık alan, yeşillik, demokrasi ve özgürlük gibi siyasal taleplerle muhalif olabileceklerin bile, “burada rant varmış, bir adım geri durayım, bana da bir şeyler düşer belki” beklentisine girmelerini garanti edersiniz. Muhtemelen rant gerçekten de vardır ama onlara düşmeyecektir. Potansiyel muhalifleri pasifize etme işini de muhalefet becermiş olur.

Mevcut siyasi iktidarın herhangi bir rant projesinin adını aynen böyle koymakta, malumu ilan etmekte çekincesi olacağını düşünmek abes. Rant dağıtmak iktidarın tabiatında; toplumla iletişimin konusu, konsensüsün nesnesi zaten rant. Taksim’de de herhangi bir “gizlenmiş rant” yok, belki yeniden dağıtımında beceriksizlik edilecek bir ranttan söz edilebilir. Yeni Taksim de kendi rant coğrafyasını yaratacak; muhalif esnaf yeniden-dağıtımdan dıştalanma ihtimalini sezdiği için bu konumda. Rantın varlığı değil, ama bölüşümü ve bunun üslubu siyasette sorundur, iktidar know-how’unun ana omurgasını teşkil eder.

Proje sonucu doğrudan rant oluşması ihtimali, topçu kışlasının AVM olarak işlevlendirilmesine bağlı. Bu ihtimal muğlak, bir esrar perdesinin ardında. Bir AVM konusunda açık ısrar, muhalefet için hayatı kolaylaştıracaktır: Gezi Parkı yandaş sermayeye peşkeş çekilmiş olacaktır. Bu nedenle kültürel/sportif ağırlıklı kullanım ihtimalleri de gündemde tutulmakta, muhalefet ise rantın “gizlendiğini” iddia etmektedir. Sonradan tavşan gibi şapkadan çıkması muhalefeti sevindirecektir, ‘biliyorduk söylemiştik’ diye.

Ticari kullanımın Kışla’nın belirleyici bileşeni olacağını düşündürecek kesin bir emare yok. Tersine, bunun gereğinde feda edilebilir olduğunu, projenin temel gerekçesini oluşturmadığını düşündürecek yeterli neden var. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme, AVM ile tehdit edip, kültürel kullanıma razı etme de pekâlâ mümkün. Örneğin entellektüeller için çekici olabilecek şehir müzesi gibi bir proje, katılımcı yöntemle kurgulanabilir, projeye mekan olarak kışla tahsis edilebilir, bu yolla olası muhalif bir kesim kazanılabilir.

Bunun ötesinde projenin dolaylı olarak çevre alanlara rant değeri katması var, ancak bir kentsel müdahaleden müdahale edilen yerin değerini arttırması zaten beklenir. Oysa projenin özellikle çevredeki mesken stoku açısından rantı artırmak bir yana tersi sonucu vermesi ihtimali de var. Başta tünelleri bir çözüm değil sorun olarak gören mahalli inisiyatifler, yaşam kalitelerinin düşmesi kaygısını taşıyorlar. Tam da bu noktada, mahalleli olmayan muhalefetten ayrıldıkları söylenmeli: Müdahalenin rant yaratması bir yana, varolan rantı düşüreceği kaygısı ile hareket ediyorlar.

Kısacası rant, bu projede doğrudan veya dolaylı elbette var. Ancak 5 Kasım 2012 Taksim Darbesi’nin buradan rant elde edilsin diye yapıldığını söylemek bambaşka bir şey. Projenin asli hedeflerine varma gayreti, doğrudan rant alanlarının feda edileceği uygulamalara da pekâlâ yol açabilir. Toplum o zaman projeye fit mi olmalı, “hmm çok da fazla rant yaratmadılar, öyleyse iyiymiş” diye? Bunun yanıtını herkes kendi hesabına verecektir. Sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için projenin kodlarını okumakta fayda var.

KOD1: MEYDANDAN ALANA
DEVLETİN RÖVANŞI

İsmet İnönü, atanmış Belediye Başkanı-Vali Lütfü Kırdar ve atanmış plancı Henri Prost yönetiminde Taksim, –meydanı, gezisi, Maçka parkı ve çevreleyen örnek mahalleleri ile birlikte– külliyen, örnek Cumhuriyet yurttaşına mekansal bir çerçeve sunmak ve rejimi kutsamak amacı ile kurgulanmıştı. At sırtında Milli Şefin Pembe Köşk’ün önüne sürgüne gitmesi ile, bu vizyonun törensel boyutu eksik kalır. Taksim hiçbir zaman 1940’lı yılların başında kuşkusuz hayal edilmiş olan o yer olamayacaktır: Tek partinin çeşitli kollarında örgütlenmiş bir milletin kendini Milli Şef’in aynasında yeniden bulacağı bir anıtsal tören alanı. Taksim meydan kalır. Savaş sonu kurulan düzen, dünya konjonktürü izin vermez. Kimilerinin içinde, kuşkusuz ukdedir. Milli bayramlardaki resmi geçitler o arzulanan tadı vermez, meydan sivilleşmiştir.Taksim, cumhuriyet anıtı sayesinde resmi tören mekanı olmayı sürdürse de, törensellik, mekanı süreli olarak ödünç almaktan öteye geçemez.

1980’lere doğru kent büyürken, yeni kentliler taleplerini ısrarla dile getirerek demokratik bir dip dalgasını yükselttiler. Karaoğlan seçim mitingleri ve 1 Mayıslar Meydan’a tartışmasızca damgasını vurdu; burayı –Devlet’in yapamadığı şekilde– Alan’a dönüştürdü. Meydanı tasarlayan ama onu asla elde edemeyen Cumhuriyet Aklı’nın hayalini bile kurmaya cüret edemeyeceği bir kitlesellik, o akıl açısından irkiltici bir formatta Alan’ı sahiplenmiş ve o güne dek hesapta olmayan bir aktör, sosyalist hareket, Alan üzerinde hegemonik bir meşruiyet kurmuş oldu. Tüm zaafları, sorunları ve derinden bölünmüşlüğü, ilerleyen yıllarla ana gövdesini oluşturan akımların toplumsal süreci okumaktaki yetersizliği bir yana, en marjinalleşmiş haliyle dahi, Alanın gerçek sahibi olma iddiasını sürdürebildi. 30 yıllık bir zorlama kesintiden sonra bile, son derece değişmiş bir Türkiye ve dünya konjonktürüne ve yepyeni toplumsal/kamusal varoluş biçimlerinin ortaya çıkmışlığına rağmen alanı yeniden almasını bildi.

Kökten-Berktaycı bir okuma ile o meşum gün için devlet parmağını tümden yoksaysak bile, 5 Kasım 2012’de sıkılanın tarihi bir düellonun rövanş kurşunu olduğunu görmezden gelmek imkansız.

Elmadağ-Tarlabaşı hattını otoyollaştıran tünel, artı kışlanın ihyası Şişli/Şişhane aksı üzerinde kesin ve geri dönüşsüz bir fiziki baraj oluşturacak. Bu aks alana bu kitlesellikte bir erişimin mümkün yegane mecraı olduğuna göre ikisinin birden inşası, bildiğimiz formatı ile kitlesel gösterilerin sonundan başka hiçbir anlama gelebilemez. ‘Kışla’nın içine ne konacağı besbelli ki tali mesele, uysa da uymasa da bir şey uydurulacak. Parkın yeniden imarı ve yanına bir tünelin konması asli fikir. Kentin fiziksel yapısını kitlesel muhalefete endeksli düşünmek III. Napolyon Paris’inin imar müdürü Baron Hausmann’dan alınmış ve zamanı gelince kullanmak üzere kulak arkasına sıkıştırılmış bir derstir: Devlet 101. Devlet aklı ağır işler, sağlamcı gider. Hakiki Cumhuriyet’in mühendis aklı, Arkaik Cumhuriyet’in zihni güvenliğe rehin memur kadrolarına şunu demiş bulundu: Artık öyle ilkel yöntemlerle, yok polis barikatları idi, yok biber gazları coplar idi, bunlarla alana girişi engellemeye çalışırken sevimsiz olmamıza gerek kalmayacak. Bu işi teknik, yapısal ve kalıcı yöntemlerle çözebiliriz. Hakiki Cumhuriyet’in mühendis aklı, Arkaik Devletin gecikmiş rövanşını ona hediye etmekle rüştünü ve devlete liyakatını ispatlamış, Hakikat’ini tescilletmiş olacak.

5 Kasım 2012 darbesinin birincil muhatabı, burada kitlesel olarak görünmeye talip olan her türlü toplumsal ve siyasal harekettir. Geçmiş kullanım, ‘Miras’, referans ise: Sol Hareket/ler, ve organizasyonun başı olarak DİSK. Eğer gelecekte kamusal bir aktör olarak hâlâ var olmayı sürdürme niyetinde ise iktidarın alan daraltma manevralarına pabuç bırakmadan, mekan-politiğin aktörü sıfatı ile, işin adını koyarak ortaya çıkabilmeliydi.

KOD2: METROPOLLERDE YENİ ANAAKIM: ALAN’DAN SAHNE’YE

’80’lerin ortasından itibaren İstanbul yapısal bir dönüşüm içine girdi. Sınai üretim çepere kayarken, coğrafi merkez sanayiden arındırıldı. Dalan tarafından Haliç’te cebren başlatılan bu süreç, giderek arazi piyasası eliyle kendiliğinden işler hale geldi. Merkez global şehir söylemine uyarlı olarak kabuk değiştirdi, hizmet sektörünün, özellikle de boş zaman ve kültür endüstrilerinin belirlediği bir coğrafyaya dönüştü. Sanayi kentinin Beyoğlu’sunda daha 10-15 yıl önce atelyelerde taşralı oğlanlar fason ayakkabı dikerken, giderek aynı daireleri mekan tutan ucuz cafelerde ağır ablalar fal bakarak geçim temin eder oldu. İkinci aşamada, gayrımenkulün orta ölçekli hatta kurumsal sermayenin eline geçmesi ve otel, rezidans, veya kültür kurumu benzeri kullanımların yerleşmesi dönüşümü tanımlıyor.

Kamusal mekan olarak Taksim, Beyoğlu’nun yaylaştırıldığı 1990’lardan bu yana, iki yeni işlev edindi: ilki, yayalaşan ve yeniden kendi hesabına bir yer haline gelen İstiklal Caddesi’nin transit giriş kapısına, dolayısı ile onun bir tür uzantısına dönüştü. İkincisi, yine Beyoğlu ile birlikte, globalleşen kentlerin merkezi kamusal alanının bir event city (gösteri kenti) ye dönüşmesi bağlamında, kentin ana performans mekanı oldu. Performans, sanatsal, sosyal veya siyasal olabilir: tek kişilik bir mim gösterisi veya iki haftaya yayılmış bir sokak festivali; bir şampiyonluk kutlaması veya toplu yılbaşı “eğlence”si; veya bir reality show kıvamında, bireysel. Ceza yediği için tepesi atan taksici aracı Meydan’a çekip yakar, burada ilgi göreceği, medyaya düşeceği kesindir. Ambulanslar ve güvenlik kuvvetlerinin yanısıra mekanı 7/24 mesken tutan ulusal haber kanalları sahayı sürekli göz altında tutar, açık antenler ve kameralarla pusuda bekler.

Performans siyasal ise, “mesajı vermek” için artık nicelikten çok nitelik önemlidir: Kadraja girecek görüntünün tasarımını en iyi yapan, en kısa sürede en vurucu mesajı veren, haber merkezlerine en renkli, en çarpıcı kareleri sunabilen hareket, prime time’da yerkapma şansını yakalar. Taksim 1990’lardan itibaren, artık Alan değil, Sahne’dir. Sahne üstündeki koreografi ve mizansen öğeleri, örneğin anıttan Galatasaray’a mı yoksa tam tersi mi, gibi, siyasal duruşun belirleyici öğelerine dönüşür. Tümünün ötesinde, artık bu sahnedeki herbir bireysel varoluş, Taksim/Beyoğlu’na her tekil çıkış tasarlanmış bir performanstan izler taşır.

Şehir merkezindeki kamusal alanın performans sahnesi niteliği kazanması globalleşen şehirlerin geçirdiği ortak bir dönüşüm. Bunun altını fiziki/mekansal bir müdahale ile çizmek ise Metropollere damgasını vuran Yeni Anaakımın (NMM, New Metropolitan Mainstream) temel bir uygulama alanı. Krizle birlikte dünya şehirleri bu tür düzenlemeler için bütçelerini daraltırken, AKP küresel anaakımı kendi sosyal muhafazakarlığına uyarlama tercihini yapıyor. Çok daha akılcı ve yumuşak (=maliyetsiz) müdahaleler ile mekanı değişen çağa uyarlamak mümkün iken, hemen hemen olası en sert ve pahalı, en göze sokulabilir proje tercih ediliyor. Yeni Taksim öncelikle, kentsel performansın ehlileştirileceği, ‘turistik sermaye’ olarak kurgulanabileceği, son tahlilde de düzenli gelire tahvil edileceği bir mekan olarak tasavvur ediliyor.

Bunun için gösterinin (1.) sürekliliğinin garanti edilmesi (= beklenmedik ve “ciddi” durumlarla kesintiye uğratılmaması buna karşın arzın sürekli canlı tutulması, ne zaman gelseniz bir şeyler bulacağınızın garanti olması) 2. arzın nitelik ve nicelikçe rahatsızlık vermeyecek karar ve dozda (= kolay tüketilebilir, light, faça defteri imajlarına kolay tahvil edilebilir nitelikte) olması gereklidir. Bu sürekli ve kontrollü, orta karar performans akışının kurulması, kent ekonomisinin sabit ve düzenli bir turizm gelirine erişimi açısından elzem. Fiziksel bariyerler sahneye kontrollü girişi garanti ediyor: Artık buraya ancak aşırılıklardan arınmış bireysel bir tüketici, izleyici veya performans öznesi (=içerik sağlayıcı) olarak gelmek mümkün.

Alkol tüketimi konusu da bu bağlamda düşünülmeli: Taşkınlığa, sıradışılıklara yol açmayacağı “edepli” bir biçimde tüketiminin garanti altına alınacağı düzenlemeler yolda görünüyor. Gençlere ucuz bira veren mekanlar, muhtemelen ilk yolcu, masa kaldırma operasyonları sinyali vermişti. Taksim artık, kontrollü, imajlaştırılmaya müsait, tüketilebilir, sıradan özgürlüklerin ve, tam da yaygın manası ile, ‘düzeyli ilişkiler’in sahnesidir.

İkinci şifre kabaca böyle. Konunun muhatabı, hayat ile bir derdi olan, gerçekliğin kamusal alanda doğrudan görünürlüğünü önemseyen her bir birey, oluşum ve hareket: Sanatçılar, her türden sosyal ve siyasal taban hareketleri, sivil inisiyatifler ve kampanyacılar, sivil toplum kuruluşları, ve elbette: siyasal partiler. Gerçek etkinliklerin sahipleri: Kafasınca eğlenmek, asker uğurlamak isteyenler, şampiyonluk kutlayacak kulüp taraftarları. Böylesi bir ehlileştirme operasyonuna gelmek isteyip istemediklerini düşünmeliler. Ebediyen tribünlere oynamak mı/hayatın içinde yer almak mı? Taksim/Beyoğlu’nda gerçek hayat hangi boyutu ile kalabilecek? Burası, gelecekte gerçeği dönüştürmenin ana ya da hiç değilse bir mecraı olabilir mi? Kaçınılmaz olanı kabullenip burayı Venedik misali turistlere terk edip, kendi gerçekliğimizi başka yerlerde yeniden mi inşa edeceğiz? Burasının farklı varoluş biçimlerine aynı anda evsahipliği etme potansiyeli hâlâ mevcut mu?

KOD3: OSMANLI AYDIN DESPOTİZMİNDEN HAKİKİ CUMHURİYET MODERNİZMİNE: ORYANTALİZM

Neden illa ki Topçu Kışlası? Evet o kütleyi oraya yerleştirmenin siyaseten mümkün tek meşru yolu eskiyi ihyadan geçiyor. Tersten sorarsak: Taksim zihinlere 1 Mayıs Alanı olarak nakşolmuş ve ihya da “siyaseten zorunlu” olmasa idi, “ecdadın mührü”nü orda görmek istemezler mi idi? Tereddütsüz yanıt evet. Kışlanın oryantalist mimarisi, kodları okumamıza yardımcı olacak.

18. yüzyıl sonundan itibaren şehre gelen Batılı seyyahı hayal kırıklığına uğratır payitaht. Hayal ettiği Doğu’yu bulamaz burada. Bir, şehirde varolan şeyin kendisi, iki, seyyahın bu gerçeklikten beklentileri ve üç, buna bağlı algılama biçimlerinden oluşan kompleks bir dizi nedenle; girmeyelim. Bizim için sonucu ilginç: Batı, ‘yerinde bulamadığı’ Doğu’yu fantazilerine uygun bir şekilde kendi elleri ile hemen buracıkta kurmaya başlar. Mağrip’ten ve Maşrık’tan, Hintten ve Farstan, Kaf Dağı’ndan ve Rustan, Çin’den Maçin’den bulur buluşturur takar takıştırır, münasip bir Doğu’yu gönlünce kurgular: Oryantalist mimari şehre bir Batılı fantazması olarak gelir. Batılı’ya sunulan İstanbul, Sirkeci Garı’ndan Pera Palas’a, mimar marifeti ile kurgulanmış bir doğu sahnesidir. Giderek Osmanlı elitince benimsenir, içselleşir bu tarz. Mimaride Oryantalizm, ikinci aşamada doğunun kendini batılının onu görmek istediği şekilde yansıttığı ifade biçimi olur. Kolonyal olmayan bir periferi modernleşmesi özgün dilini burada bulur. Oryantalist mimari Hintten taklit değil, dosdoğru Batıdan ithal olmakla, modern olmayı garantiler ve tesciller.

Topçu Kışlası hangi saikle Hint/Rus kırması bir oryantalist yapı olarak kurgulanmış olabilir? 18. yüzyıl sonu 19. yüzyıl başında kentin kuzeyine, Taksim/Maçka çemberine oturtulan, Taksim Kışlası’nı da içeren bir dizi kışlanın işlevi eski Osmanlı rejimini (ancient regime) topa tutup yıkacak, artık köhnemiş addedilen düzeni cebren ortadan kaldıracak yeni askeriyeyi eğitmek idi. Gavur usulünce talim gören yeni asakirin, gizli hazırlık döneminde daha fazla göze batmaması için Doğu imajı içinde sunulması, kamufle edilerek yerlileştirilmesi önemsenmiş olsa gerek. Oryantalist mimari bu üçüncü okumada, Doğulu muktedirin, ‘aydınlanmış despot’ kimliği ile örtüşür: Onun bizzat kendi mevcut düzeni üzerinde şiddet uygulamayı haklı ve kaçınılmaz bulduğu, dolayısı ile varolan Osmanlı toplum ve devlet düzeni ile yabancılaşma hatta kopuş riskinin ortaya çıktığı noktada, “bakın buradayım ve sizdenim en hakiki en otantik benim, aramızda ayrı gayrı yok” söylemini meşrulaştırma için başvurduğu mimari ifade biçimi olur.

Olası kışla ihyasını üstte sunulan üç tarz-ı oryantalizm itibari ile tartışmaya açmak verimli ve eğlenceli olabilirdi, ancak bunun önünde yapısal ideolojik blokajlar var:

Öncelikle, iki Cumhuriyetin kurucu bakış açısı, 1923 öncesini, kendi içinde ayrımsız yeknesak bir bütün olarak algılamak ve sunmak konusunda yüzde 100 fikir birliği içindedir. Farkları, Arkaik Cumhuriyet tümünü birden ‘Ortaçağ karanlığı’ ile özdeşleştirip toptan reddederken, Hakiki Cumhuriyet geçmişi ayrımsızca yüceltir ve benimser. 600 yıllık bir tarihin iç gerilim ve kırılma noktalarını, değişim dinamiklerini, çatışan aktörlerini ve temelden farklı toplum muhayyilelerini yoksaymakta ise tam uzlaşırlar. Bu çerçevede, kışlanın kendi bağlamında neyi temsil etmiş olduğu farkına bile varılmayacak bir detay kalır.

İkincisi kullanıcı odaklı: Beyoğlu ayakkabı diken, figüran kahvelerini dolduran taşralı delikanlılar, ve allı güllü konsomatrislerin yurdu olarak kalaydı, pek sorun yoktu, “bu Taksim”le de idare ederdik. Gel gör ki, turistler Sultanahmet’e sığmadı taştı, açıkçası artık burasını daha eğlenceli bulmaya başladılar. Peki bula bula AKM ve Marmara Oteli gibi kutuları mı göstereceğiz İstanbul’un merkezindeki mimari budur diye? Gönül isterdi ki yıkalım gitsin ikisini de, ama artık bu da mümkün değil. Elde kalıyor yıkılmış oryantalist kışlayı tescilleyip, ihya etmek: Gelen turiste ‘hakiki İstanbul’u yaşatmak.
Ve elbette, malumu ilan etmeden geçmeyelim: Neo-oryantalist kışla ihyasının rövanşist boyutu gizli değil: “Hakiki” Cumhuriyet, eskisi ile biten hesaplaşmasını görünür kılacak, somutlaştıracak bir sembole ihtiyaç duyuyor. Taksim Meydanı’nda bir Osmanlı kamu binasının tarihselci ihyası, bu bina geçmişte her neyi temsil etmiş olur ise olsun, tam da bu ihtiyacı çok iyi karşılıyor. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişin bir kopuş değil, geçiş olarak yeniden-okunmasını sağlayacak bir kamusal simge. Nasıl ki kaldırılmasındaki bir saik de, taze Cumhuriyetin bu geçişi bir kopuş olarak okutma, dolayısı ile izleri silme, bir “rövanş” çabası idiyse.

Arkaik Cumhuriyet’in ‘kopuş tezi’nın tersine, bugün ile Osmanlı’nın özellikle modernleşmeci uzun 19. yüzyılı ile bir zihinsel köprü kurulması, Türkiye toplumunun normalleşmesi açısından elzem. Bu tartışmanın Taksim başta, kamusal mekanda görünür kılınacağı sembolik jestlerle de desteklenmesi kuşkusuz hem mümkün hem anlamlı. Ancak mevcut iktidara hakim mühendis formasyonunun bu derinliği yakalaması ufukta görünmüyor. Kışlayı ihya projesi, yaratacağı yeni gerilimlerle bu gerekli tartışmanın da önünü tıkamaya aday: AKP’nin özünde ilginç olabilecek bir Osmanlı açılımını daha başlarken bir ak/kara itişmesi içinde bitirip tüketmesinin nişanesi olmaya aday görünüyor bu ihya işi.
Oysa Taksim’de Osmanlı arayacak isek, zaten orda, 3 mükemmel örnekle duruyor. Son dönem Osmanlı eklektisizminin başyapıtı Aya Triada Las Vegas’ın ardında kayıp; Maksem, bir kamusal mekan olarak tam bir facia; Cumhuriyet Anıtı her şeyi ile Osmanlı ile bağları, onun içinden çıkmışlığı, –dışarıdan bir bakışla üretildiği için olsa gerek– hâlâ en iyi şekilde, hiçbir çakma tarihselciliğin asla beceremeyeceği bir netlikte temsil ediyor, zamansız çekiciliği tam da bundan kaynaklanıyor. Meydandaki en karizmatik, turistlerin en sevdiği nesne, açıkça bu ! Kısacası, eğer Taksim üzerinden Osmanlıyı yeniden düşünmek isteyecek idiysek, biri klasik diğeri geç dönemi, üçüncüsü ise kapanışı temsil eden, herbirinin işlevi farklı (mühendislik, dinî, anıt) herbiri çok iyi korunmuş ve yakın zamanda ayrı ayrı restorasyon görmüş bu üç binanın yeniden ve birlikte okunmasını sağlayacak mütevazı bir fiziki ve işlevsel müdahale ile çok daha etkili ve verimli şekilde yapmak mümkün bunu.

Kenti imar etmenin oryantalist takıntılara endekslendiği bu mıntıkada, temizlik görevi biraz da mimarlarda gibi. Sıfırdan başlamıyorlar: Yakın dönemde bu siyaset ile, savaş sonrası modernist mimariye ilişkin en az 3 kez yoğun teşriki mesai edildi. Başta belediye binası, bilahare İMÇ ve AKM gündeme gelmişti.

KOD4 MUHALEFETİN YUMUŞAK KARNI: OTOMOBİLE İMAN

Burası işin abartısız en zor kısmı. Hayır, mesele müminlerin otomobile binmesi değil, bununla baş edilirdi. Mütedeyyin veya la-dini, fark etmiyor: topluca tapındığımız şey bizatihi otomobildir artık. Reel politik anlamı şu: Projeye karşı çıkarken Elmadağ/Tarlabaşı Tüneli’ni dilinize fazlaca dolarsanız hemen tüm toplumu karşınıza almanız kaçınılmazdır. İstediğiniz kadar bununla trafiğin ortadan kalkmayacağını, insanların otomobil içinde veya yeraltı duraklarında egzosdan zehirleneceğini tüm bilimsel çalışmalara ve geçmiş istanbul uygulamalarına dayanarak söyleyin: demirden bir ideolojik duvara çarpmanız kaçınılmazdır, ve bu çok sinir bozucu olabilir.

’50’lerde Menderes yıkımları, Prost planına kağıt üstünde benzese de temelde farklı bir mekan kurgusu geliştirir. Prost’un öncelikle –yayalara, ve yerine göre devlete hizmet edecek– kamusal alanlar olarak düşündüğü bulvarlar, Menderes uygulamalarında şehir içi ‘ekspres ve transit’ otomobil yolları olarak yorumlanır. Yollar genişlerken tramvay rayları yeraltına alınacağına tümden ilga, şehirse 4 lastik tekere kayıtsız şartsız teslim edilir.

1990’lardan beri repertuvara yeni bir ilave yapıldı: Başkanlar kaldırdıkları trafik lambası ve hemzemin geçit sayısı ile övünür oldular. Ulaşımda öncelik yeni otoyollara ve kavşaklarına, mevcutların genişletilmesine, otoyol standardında ekspres yollara, otoyollara yeni bağlantı yollarına, tepeleri delip geçen uzun oto tünellerine, çok katlı kavşaklara, ne bulursa altına dalan orta mesafe tünellere, vadileri hızla geçen viyadüklere, kavşakların üstünden uçan köprülere, ve bunların irili ufaklı akrabalarına aktarıldı; karayolculuk Başkan’ların asli işine dönüştü.

A’dan B’ye otomobilsiz ulaşmanın giderek imkanı kalmıyor. Yeni binalar, yerleşimler bu kurguya göre tasarlanıyor, otomobilsiz erişemiyorsunuz bile. Alanı giderek daralan, hareket kabiliyeti sıfırlanan şehirli tek çıkış yolunu kendisi de bir tane edinmekte buluyor. Lambasız kesintisiz bir trafik akışının varolabileceği yanılsaması, giderek büyüyen krizleri ötelemekten, tıkanıklığı iki km. öteye atmaktan ve daha yoğunlaştırmaktan başka sonuç vermiyor. Bu politikanın kısa tanımı “belirli sayıdaki eroinmanı tedavi için herkese birden morfin vermek”tir. Sonuçta bir gün herkes eroine düşüyor, “ayağım yerden kesilsin de” noktasına geliyor.

Otoyollaştırmanın yayalaştırma gerekçesi ile sunulması ironinin dik alası. Örnekler kısıtlı değil. Dileyen Topkapı, Çağlayan gibi yeni kuşak altı-otoyol-üstü-meydan’larda yaya olmanın keyfini sınırsızca sürebilir. Kendini Malkoçoğlu’nun tecavüzden kurtardığı bir Bizansli prenses kadar özgür ve yaya hissedebilir. Yayalaştırma iddiası bile taşımaksızın damardan hardcore otoyollaştırılan “Eminönü Meydanı” benzeri örneklere yeltenmiyorum bile. Kentin çeperinde 40 yıldır kurulan ve geliştirilen otoyol mantığının kentin sembolik merkezinde Taksim’de “derinden hissedilir” kılınması, İstanbul’a altın vuruştur.

Taksim’e havaalanından doğrudan erişim saglayan, yakın zamanda Belediyeye geçirilen imtiyazlı otobüs hattının rotası Darbe’den hemen sonra ‘teknik gerekçe ile’ değiştirildi, otoyollara, tünellere kaydırıldı: Havaalanı’ndan sonra ilk trafik ışığını Dolmabahçe’de görüyorsunuz. Buna karşılık, rotada ne deniz var ne tarihi siluet. Sadece ilk kez gelenler için değil, kenti algılayış biçimini temelden tersyüz eden bir otoyol deneyimi: Merkezin derinine kadar nüfuz ederken, Dubai’ye varmakla İstanbul’a varmanın farkını sıfırlıyor.

Otomobile imanımız, otomobillinin konforu için yapıldığı iddia edilen her yatırımı mübah kılıyor. Otomobilsizler de, dünyaya direksiyonun ardından bakıyor. Küresel otomobil ideolojisi ile hesaplaşmaya girişmeden önce bu başarısına şapka çıkarmak gerekiyor. Darbenin tünel uygulaması ile başlatılması tesadüf değil. Zincirin zayıf halkası burada. Gezideki ağaçlar için imza veren kimilerinin, tünele karşı çıkılmadığını teyid ettirme çabası göstermesi sağlam gösterge.

Konunun muhatabı, otomobili gerekmediği halde satın aldığımız ve kullandığımız her durumda, hepimiziz. Otomobil yumuşak karnımız, ona iman ettiğimiz ölçüde, darbeseverlikle sınır hattını da ihlal ediyoruz. Dönüş, tedavi çok zor. İmkansız değil. Otomobile iman etmiş bir toplum olarak körükörüne inancımızın bağımlılık ve hastalık olduğunu kabullenip toplu terapiye başlamamız gerekli görünüyor.

KOD5 DEMOKRASİ İLE POPÜLİZM KISKACINDA: ÇEPERDEN MERKEZE HAMLE

Oryantalizm ve sahne bahislerinde değinilen boş zaman veya kültür endüstrisi alanlarına bir kez de kullanıcıları ve potansiyel kullanıcıları açısından bakacağız. Burası kimin mekanı/olmalı?
Taksim Külliyesi’nin kapsamlı Prost planları içerisinde uygulama önceliği kazanmış olması tesadüf olmasa gerek. Tarihi yarımadaya damgasını vuracak ‘1 nolu’ park, öncelikli sıra no’suna rağmen atlanmış, Menderes döneminde Vatan ekspres yoluna dönüşerek imara açılmıştı. Taksim/Maçka kompleksi ise öncelikle hayata geçirildi: Kendini Beyoğlu’nda ortaya koyan kozmopolit/liberal Osmanlı modernleşmesinin Cumhuriyetçi/Milli anti tezi sıfatı ile onun dışında ama hemen dibinde kurgulandı, karşıtlığı iyiden görünür kılındı: Sonuçta ‘müşteri’ de, tercihli coğrafyası da benzer idi: toplumum modernleşmeye istekli kesimleri 19. yüzyıldan beri Haliç’i geçmiş, kuzeydeki vaadedilmiş topraklara hamle etmişti. Yeniden geriye, köhne yarımadaya dönmenin alemi yoktu. Cumhuriyet, Prost planı eliyle kentin kuzeydeki yeni kolonizasyon alanına yeni bir merkez, ve bir strüktür kazandıracaktı.

Taksim/Maçka külliyesi 20. yüzyıl boyunca milli modernleşmenin nişanesi olacak yatırımlarla, konut alanları, kamu binaları, spor ve kültür tesisleri, kamusal açık alanlar, otellerle donandı, ve bunları talep eden Cumhuriyet elitinin coğrafyası oldu. Beyoğlu ise Varlık Vergisi ve 6/7 Eylül marifeti ile zorunlu tahliyeye tabi tutulurken, bu değerli kent toprağı milli elitlere sunulmadı, tersine taşralı göçmenlere, ucuz manüfaktüre, pavyonlara terk edilerek bir 20 yıl değer yitirmesi çöküntü alanı haline gelmesi beklendi. ‘İstanbul’un İzmir yangını’, ne –tesadüf– Ergenekoncu bay Dalan tarafından 1980’lerde planlandı ise de devir değişmişti, şehrin ‘Bizanslı genleri’ depreşerek uygulamaya geçit vermedi. İstanbul, Osmanlı kozmopolitizminin somut izlerini barındırmaya hâlâ devam eden neredeyse yegane şehir sıfatı ile Cumhuriyet kentleri coğrafyasından kopuşunu 1990’larda perçinledi.

Beklenen, küresel örneklerden ezberlenmiş mutenalaşma/gentrification süreci idi, ancak somut gelişme teoriye nanik yaptı. Beyoğlu’nda ve onun kapısı Taksim’de olan şey klasik formatı ile mutenalaşma değil, bunun süresiz ertelenmesi oldu, nedenleri ayrı konu. “Burası nasılsa bizim artık, na’psak ne’tsek de bu işi ağırdan alsak, ama yerimize de sahayı tutacak birilerini yerleştirsek” durumu, mutenalaşmayı ertelerken giderek engelleyen bir geçici kullanımlar coğrafyası hasıl oldu. Elitler mekanı doğal egemenlik alanı addetti, ancak gereğini yerine getirmekte ayak sürüdü, orda yeniden-ikamete gönül indirmedi, sınır bellediği Zincirlikuyu’dan aşağıya içmek-eğlenmek dışında pek inmedi. Beyoğlu bir yana, örnek Cumhuriyet semti Talimhane bile, yedekparça ticaretinden arınırken yeniden bir prestjli konut bölgesine değil, kendini ucuzlatmayı engelleyemeyen bir ‘oteller semti’ne dönüştü. Paylaşıldığı varsayılan bir kültür ikliminde müttefik addedilen öğrencilerin, sanatçıların ve ucuzcu Batılı turistlerin sınırlı bütçeleri ile buradaki boş zaman endüstrisini ayakta tutması ile yetinildi. Mekan taşeronlara sahiplendirildi.

Beyoğlu’nun 19. yüzyıldaki asli aktörlerine tekabül eden kesimlerin burayı doğrudan kullanımı kurumsal prestije yönelik oldu, süreli kullanımla sınırlı kaldı (SALT, Arter, Pera Müzesi, Deniz Palas, Borusan, ...) ve ciddi bir gecikmeyle gerçekleşti. Buranın yeniden üst hatta orta sınıf konut bölgesine dönüşmesi ise, marjinal istisnalar hariç, henüz ciddi manada bir ihtimal bile değil. Yatırım kapasitesine sahip cumhuriyet eliti, mekan üstünde sürekli kullanım (ikamet) talebi ve bundan türeyen ikincil talepler oluşturmadı. Sözen’le başlayan arafta kalma durumu kemikleşti, kurumsallaştı: Bölgenin, turizm, boş zaman ve kültür endüstrileri çerçevesinde süreli kullanılması konusunda bir konsensus oluştu. 1980’lerin yoksul konutları, atelyeleri, bekar odaları, apartlara, en fazlasından ‘kreatif ajans’lara dönüştü.

Yeni Taksim, Hakiki Cumhuriyet’in bu konsensüsü okuma biçimidir. Üç temel unsuru var. Mekanın kullanımını çeperdeki sosyolojiye açma; açarken bu işi çeperi medenileştirici bir misyon olarak kurgulama; ve üç, sembolik ‘yapısal’ bir milatla başlatma.

Çeperdeki sosyoloji, yerel ve küresel iki anlamda alınabilir. Yerel çeper, göç sonrası metropole işaret eder. Çeperin ‘varoş’ İstanbul’u, sahneleşen Taksim’e ancak istisnai anlarda ve özgün bir formatta inebilmekte idi: Bayramdan bayrama ve yılbaşlarında, erkek ağırlıklı pleb kitleleri biçiminde. Zımni bir konsensüs ile bu günlerde merkez nüfus geri çekilir, kimi kepenkler iner, alan ‘varoş’a terk olunur.
2010’larda bu durum, Hakiki Cumhuriyet kadroları açısından kabul edilemez oldu: Eski elitlerin kuşkusuz hissettiği geçici rahatsızlıktan çok daha varoluşsal bir rahatsızlık sözkonusu. Çeper siyasette AKP eli ile merkeze çoktan yerleşmiştir; ancak memleketin en merkezi mekanında verdiği sosyal görüntü fena halde çuvallamaktadır. Çeperin egemen sosyal formatı, ‘aile’ bu sahne ile uyumlu değildir. buraya çekingen ve uzak durur. Çeper bu mekanda ancak istisnai ‘karnevalesk’ hallerde maç/asker uğurlama/bayram/yılbaşı vesileleri ile, orda da erkek yoğun, maço, ‘edepsiz’ hali ile ‘temsil’ olunmaktadır. Çeper sosyal düzeyde pleblerle özdeşleştirilme kısır döngüsünü kıramaz. Bu herkesten önce onlar adına siyasal erki elinde tutanlar için varoluşsal bir sorundur, mekan-politiklerinin psikolojik temelini oluşturur. Yeni Taksim, çeperin merkezdeki varlığını ‘aile formatında’ tesis yolu ile sosyal itibarını kurgulama projesidir. Artık çeper, bayramda Taksim’den Karaköy’e kitleler halinde ‘milli olma’ya giden güruhla temsil olunmayacaktır. Sahnede boy göstermeye davet edilen, göç sonrası 3. kuşaktan itibaren konsolide olan, orta sınıflaşmış, otomobillenmiş ve kültür tüketiminden pay almaya aday olan çeperdir. Çeperin merkezi mekanı kullanımı artık ‘bekar’ değil ‘aile’ formatında olmalıdır: Damlı oldukça, tüketimle birarada bulundukça mekana sürekli ve düzenli girişleri garanti edilecektir. Bu karşılaşma iki taraftan da fedakarlık ve uyum çabası isteyecektir: Biri için alıştığından daha mazbut ve ölçülü diğeri için alıştığı sınırları zorlamanın eşiğinde.

Hakiki Cumhuriyet’in toplum mühendisliği konsepti netleşiyor: Beyoğlu’na, eski (merkez) ve yeni (çeper) orta sınıfları mutedil çizgide buluşturacak bir sosyal konsensüsün mekanı rolü yüklenmektedir. Bu işin laboratuvar aşamaları Otoyollara dizili AVM’ler ve buralardaki çeşitli tema parkları vasatında geçilmişti. Sıra bu işin bir ‘medeniyet’ misyonunu tadında bir üst düzeye taşınmasında: Şehirde bunu layıkı ile üstlenebilecek Taksim’den başka bir coğrafya bulunmadığı aşikar. Neo-oryantalist kışla ihyası da böylece yerine oturuyor: Eski ve yeni orta sınıfların ailece buluşmasının düzeyli ortamına giriş için uygun karşılıklı güven psikolojisini ancak tarihselci bir mekan kurgusu, tema parkı olarak “Osmanlı” sağlayabileceği varsayılıyor. Muhteşem Yüzyıl’a karşı ölçüsüz tepki de yerine oturuyor: Toplumun Taksim Osmanlı Tema parkına maazallah bu diziden mülhem bir içerik yakıştırması akla bile getirilmek istenmeyecek bir senaryo. – Sonunda olacak da o gibi duruyor, o başka.

Benzer bir misyon küresel çeperin medeniyet dairesine çekilmesinde aracılık hevesi biçiminde beliriyor: Küresel alemin başlıca ötekisi Müslüman Araplar, Arap Baharı sayesinde ilk sınavı başarı ile geçmiş sayıldılar, ancak küresel sosyal vizeyi almaktan henüz uzaklar. Arayı kapatmak, küresel medeniyete ısınmak için AKP kendilerine Türkiye/İstanbul/Taksim dersini öneriyor: Bu yapılı çevre modernleşmesinin her iki, Osmanlı ve Cumhuriyet, Beyoğlu ve Taksim veçhesi ile de, Arap coğrafyasında rol modelliğine uygun: Evdeki kolonyal mirasın göstergeleri ya da çok benzerleri burada karşılarına kolonyal olmayan, otantik bir modernleşme ve Batılılaşma sürecinin göstergeleri olarak çıkıyor. Bu kez vurgu Arap dinkardeşleri nezdinde tam da Türkiye usulü modernleşme geleneğine sahip çıkma çizgisine kayıyor: Medeniyet dairesine girişte hamilik/abilik rolü ancak bu şekilde garanti edilebilir.

İç mekan-politik açısından ise Müslüman turistten, aynen Batılı turistin eski elitler açısından oynadığı rolü oynaması bekleniyor: Taşeron olarak yer tutması. O alana henüz bebek arabası ile çıkmakta çekinceleri olan Fatihlinin yerine bu işi yapması, muhafazakar aile formatında sahne alması. Yabancı sıfatı ve naifliği ile yerlilerin sahip –ve muzdarip– olduğu ideolojik bagajdan asude, burada doğallığı ve hakiki merakı ile varolabilir. Olası kışlanın neo-oryantalizmi bu grup için de geçişi yumuşatıcı, güven sağlayıcı akklimatize edici bir işlev görüyor.

Mümin mühendislerin formasyon ve ufku bu bölümde ifadesini bulan kültürel köprülendirme ve çeperin görünürlük ihtiyacı konusunda ithal oryantalizmin kötü kopyası ile güven sağlayıcı bir sahne kurgulamanın ötesini tahayyül etmekte zorlanıyor. Muhalefet, bu mekanı yaşam tarzının kalesi kimliği ile tepkisel düzeyde savunduğu ölçüde anti-demokratik bir pozisyona savrulacak, iktidar yeni orta sınıf konsensüsün oluşumunu metropoliten hayatın genel akışına, sınırların özgür irade ile yoklanmasına bırakmayıp mühendisçe iradi müdahalelerle buraya da orta sınıf vasatını dayattığı ölçüde, aynı anti demokratiklikten payını alacaktır.

Top mimarlarda, sanatçılarda olduğu kadar, eski cumhuriyetin ve eski merkezin elitlerinde de. Ayrıcalıklı bir gettoyu sürdürmeye çalışmakla sosyal bir açılımın aktif öznesi olma arasındaki ince çizgide ciddi bir demokratlık sınavı verecekler.

SON ŞİFRE: DARBE’NİN
YUMUŞAK KARNI: YEŞİL

Burası da Darbe’nin yumuşak karnı, iktidar henüz ele geçiremedi. İktidarın başetmekte zorlandığı son meşru müdafaa sathı. İstanbul’un merkezinde, telafisiz yeşil alan kaybının vebalini taşıyabilecek bir siyaset bugün itibari ile yok. “Bu projeyi yapıyoruz böylelikle daha çok yeşil alan sunmuş oluyoruz” diyecek halleri, hiç yok.

Vakt-i zamanında kışlanın yıkılmasında bir etken de, etrafındaki son boş alanların 1920’li yıllardan itibaren yapılaşmaya açılmış olması idi. Gümüşsuyu-Mete Caddesi aksı mezarlık, yeşil alan,Talimhane ise, ismi ne diyorsa o idi. Buralar parka dönüşebilirdi, olmadı imara açıldı. Her yer yapılaşınca, kısmen harap durumdaki kışla tümden kaldırıldı, gezi oldu. Başta aradaki oteller dizisi yoktu, buralar Maçka Parkı ile bağlantılı yeşil alanlar ve bunun içindeki kamuya açık düşük yoğunluklu spor tesisi, şehir gazinosu gibi yerlerdi. Buraların 1950’lerden 1990’lara yapılaşması ile, Taksim Gezi’si, parktan izole bir son parçaya dönüştü.

Kendini Genç Müminler olarak adlandıran bir grup, internette yaygınlaşan bildirilerinde, lafı dolandırmadan bu noktaya getirmiş. Kökten ontolojik bir perspektifle yazılmış bu metinde başbakan, belediye başkanı ve kışla mimarının Taksim’de kesmeyi yeltendiği ağaçlar nedeni ile “sonlarının geleceği” ilan ediliyor:

“Milletimizin sayarak ve severek iktidara getirdiği bu iki yöneticimiz, milletimize ve tüm siyasi ikballerini borçlu oldukları İstanbul’a ve İstanbul’lulara bir ihanet içindeler.
... yüzlerce yaşlı ağacı kesecekler. Bu ağaçlar, bu yöneticiler Dünyamıza gelmeden dikildi, büyüdü. Bu yüzlerce ağacın Allahü Teala ile muhabbetleri, bu ağaçların kökleri, bu iki yöneticimizden çok daha eskiye dayanıyor.
... tepkileri kaale almadan, kesecekleri yüzlerce ağacın hükmü ve cezası, Allahü Teala’nın tokadı olarak bu iki yöneticimize geri dönecek.”
“İttihatçı artığı” bir Hakiki Cumhuriyet projesi olarak Yeni Taksim, kent hakkının en meşru damarlarına bastığı ölçüde, İslami siyasal konsensüsün sonuna işaret ediyor olabilir. Sıradan mümin için ağaç ağaçtır ve kimin diktiğine bakarak bazılarını ikinci sınıf addetmesi ve kesilmesini mübah bulması beklenemez. Olası bir seçmen tokadı kapıda, seziliyor. Derin devlet, Tarlabaşı/Taksim aksına düşkündür, ancak eski başkan Dalan’a da seçmen tokadı Park Otel ve Tarlabaşı’nda somutlaşan Taksim politikası nedeni ile çarptıydı.

BİTİRİRKEN

5 Kasım 2012 Taksim Darbesi iki rövanşist gündemin çakışarak sinerji yaratması sonucu gündeme geldi. Eski Cumhuriyetten yenisine devredilen Devletin rövanşist gündemi kamusal alanı fiziksel olarak daraltmak ve buraya erişimi engellemek üzerinden şekilleniyor.

Yeni ‘Hakiki’ Cumhuriyet Projesi’nin özgün rövanşist gündeminde ise değişimin sembolik göstergeleri var. Mimari dil meselesi bu nedenle ön planda iki anti-demokratik rövanşist gündemin sinerjisinden toplum nezdinde meşru bir mekan-politik çıkmıyor. Darbecilik, çıkıyor.

Kent hakkı ve kente karşı suç kavramı böyle bir kavramsal bütünsellik içinde henüz hukuk mevzuatımız içinde yer almıyor. 5 Kasım Darbesi, bu çaptaki kent operasyonlarının meşru zemini nasıl oluşturulmalı, idarenin meşru hareket alanı ile orman hukuksuzluğunu ayıran ince çizgi nasıl tanımlanabilir gibi konulara dikkati çekiyor. Taksim, bu kavramların artık bu ülkede de standart hukukun parçası haline gelmesinin zorunluluğuna işaret ediyor.

Bu yazı, 5 Kasım darbesinin doğrudan teması olan Tünel İnşaatı ve Kışla İhyası konuları ile sınırlandı. Bu nedenle AKM, Tarlabaşı, olası Taksim Camii, Kongre Vadisi gibi konulara girilmedi. Oysa Taksim ve çevresi bir bütün ve bütünlüklü bir master plan çerçevesinde ele alınması gerekiyor. Kağıt üstünde, kamusal olarak tartışılmış, üzerinde uzlaşılmış, açık kentsel tasarım ve mimarlık veya kentsel tasarım yarışmaları ile somutlaştırılmış şeffaf bir plan yok. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın kafasında ise bir tür ilan edilmemiş master plan’ın olduğu, anlaşılıyor. Zamanı geldikçe parça parça “sızdırılıyor”.

Belli ki Taksim bir yer olarak sembolik önemini koruyacak. Ve Taksim, elbette dönüşecek. Mevcut hali ile kalması söz konusu bile değil. Onu Arkaik Cumhuriyet’in ikonası olarak dondurarak korumak isteyenlerin muhalefeti yenilgiye mahkum. Öte yandan zaten gündemde olan sosyal dönüşümleri doğal akışına bırakmak ve bunlara basitçe mecra açmaktansa yeni gerilimler ve fay hatları yaratacak sert müdahalelerle bunların altını çizmenin de alemi yok. Yeni Taksim’in demokratik bir toplum ve cumhuriyetin aynası olarak yapılanması hâlâ gündemde. Taksim’de herkese yer var. Alanı daraltmaya değil açmaya basit müdahalelerle herkes için daha kullanışlı hale getirmeye ve elbette araç işgalinden kurtarmaya ihtiyaç var. Yapılması gerekenler ne karmaşık ne zor ne pahalı. Yaratıcı bir yeni siyaseti bekliyor.

Ne Osmanlı modernleşmesinden Cumhuriyete uzanan bir süreklilik fikri özünde yanlış ne de bunun Taksim Meydanı’nda bir sembolik anlatıya kavuşması fikri saçma. Türkiye Demokratik bir Cumhuriyete dönüşecek ise, siyaset de kuşkusuz Sened-i İttifak’tan, Hatt-ı Hümayun’a, oradan birinci ve ikinci Meşrutiyetlere uzanan bir geleneği yeniden gözden geçirmek durumunda. Eğer Taksim İstanbul’un Demokrasi Meydanı olacak ise, bu yüzleşmenin sembolik işaretlerini de elbette taşıyabilir, ama böyle değil. Osmanlı ile yeniden karşılaşmanın olası en manasız ve yaratıcılıktan en uzak biçimlenişi ise o kışlanın intikamcı ve tarihselci bir ruh hali ile ihyası olacak. Kan davasına dönüşmüş bir “rövanşın rövanşı”, ancak trajedi üretir.

Siyasetin fiziksel mekanı olarak geniş kentsel alanlara ihtiyaç, hâlâ var. Bu alanların şehrin ve hayatın içinde olması önemli. Taksim’de bu geleneğinin sürmesi önemli, ve bu, kesinlikle arkaik değil. Bu alan herkese lazım. Yeni demokratik bir siyasetin çizeceği çerçeve, bu konuda da çok daha yaratıcı, ve özellikle siyasetin üretim pratiği ile fiziksel kamusal alan arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayacak, siyasetin alanını genişletecek öneriler geliştirebilir.

Şu aşamada –ilk badire atlatılırsa tabi– biçim ve biçeme takılmadan en temel sorular ve önermeleri tartışarak alıştırma yapmak belki de daha akıllıca: “Taksim bu binalarla da güzel”. “Otobüsler kaldırılsa yetecek”. “AKM 24 saat yaşatılsa, olacak”. “Biraz yollar düzenlense, metro çıkışı o adadan kurtarılsa, insanlar ferahlayacak”. “Gezi parkı otopark istilasından kurtarılıp biraz bakım görse, mükemmel bir mekan kazanacağız”, “Meydan düzenlemesi düşük maliyetli, ama estetik, ve kullanışlı olabilir” vs...