2019 Yerel Seçimleri'nde AKP: Notlar ve değerlendirmeler

AKP, kuruluşundan bu yana girdiği bütün seçim/referandum yarışlarını, 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri hariç kazandı. Bu bir istisna hariç “hep kazanma” durumu, AKP’nin ekonomik istikrarı ve gelişmeyi sağlama, hak-hukuk mefhumuna sahip çoğulcu ve demokratik toplum kurma gibi kriterlerde başarılı bir hükümet performansına dayanan müthiş bir popülariteye sahip olmasından kaynaklanmadı. AKP özellikle 2011’den sonra liderinin “şahsi projem” dediği başkanlık sistemine geçme gündemini hazmetmekle meşgul oldu/edildi. Başkanlık sistemine geçiş için bir halk oylamasına dönüştürülmüş olan 7 Haziran seçimlerinin sonucunun seçmene iade edilip, güvenlik endişelerinin yükseltildiği yeni şartlarda yapılan 1 Kasım seçimlerinde seçmenin kararını düzeltmesi sağlandıktan sonra, AKP içindeki “başkanlık sistemi hazımsızlığının” son temsilcisi olan Ahmet Davutoğlu başbakanlıktan gönderildi. Bundan sonra, araştırılması/soruşturulması geçiştirildiği için tam olarak açıklığa kavuşturulamayan 15 Temmuz darbe girişimi üzerine Erdoğan’ın iktidarı şahsında merkezileştirme projesine hizmet eden ve işgal, direniş, istiklal, beka gibi temaları olan güvenlikleştirici bir siyasal anlatı kuruldu. Bu siyasal anlatıyla beraber, (1) darbe girişimini takiben ilan edilen Olağanüstü Hal’de yürütmenin parlamentoyu es geçerek otorite kullanabilme imkânına kavuşması ve (2) Anayasa Mahkemesi’nin OHAL boyunca kendisini askıya aldığını ilan etmesi (ki bu bir anayasasızlık ortamı demektir) fiili başkanlık rejimine geçişi hızlandırdı. Nihayetinde, Erdoğan’ın kendisi için tasarladığı, demokrasinin güçler ayrılığı gibi olmazsa olmazları bakımından gayri-demokratik, “seçimli mutlakıyet” veya “seçimli padişahlık” diyebileceğimiz bir başkanlık sistemi “Türk usulüdür,” “aslımıza uygundur” denilerek topluma kabul ettirildi. Kabul ettirildi, çünkü söz konusu sistem değişikliğini öngören Anayasa değişiklik paketi ne yapımı, ne de onayı bakımından demokratik şartları sağladı. Anayasa değişiklik paketi, başkanlık projesini destekleyeceğini açıklayan MHP ile kapalı kapılar ardında hazırlanarak Meclis’e “indirildi” ve Meclis’ten “geçirildi.” Meclis’ten geçirilen Anayasa değişikliği paketi, Olağanüstü Hal’in verdiği ekstra imkânlarla kamusal tartışma ve muhalefetin bastırıldığı bir süreçte referanduma sunuldu ve bazı ciddi usulsüzlüklerden mustarip bir sayım sonucunda “kabul edildi.” Bundan yaklaşık bir yıl sonra yapılan ve “adil ve serbest” niteliği aşındırılmış eşzamanlı Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinde, Erdoğan yine MHP’nin desteği ile nihayet kendisi için tasarladığı başkanlık sisteminin başkanı oldu. Bütün bu süreçte, AKP kesinkes Erdoğan’ın kişisel aracına dönüşürken, AKP/Erdoğan hükümetleri çözülmesi gereken/beklenen herhangi bir konuda bütünlüklü ve tutarlı bir politika izlemekten kaçındı. Ekonomide, günü ve günün seçimini/referandumunu kurtaracak kısa vadeli politikalarla bugün içinde bulunduğumuz krizin altyapısı hazırlandı. On yıl, beş yıl, üç yıl ve hatta bir yıl önce daha demokratik bir toplumda yaşadığımızı düşünenlerin sayısının her geçen gün artması ise AKP’nin demokrasi performansı hakkında bir fikir veriyor olsa gerek. AKP esasen temel demokrasi, hukuk, ahlak, mantık, muhakeme, nesnellik normlarını hoyratça harcayarak iktidar konumunu korudu. 

AKP, başarısızlığı giderek barizleşen yönetim performansının seçim sonuçları açısından yarattığı riskleri, (1) siyasi gündemi, (2) oyunun kurallarını ve (3) oyunun şartlarını demokrasi aleyhine değiştirerek ve (4) MHP ile işbirliği yaparak bertaraf etti. Birincisinden başlarsak, en azından 2013 Gezi protestolarından başlayarak yaşanan çeşitli olaylar kasıtlı olarak çarpıtılarak veya kapsamlı bir soruşturma ile açıklığa kavuşturulmayıp çarpıtılmaya müsait kılınarak, bir belirsizlik ve korku ortamı yaratıldı ve buna dayanarak siyaset güvenlikleştirildi. Batılı emperyalistlere ve onların içerideki uzantılarına karşı bir “istiklal ve istikbal” (mücadelesi veriyoruz) diyerek, yani kendi vatandaşlarının bir kısmını iç düşmanlaştırarak başlayan bu güvenlikleştirme süreci, bugün istikbal dahi vaat edemeyen bir savunmacı pozisyona gerilendiğini gösteren “beka” (mücadelesi veriyoruz) mazeretiyle devam ettirilmekte. Bu arada, ekonomiden ana muhalefet liderine hemen her konu, kurum, kuruluş ve kişi birer milli güvenlik meselesi haline getirildi. AKP siyasetini benimsemeyen muhalifler ve/veya eleştirmenler zaten işbirlikçi uzantılar olarak gayri-meşrulaştırılmış ve tepe tepe suiistimal edilen devlet otoritesinin çeşitli zorlayıcı tedbirlerine maruz bırakılmış durumda. Bilerek veya bilmeyerek AKP siyasetine zarar veren, onu zora sokan veya mahcup eden (hakkını arayan vatandaş, seracı, çiftçi, esnaf, AVM yönetimi) herkes potansiyel olarak aynı muameleye tâbi. 

AKP, elindeki geniş iletişim imkânlarını da seferber ederek, muhaliflerini müsebbip ilan ettiği bir korku/kriz/kaos ortamı kurmuş ve böylece bir yandan demokratik siyaset alanını hızla ve etkin bir şekilde daraltırken, diğer yandan kendisini kendisinin yönetim performansından bağımsız olarak destekleyecek sadık bir kitle yaratmıştır. Örgütlü veya örgütsüz her türlü muhalefet, topluma korku/endişe pompalayan bir kriz/kaos/komplo söylemi içinde her türlü olumsuzluktan sorumlu bir öcü olarak işaretlenmiş ve “gereği yapılarak” böyle bir işaretlemenin boş laftan ibaret olmadığı gösterilmiştir. Böylece, hem muhalefet cesaret isteyen, bedel ödenecek bir tercih haline getirilmiş, hem de dikkatler AKP’nin kendi sorumluluklarından, olgusal gerçeklikten ve gerçek meselelerden uzaklaştırılmıştır. En basit ve bariz beceriksizliklerin, yanlışların, başarısızlıkların bile çeşitli komplo teorileri ve efsanelerle karşılanarak tartışılmasının engellendiği bu süreçte, sadece temel mantık ve muhakeme ilkeleri değil, temel ahlak ve hakkaniyet değerleri de fütursuzca çiğnenmiş, tartışma seviyesi hızla düşürülmüştür. 

AKP kendi oyununu, kendi şartlarında oynamak amacıyla oyunun kurallarını yeniden yazmış ya da değiştirmiştir. Bu doğrultuda attığı en büyük adım, her zaman kendisinin kazanacağını düşündüğü ve kazandığında hepsini kazanacağı Türk usulü başkanlık sistemini getirmek olmuştur. Fakat bu sırada, seçim yasasında yaptığı değişikliklerle sandıkları birleştirilebilir ve taşınabilir ve siyasi partileri formel ittifaklar kurabilir kılmış; İçişleri, Ulaştırma ve Adalet bakanlarının seçimlerden önce seçim sürecinin tarafsız yönetilmesini sağlamak amacıyla istifa etmesi zorunluluğunu kaldırmış; sandık kurulu başkanlarının devlet memuru olmasını sağlayarak ve sandık başına polis çağırmayı kolaylaştırarak, seçimlerin esasen siyasi partilerin yargı denetiminde yürüttüğü sivil bir organizasyon olma niteliğini zayıflatmış; Yüksek Seçim Kurulu’nu açık yasa hükmü gereği geçersiz olan oyları dahi “icabında” geçerli kılabilecek bir çeşit bağlı kuruluş haline getirmiş; idarenin etkisinin daha yoğun olduğu olağanüstü hal şartlarında seçim/referandum yapmış ve belki de olağan demokratik şartlarda seçim kazanamayacağını düşündüğü için olağanüstü hali sadece şeklen kaldırmıştır. Bütün bunlardan önce, 2014 Yerel Seçimleri’ne giderken çıkardığı büyükşehir yasasıyla belediye başkanlığı seçimlerinde muhaliflerinin çoğunlukta olduğu kent merkezlerinin göreceli ağırlığını azaltmış ve bazı durumlarda belediye sınırlarını kendi lehine olacağını düşündüğü şekilde yeniden çizmiştir. 

Medyaya erişim imkânlarındaki aşırı dengesizlik, muhalefet –ki buna parti/camia içi muhalefet de dâhildir– aleyhine oyunun şartlarını zorlamanın en bilinen/görünen göstergesi olmuştur. Fakat ifade, basın, örgütlenme özgürlüklerindeki müthiş gerileme sadece formel parti muhalefetini değil, onun dışında kalan olası sivil toplum muhalefetini de imkânsız kılmıştır. Zira elimizde sivil toplum kuruluşu olarak kalanların çoğu AKP’nin yan kuruluşu niteliğindedir. Yazılı ve görsel medya ise tümüyle AKP’nin propaganda aracına dönüşmüş durumdadır. AKP’nin yargı dâhil kontrol ve seferber edemediği ve etmediği herhangi bir alan bırakmamış olması, onun “yerli ve milli” söylemiyle öne sürdüğü “yönetmek/iktidar olmak doğal hakkımdır” iddiasının doğal sonucudur – ve tabii ki rekabeti anlamsız kılmak için gereğini yaptığının ve yapacağının göstergesidir. AKP’nin, kontrol/seferber ettiği devlet imkânlarıyla MHP içindeki mücadeleye müdahil olması bir siyaset mühendisliği pratiği olarak değerlendirilebilir. HDP’nin kriminalize edilerek ağır bir baskı altında kırılmaya çalışılması; CHP’nin bazen bir milli güvenlik tehdidi olarak kategorize edilerek, bazen liderinin önüne bir boş kovan konularak ablukaya alınması ve arada şöyle bir çakmanın her zaman oy getireceği düşünülerek, bir kum torbası kıvamında tutulması; İYİ Parti’nin seçime sokulmaması mümkün olmadığında, kiraladığı salonları kullanmasına izin verilmemesi, yarış şartlarının adil ve serbest olmadığının göstergeleri olsa gerek. Bütün bunlara rağmen, AKP artık tek başına kazanamayacağını çok iyi biliyor ve bu nedenle MHP ile yaptığı ittifakı koruyor, derinleştiriyor. 

MHP ile işbirliği, bazı AKP çevrelerinin iddia ettiği gibi 15 Temmuz darbe girişiminden sonra değil, 7 Haziran 2015 Seçimleri’nden sonra fiilen başlamıştır. Bunda, AKP’nin içinden bazı itirazlara rağmen MHP çizgisine gelmesi/getirilmesi etkili olmuştur. Uzun yıllardır Kürt sorunu dışında herhangi bir konuda belirgin bir politik duruşu olmayan, dolayısıyla bir çeşit tek-mesele partisi haline gelmiş olan MHP’nin çizgisi ise tekti. Çözüm sürecinde demokratik meşruiyetini artırmış olan HDP’nin hem %10 barajını kolayca aşarak AKP’yi koalisyona mecbur etmesi, hem başkanlık sistemine geçiş projesini desteklemeyeceğini açıklamış olması, hem de yetenekli ve yaratıcı bir siyasetçi olduğu açık olan eşbaşkanı Demirtaş’ın katkısıyla sayısal ağırlığından büyük bir etkide bulunma ve muhalefeti ivmelendirme potansiyeli sergilemesi, AKP’nin MHP çizgisine gelmesini/getirilmesini kolaylaştırmıştır. 7 Haziran sonrasında AKP içinde CHP ile koalisyon yapalım, hem çözüm süreci devam eder, hem de aşırı kutuplaşmadan gerilmiş toplum biraz olsun rahatlar diyenler etkili olamamıştır. AKP-MHP koalisyonu ise sadece Bahçeli hiçbir koalisyon hükümetine katılmayacağını en baştan ifade ettiği için değil, aynı zamanda AKP’nin kontrolü üzerinden yürüyecek fiili başkanlık pratikleri sadece AKP tek başına hükümet olduğunda mümkün olduğu için, koalisyon hükümeti ister istemez parlamenter sistem lehine olacağı için düşünülmemiştir. 7 Haziran’dan sonra oluşturulan olağanüstü şartlarda AKP’nin tek başına iktidar olmasıyla fiili başkanlık mümkün olmuştur. Fakat toplumda pek karşılığı olmasa da nihai hedef olan başkanlık sistemi ve bu sistemde başkanlık için MHP desteğinin şart olduğu da anlaşılmıştır. Nitekim başkanlık sistemine MHP desteği ile geçilmiş ve ardından siyasi partilerin kendi kalarak seçim ittifakı yapmasını mümkün kılan yasa değişiklikleriyle AKP-MHP işbirliği 24 Haziran Cumhurbaşkanı/Milletvekili Seçimleri’ne giderken Cumhur İttifakı adıyla resmiyet kazanmıştır. 

Dolayısıyla, AKP giderek daha az “demokratik” seçimleri, giderek daha çok müttefik (MHP’nin kritik) desteğine dayanarak, giderek daha başarısız bir yönetim performansı sergileyerek ve giderek daha az bir gelecek vizyonu ve buna uygun bir siyasa platformu sunarak kazanmıştır. 2019 Yerel Seçimleri için seçtiği “nereden nereye” şarkısı da esasen AKP’nin kendisiyle bir yere geldiğimizin, başka bir yere de gidemeyeceğimizin, fakat yine de kendisine şükredip oy vermemiz beklendiğinin itirafı niteliğindedir. Fakat bu hususun belki de hiçbir önemi yok. Zira AKP önceki seçimlerde de esasen kendini eleştirilemez/steril kıldığı bir tartışma ortamında iyi niyetine ve becerisine güvenilmesini istemiş ve kazanmıştı. Geldiğimiz yer ise işte böyle, başarılı bir hükümet performansı üretmeden, bir gelecek vizyonu sunmadan, demokrasiden epeyce tasarruf ederek, seçim başarısı kazanılabilen; kurumları, kuralları, normları, değerleri olmayan demokrasimsi bir yer ya da her daim AKP’nin iktidar olmasını öngören “milli demokrasi” ve tabii ki AKP’nin reddettiği evrensel demokrasi normlarına göre demokrasiyle âlâkâsı olmayan otoriter bir rejim. 

2019 YEREL SEÇİMLERİNİN ÖNEMİ/ANLAMI

Dolayısıyla, 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri’nin Türkiye’nin otoriter bir rejim altında yaptığı ilk yerel seçimler olduğunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, 31 Mart Yerel Seçimleri söz konusu otoriter rejimin konsolide olup olmadığını göreceğimiz seçimlerdir. Burada yeni rejimin konsolidasyonu açısından kritik iki esas göstergeden birincisi, muhalefetin kazanacağı belediyelerden ziyade, muhalif seçmenin havlu atıp atmadığını gösterecek olan seçimlere katılım oranıdır. Yüksek bir katılım oranı muhalefetin desteklemediği mevcut sistemden, yönetimden ve daha da önemlisi bunları meşru yollarla değiştirmenin tek yolu olan seçimlerden hâlâ tamamen el çekmediğini göstermesi bakımından olumlu bir gösterge olarak kaydedilecektir. İkincisi, AKP’nin MHP’nin de desteğiyle seçimleri kazanmak için şartları daha ne kadar zorlayabileceğini, demokrasi normlarını daha ne kadar çiğneyebileceğini, dolayısıyla seçimleri daha ne kadar anlamsızlaştırabileceğini görecek olmamız da otoriter rejimi pekiştirme iradesinin sağlamlığı konusunda bir fikir verecektir. Her ahvalde, AKP’den belediyeler kazanması muhalefete olumlu bir yönetim performansı gösterme ve böylece gelecek seçimler için kredibilitesini artırma imkânı vermesi bakımından önemlidir. Özellikle İstanbul ve Ankara gibi hem sembolik açıdan, hem de nüfus/seçmen yoğunluğu bakımından önemli iki yarışta, büyükşehir belediyelerinin el değiştirmesi, büyük avantajlara sahip olmasına rağmen faullü oynamakta da bir beis görmeyen AKP’nin yenilmez olmadığını, 7 Haziran’dan sonra bir kez daha, üstelik çok daha kötü şartlarda, göstermesi bakımından demokrasi umudunu yeşerten önemli bir gelişme olacaktır. Böyle bir el değiştirme tabii ki AKP’yi sonuna kadar kullandığı önemli patronaj kaynaklarından da uzaklaştıracaktır. Özellikle AKP döneminde, belediyelerin kent arazilerini rant kaynağına çeviren, müteahhitlere ihale paylaştıran, yerel parti yöneticilerini maaşa bağlayan, yerel işe alma taleplerini karşılayan birer patronaj dağıtım şubeleri olarak işlediği dikkate alındığında, muhalefetin AKP’den kazanacağı belediyelerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Erdoğan’ın AKP üzerindeki disiplininin biraz da onun daima seçim başarısı getirmesine dayandığı hatırlandığında, özellikle iki büyükşehrin kaybı onun parti içindeki karizmasının sorgulandığı bir süreci başlatabilecek, parti seçkinlerinin yönetimi, değişimi, yeni parti seçkinlerinin devşirilmesi konularında sıkıntılar oluşması anlamına gelebilecektir. Son olarak, AKP’li belediyelerin el değiştirmesi, bu belediyelerdeki yüksek olasılıklı bazı skandal yolsuzluk pratiklerini bilinebilir, dolayısıyla AKP belediyeciliğini kamuoyunda bir miktar olsun hesaba çekilebilir kılacaktır.

Öte yandan, AKP’nin son yıllarda zirve üstüne zirve yapan merkeziyetçiliği ve demokratik adaba uymayan tutum ve davranışları, kaybedeceği belediyelerden el çekmeme, buraların muhalefet için birer performans alanına dönüşmesine izin vermeme yönünde irade gösterebileceğine de işaret etmektedir. Birkaç yıl evvel yapılan bir yasa değişikliğiyle imar-planlama konularında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın da yetkilendirildiğini ve yerel seçim takvimi başlarken, 2018 sonunda, yapılan yasa değişiklikleriyle Cumhurbaşkanı’nın özellikle metro gibi büyük/pahalı belediye yatırımları üzerinde söz sahibi olduğu hatırlanmalıdır. Öte yandan, bazı muhalefet adaylarının “kazanırsanız Erdoğan belediyeyi size teslim eder mi?” türünden sorulara maruz kalabilmesi, hem demokrasi normlarındaki yıpranmanın hem de bu yıpranmışlığın giderek artan oranlarda kanıksandığının göstergesidir. Elbette, bu kanıksamanın arka planında yakın zamanda seçilmiş belediye başkanlarının zorla istifa ettirilmesi veya görevden alınıp, yerlerine kayyım atanması ve önümüzdeki seçimlerde halk olur da “yanlış adayı” seçerse yine aynı yollara başvurulabileceği uyarısının “güçlü” AKP liderliği tarafından 2019 yerel seçim kampanyasında tekrar tekrar ifade edilmesi yatmaktadır. Kaybettiği seçimi seçmene iade etmiş, kendi tasarımını gerçekleştirmesini riske sokmuş siyaset(çi)leri kendi deyimiyle ezip geçmiş bir anlayışın kaybettiği belediyeleri başıboş bırakacağını düşünmek, demokrasi normlarıyla hareket edenlerin naifliğinden ibaret olabilir. Kaldı ki, AKP-MHP işbirliği, rakiplerini demokratik adaba aykırı bir biçimde birer beka tehdidi olarak tanımlayarak, onların kazanacağı seçimlerin meşruiyetini peşinen reddetmektedir. Bütün bunlar, yapacak bir şey olmadığının, seçimlerin anlamsız olduğunun değil, AKP’den belediye kazanacak başkanlar için seçimden sonra yeni bir mücadele sürecinin başlayacağının, dolayısıyla hazırlıklı ve donanımlı olmak gerektiğinin işaretleridir. 

Yukarıda ifade edilen hususlar, 2019 Yerel Seçimleri’nin sadece yerel seçim olarak kalması durumunda arz ettiği önemler, anlamlar, riskler ve meydan okumalar olarak değerlendirilebilir. Fakat artık bir “seçimli mutlakıyet” rejimi ol(ma)maya çalışan Türkiye’de yerel seçimlerin yerel seçimden ibaret kalması neredeyse imkânsızdır. 2019 Yerel Seçimleri üç nedenle sadece yerel seçim değildir. Birincisi, Erdoğan’ın müttefiki Bahçeli 2019 Yerel Seçimleri’ni Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin (yeniden) onaylanacağı seçimler olarak değerlendirmiş ve onay kriterini yaklaşık dokuz ay önce yapılan Cumhurbaşkanı/milletvekili seçimlerinde Cumhur İttifakı olarak kazandıkları oy oranı (%52-53) olarak koymuştur. 

İkincisi, Erdoğan’ın genel merkeziyetçi eğilimlerinin nihai sonucu AKP’nin tek siyasi/siyasetçi figürü olarak kendisinin kalması olmuştur. Kendisinin kendisi için tasarladığı sistemde, yardımcısının dahi seçilmiş bir kişi olmasına, dolayısıyla bir demokratik meşruiyet iddiasında bulunma kapasitesine sahip olmasına izin vermeyen, milletvekillerinin/parlamentonun kendisinden ayrı bir meşruiyet iddiasında bulunmaması için Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinin eşzamanlı olmasını sağlayan Erdoğan, özellikle yeni sistemin yeni yetkileriyle donandıktan sonra bakanları dâhil tüm AKP “siyasetçilerini” birer idareci, yönetici personel profiline indirmiştir. Benzeri bir merkezileşme ve personelleşme sürecinin yerel yönetim düzeyinde uzunca bir süredir yürürlükte olduğu söylenebilir. Fakat belediye başkan(lık)larının siyasi karakterinin kesinkes lağvedilmesi, aralarında İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlarının da olduğu bazı belediye başkanlarının “makama gelirken iyi, boşalt denilince neden yadırgıyorsun?” denilerek, sanki makama seçilerek gelmiş olmalarının hiçbir anlamı yokmuş gibi yapılarak istifaya zorlanmasıyla olmuştur. Başkanlık sistemini getiren anayasa revizyonunun derhal yürürlüğe giren bir maddesi sayesinde partisine dönen ve döner dönmez yaptığı ilk işlerden biri olan bu istifa ettirme işinden kısa bir süre sonra Erdoğan belediye başkanlarının parti hiyerarşisindeki yerini şöyle tarif etmiştir: “Patron il başkanıdır, belediye başkanları il başkanına tâbi olacak. Belediye başkanlarının il başkanlarını ezmesine müsaade edemeyiz, her şeyi il başkanı ile istişare ederek yapacak.” Bu demecin basında pek yer almadığı, fakat İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın adam yerine konmamayı affetmeyeceğini söyleyerek istifa ettiği ve istifasından bir süre önce başkan olarak veto ettiği bir imar planı tadilatının belediye meclis tarafından tekrar kabul edildiği bu noktada hatırlanmalıdır. Geçtiğimiz Kasım ayında parti teşkilatına yaptığı bir konuşmada ise Erdoğan belediye başkanlarının –ve aslında bütün çalışma arkadaşlarının– personel statüsünde olduğunu bir kez daha şöyle ifade etmiştir: “Üç dönemden fazla olmayacak, ancak başarılı gördüğümüz arkadaşları bizler daha farklı yerlerde istihdam edebiliriz.” Erdoğan’ın tek seçilmiş kişi olduğu, kalan herkesin tek seçilmiş kişi olarak kendisine hesap verdiği ve kendisinin de kendi şartlarında halka hesap verdiği demokrasi tasavvurunu dikkate aldığımızda buradaki “istihdam” ifadesinin bir sürç-ü lisan olmadığını düşünebiliriz. 2019 Yerel Seçimleri açısından sonuç, bütün belediyelerde AKP’nin adayının esasen bizzat Erdoğan’ın kendisi olduğudur. Önem atfedilen İstanbul, İzmir, Ankara gibi yerlerde tercih edilen isimler ise birer siyasi karakter olarak aday gösterilmemiştir. Bilakis, bu isimler özgeçmişi parlak, tecrübeli ve (rahatlığı itaatte bulan, bir memnuniyetsizlik tebessümü ile istifaya hazır olan) sadık personel kategorisinden “istihdam” edilmiştir. Erdoğan’ın bütün belediye başkanları adına/yerine kampanya yapması, onların sadece adaylıklarını değil, seçimlerdeki olası galibiyetlerini de kendisine borçlu olduğu iddiasını mümkün kılmaktadır. Bu aynı zamanda, 2019 Yerel Seçimleri’nde bütün belediyelerde başkan adayı olan Erdoğan’ın popülaritesinin ölçüleceği anlamına gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, bizzat Erdoğan 2019 Yerel Seçimleri’ni kendisinin başkanlığına onay düzeyini gösterecek bir referandum haline de getirmiştir. 

Bununla bağlantılı olarak, üçüncüsü, AKP uzunca bir süredir bir meşruiyet üretemeyen, üretemediği meşruiyetini sık sık yaptığı ve kazandığı seçimlerle telafi etmeye çalışan ve – gelecekte de bir meşruiyet üretemeyeceği için– çalışacak olan bir partidir. AKP’nin seçimlerden başka bir meşruiyet kaynağı yoktur, ama yaptığı seçimlerin de demokratik meşruiyeti giderek artan oranlarda tartışmalıdır. 2019 Yerel Seçimleri, AKP’nin her şeye rağmen kazanıp, kazanmadığını, “demokratik” meşruiyet üretmeye devam edip, etmediğini gösterecektir. Bütün bunlara eklenebilecek bir son husus, yerel seçimlerle âlâkâsını kurmanın zor olduğu bir beka söylemine dayanan kampanya stratejisinin de seçimleri ister istemez referandum havasına sokmuş olduğudur. 

NEDEN İTTİFAK İÇİNDE?

İktidar alanlarını korumak ve genişletmek dışında bir amacı olmadığı için, bu amacını gerçekleştirmek uğruna adil ve serbest seçim mekanizması dâhil bütün demokratik kurum ve süreçleri bilinçli bir şekilde yıprattığı için ve başarılı bir yönetim performansı sergilemediği için zamanın aleyhine geçtiğinin farkında olan AKP, aslında yerel seçimleri de erkene aldığı Haziran 2018 Cumhurbaşkanı-Milletvekili seçimleriyle beraber yapmak istemişti. Yerel seçimlerin erkene alınmasının ancak bir anayasa değişikliğiyle mümkün olması ve (AKP’nin serbest kalıp, kendisinden bağımsızlaşmasını istemeyen) MHP’nin böyle bir değişikliğe sıcak bakmaması üzerine, seçim tarihi öngörüldüğü gibi Mart 2019 olarak kesinleşmişti. 2019 Mart’ına yaklaşırken, MHP lideri Bahçeli AKP ile yaptıkları ittifakın yerel seçimlerde de, özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde devam etmesi gerektiğini ifade etti. Ortada genel seçimlerde olduğu gibi herkesin kendi adına yarışıp sonra diğerlerine karşı bir arada yarışmış gibi hesaplama yapmasını mümkün kılan bir ittifak yasası olmadığı için bu teklif AKP’nin MHP lehine bazı yarışlardan çekilmesini gerektiriyordu. Bütün seçim çevrelerinde iktidar değilse bile iddialı olmakla övünen AKP yönetiminin ve teşkilatının böyle bir teklifi kabul etmesi kolay değildi. Nitekim AKP lideri Erdoğan ilk önce MHP’nin önerisine olumlu bir tepki ver(e)medi ve karşılıklı herkes kendi yoluna denilerek, deyim yerindeyse yüzükler –Ekim 2018’de– atıldı. Fakat kısa süre sonra taraflar, Ankara ve İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerde işbirliği içinde yarışacaklarını açıkladılar ve adaylık başvuruları için son tarih yaklaştıkça işbirliği yapacakları yarışların sayısını artırdılar. 

Yerel seçimlerde Belediyelerin oy çokluğu ile kazanılabileceği, geçmişte Erdoğan’ın İstanbul’u %25 oy ile kazandığı ve AKP’nin hâlâ en fazla oy oranına ulaşacak en büyük parti olduğu hatırlandığında, MHP ile işbirliğinin esas nedeninin bazı kritik belediyeleri kaybetme riski olmadığı anlaşılabilir. MHP ile işbirliğinin nedeni MHP’nin bu işbirliğini istemiş ve Erdoğan’ın da bu isteği reddedemeyecek olmasıdır. Zira MHP artık bir müttefik olarak oy oranından bağımsız, kritik bir “özgül ağırlığa” sahiptir ve bu özgül ağırlığına dayanarak, üstelik hiçbir siyasi sorumluluk almadan AKP/Türkiye siyasetinin ana parametrelerini belirlemektedir. MHP lideri Bahçeli’nin yerel seçimlerin doğrudan yeni başkanlık sisteminin ve onun ilk başkanı Erdoğan’ın meşruiyetiyle âlâkâlı olduğunu söylemesi; seçim sonuçlarına göre böyle bir meşruiyet tartışmasına kendisinin de en azından ses çıkarmayarak, pasif bir şekilde katılabileceğini ima etmesi; AKP’nin daha dokuz ay önce “kurtuluş ve diriliş,” “beka” diyerek ortaklık yaptığı MHP’yi tek bildiği kampanya stratejisi olan öbür, düşman kutba yerleştirmesinin zorluğu ve herkes kendi yoluna diyerek düşmanlaştırmadan serbest bırakmasının dezavantajları Erdoğan’ı ittifaka ikna eden esas faktörler olarak değerlendirilebilir. Bunlara, AKP’nin geleneksel olarak yerel seçimlerde genel seçimlerden daha düşük oranlarda oy aldığı ve bunun Bahçeli’nin ima ettiği meşruiyet tartışmasını kolaylaştırabileceği de eklenmelidir. Bundan sonra Erdoğan’ın yapması gereken ilk iş partisini MHP ile işbirliği doğrultusunda irşad etmek oldu ki bu parti üzerinde tam hâkim olan Erdoğan için pek zor değildi. Parti teşkilatlarına hitap ettiği bir dizi konuşmada verdiği (AKP’nin bir ben partisi değil, biz partisi olduğu, Genel Merkez’in aldığı kararlara “hepimizin” uyacağı, ittifaka kimsenin gölge düşürmeye kalkışmaması gerektiği gibi) bilindik mesajlarla partisini işbirliği disiplinine aldı. 

AKP-MHP işbirliği muhalefeti de işbirliğine sevk etti. CHP ve İYİ Parti koordineli çalışarak, belli yarışlarda birbirleri lehine aday göstermeyeceklerini açıkladılar. HDP sadece kazanma ihtimalinin yüksek olduğu bölgesinde aday göstereceğini, kalan yerlerde seçmeninden muhalefet partilerinin adayına destek vermesini isteyeceğini ilan etti. AKP-MHP iktidar blokunu zayıflatabilecek Saadet Partisi bütün seçim bölgelerinde kendi adayını çıkaracağını ifade etti. CHP’den aday olamayan bazı bilinen siyasetçilerin adresi haline gelen DSP muhalefet blokundan oy alabilecek bir parti idi. Ancak gerek SP, gerekse DSP oldukça küçük partilerdi. Böylece, iki efektif adaylı yarışlar ortaya çıktı ve bu yarışlarda seçim oranı %50+1’e yaklaştı.  

KAMPANYA TEDBİRLERİ VE STRATEJİSİ

Seçim sath-ı mailine girerken, AKP kendisine avantaj yaratacağını düşündüğü birkaç dikkat çekici adım attı. Birincisi, muhtemelen dere geçilirken at değiştirilmez diye düşünerek bağlı kuruluş haline getirdiği Yüksek Seçim Kurulu’nun görev süresini bir yıl uzattı. İkincisi, büyük ihtimalle MHP’nin gündeme getirdiği af tartışmasındaki olumsuz tutumunun seçimlerde aleyhine olacağını düşünerek, tutuklu ve hükümlülerin oy verme imkânını daralttı. Üçüncüsü, kitle iletişim araçlarına erişimdeki büyük dezavantajları nedeniyle görünürlük kazanmak için en çok muhalefet partilerinin ihtiyaç duyacağı ve hiçbir kaynağa erişim sıkıntısı olmadığı için kendisinin en az ihtiyaç duyacağı, afiş, pankart, poster asma faaliyetlerini “çevre kirliliği” yaratmamak gerekçesiyle yeniden düzenleyerek, sınırlandırdı. Buna rağmen, AKP kampanya sürecinde seçime tek parti giriyor hissi yaratacak kadar yoğun bir şekilde kamu binalarını, özel binaları ve elektrik direklerini kendi propaganda malzemesiyle donattı. Dördüncüsü, seçmen listelerinin açıklanmasından sonra ortaya çıktı ki özellikle HDP’nin güçlü olduğu bazı seçim çevrelerine seçmen kaydırılmış/yığılmış. YSK mükerrer seçmen olmadığı, yığma seçmen olabileceği fakat kendilerinin o hususta yapabilecekleri bir şey olmadığı anlamına gelen bir açıklama yaptı. Bu da bize, seçmen kayıtlarına esas olan adrese dayalı nüfus kayıtlarını tutan İçişleri Bakanlığı’nın veya ondan bağımsız olarak tutulacak seçmen kayıtlarının önemini bir kez daha hatırlattı.  

Kampanya stratejisine gelince; AKP’nin “gönül belediyeciliği,” “tevazu, samimiyet ve gayretle” diyerek başladığı kampanya kısa sürede yerini muhaliflerin düşmanlaştırıldığı bir beka söylemine bıraktı. Zira bu kısa sürede terk edilen sloganlar esasen parti içine yönelikti ve en tepedeki tepedenciliğin, hoyratlığın aşağıya doğru yayılmış olmasının seçim sürecinde yaratacağı hasarı hafifletmek amacıyla teşkilatlara yapılmış bir uyarı niteliğindeydi. Kendilerinden önceki hiçbir iktidar memlekete hiçbir hizmette bulunmamış gibi konuşan; kendisine oy vermeyen muhalifleri “marifet iltifata tâbidir” terbiyesinden yoksun olduğu için hizmetleri takdir edemeyen, gereksiz çatışma yaratan, ideolojik, dertsiz ve belki de nankör kesimler olarak değerlendiren AKP liderliğinin takındığı tutum milletin mütevazı hizmetçisinden çok millete hizmet lütfeden bir baba tutumuydu. Kendi seçtiği hizmetleri millet(in)e sunan; sunmayı seçtiği hizmetlerin yanlış hizmetler olduğunu gösteren (Boğaz’a üçüncü köprü gibi) bazı durumlarda, devlet otoritesini seferber ederek milleti bu hizmetlerden zorla yararlandıran ve bazen milletinden saymadıklarının da sunduğu hizmetlerden yararlanmasına izin verdiğini ima eden bir anlayıştan çıkarılacak sonuç tevazu değil paternalizmdi. Bu paternalist tavrın tabana yayılmaması ve seçim sath-ı mailinde aleyhte olmaması imkânsızdı. Kaldı ki, yukarıda belirttiğim “herkesin kendisine, kendisinin halka hesap verdiği” demokrasi tasavvuru, tüm AKP “personelini” artık onlar için bir hesap verme odağı olmayan halktan ister istemez uzaklaştırıyor ve bu arada bazı yolsuzluk pratiklerini de kolaylaştırıyordu. Tevazu bildiren sloganlar bu bağlamda bir çeşit ayağınız denk alın uyarısıydı ve muhtemelen ihtiyaç hissedildi ki seçimlere birkaç gün kala, örneğin Uşak mitinginde tekrar edildi: “Seçimlerden sonra kibriyle, saygısızlığıyla, yanlışıyla milletimizi üzen kim varsa biz de onu üzeceğiz.” 

AKP 2019 seçim kampanyasında da ezberini bozmayarak, bildiğini okudu. Bildiği, (1) “atılacak adımları biz atarız, yapılacak işleri biz yaparız, haksızlıkların karşısında biz dururuz” diyerek paternalist bir anlayışla alternatif hak/hizmet arayışlarına/anlayışlarına kapıları en baştan kapatmak ve kendisinin iyi niyetine ve becerisine güvenmemizi istemek; (2) muhaliflerini her türlü beceriksizliği, olumsuzluğu, kötü niyeti ve kötülüğü temsil eden bir nefret ve iğrenme, değilse hoşnutsuzluk objesi haline getiren, böylece muhalefetin demokratik meşruiyetini reddederek onu bir seçenek olmaktan çıkarmayı amaçlayan kutuplaştırıcı bir ikilik kurmak oldu. Bu yöntem, sorunlar üzerinde demokratik tartışma, müzakere ve uzlaşmayı ve bunu sağlamak için vatandaşların dokunulmaz hak ve özgürlüklerini tanıyarak, toplumu güçlendirmeyi reddetti. Böylece, siyaseti iktidardan başka bir değeri/normu olmayan safi güç mücadelesine ve siyasal tartışmayı taraftar münazarasına indirgedi, tarafları birbirlerinin görüşüne en baştan kapatarak bağnazlaştırdı, karşı tarafın kazanmamasına odaklanan, onunla tatmin olan ve AKP lideri Erdoğan’a (buradan aya dört şeritli bir yol yaptık dese dahi) inanacak olan kayda değer bir seçmen kitlesini kemikleştirmeyi başardı. Bu sırada, kendi başarısızlıklarını/yanlışlarını görünmez, görünse bile göz ardı edilebilir, göz ardı edilemezse tartışılmaz, tartışılsa bile tartışanların fitneciliği veya ihaneti kıldı. Fitneciliği daha çok içeriden, ihaneti daha çok dışarıdan konuşanlara layık gördü. Demokratik tartışmayı bastırarak kendisinin sadece başarılardan, güzelliklerden sorumlu ve her daim pir-ü pak kalmasını sağladı. 1980’lerde gelişen performansa dayalı “yapsın da, yesin” ahlakı yerini kimliğe dayanan “hırsız da olsa bizim hırsızımız,” “ahirette kimin yanında durduğum sorulacak” ahlakına bıraktı. 2019 seçim kampanyasında gördüğümüz gibi, bu ahlak “AKP’ye oy verirseniz, sizden ahirette hesap sorulmaz, cennete gidersiniz” mealinden konuşmalarla, dinin bir seferberlik aracı olarak kullanılmasına cevaz verdi. Aynı zamanda, Erdoğan’a biat etmek farzdır diyebilen rektörleri de mümkün kıldı. Böylece, ötekiyi engellemek, bastırmak veya ötekiye koz vermemek için gerektiğinde harcamayacağı hiçbir değeri, normu, ilkesi olmayan negatif bir siyasetle baş başa kaldık.   

AKP, seçmenini iyi niyetine ve becerisine güvenmeye ikna ederken liderinin “tüccar siyaset” dediği bir siyaset anlayışı sergiledi. Tüccar siyasetin esasen fayda odaklı bir siyaset olduğu, fayda getirecek sorunları fayda getirecek şekilde çözmeyi, sündürmeyi ve hatta yaratmayı, fayda getirecek fırsatları kollamayı veya yaratmayı ifade ettiği AKP’nin uzun yönetim sicilinden anlaşılmaktadır. Kürt sorunu, demokratikleşme, AB, Boğaz’a üçüncü köprü, İstanbul’un kuzey ormanları, MHP’nin ve Bahçeli’nin siyasi değeri gibi konularda birbirine taban tabana zıt tutumlar sergileyebilmiş olması, AKP’nin tek normu fayda olan tüccar siyasetinin sonucudur. 3. Köprü, 3. Havalimanı gibi işlevselliği tartışmalı ve masraflı projelerle nam salarak seçmeni cezbetmek, fakat örneğin ekonomide yapılması gerektiği bizzat kendi bakanı tarafından tekraren söylenen yapısal reformları yapmayarak, kendini kurum ve kurallarla bağlamamak, hareket serbestisini korumak tüccar siyasetin gereğidir. Tüccar siyaset alışverişi, alışveriş her kurum ve kişinin alışverişe müsait olmasını, değilse getirilmesini gerektirir. O nedenle, kurum, kural, yasa, özerk statü, ilkeli ve tutarlı kadrolar, tüccar siyasetin faydacılığına terstir. Sonuçta, iktidar olmak, iktidarda kalmak, iktidar alanlarını genişletmek bakımından oldukça başarılı bir siyaset var karşımızda, ama bu siyaset hangi temel sorunumuzu kalıcı bir şekilde çözdü sorusuna olumlu bir cevap vermek mümkün değil. 

Öyle görünüyor ki, 2019 Yerel Seçimleri’ne giderken AKP henüz başlangıcında olduğumuz bir ekonomik krizin de etkisiyle bazı tüccar siyaset imkânlarından yoksun. Bu durum, en azından bir kısım seçmenini iyi niyetine ve becerisine ikna etme kabiliyetini sarsmış durumda. Tüccar siyasetle tüketilmiş kredibilite, bir kısım AKP seçmeninin muhalefeti destekleyerek veya kutuplaşma nedeniyle muhalefete eli varmasa bile sandığa gitmeyerek protesto bildirme, dolayısıyla özellikle iki efektif adaylı yarışlarda AKP’nin seçimi kaybetmesi riskini doğurmakta. İşte böyle bir ortamda, AKP dikkatleri başarısızlıklarından uzaklaştırmak ve seçmeninin muhalefete oy verme veya sandığa gitmeme meyilini azaltmak amacıyla bildiğimiz beka söylemini kampanya stratejisinin ana ekseni haline getirdi. Fakat onun da yetmediği yerde kara propaganda, tehdit, şantaj ve zorla engelleme pratiklerine de başvurdu.

Adı her zaman öyle konmamış olsa da, beka söylemi aslında AKP’nin olgusal gerçeklikle yüzleşmeyi “faydalı” bulmadığı, olayları/gelişmeleri komplo teorileriyle açıklamayı tercih ettiği andan itibaren başvurduğu bir iktidar stratejisidir. Muhaliflerinin meşruiyetini ve demokrasi normlarını tanımamasını kolaylaştırmış ve tanımadığı gerçeğini kapatmasına hizmet etmiştir. AKP’nin, mevcut Türkiye toplumu ile yüzleşmekten kaçınarak, 200 yıllık parantezi kapatacak bir bağımsızlık mücadelesi verdiği iddiası, karşısında duran herkesi bağımsızlığımıza karşı çıkan, ülkemizi tökezletmek için el ovuşturanların değirmenine gönüllü olarak su taşıyan İslâmofobik, Avrupa-merkezci, oryantalist, elitist, vesayetçi vb. tehditler olarak yaftalamasına sebep olmuştur. Beka sorunu, AKP’nin çoğu zaman içi boş büyük laflar ederek, kendi siyasetini her şeyin kriteri haline getirme iddiasından kaynaklanan ve bu iddianın bekasından ibaret bir sorunudur. Bu açıdan beka sorunu, beka sorunu var diyenlerin bekasının sorunudur. Fakat beka sorunu aynı zamanda bir demokrasi sorunudur. Zira muhaliflerini demokratik meşruiyetten yoksun iç tehditler olarak kategorize eden ve yer yer siyaset basit bir güç mücadelesidir diyerek bunu haklılaştırmaya çalışan, dolayısıyla siyasetin demokrasiyle terbiye edilmesine karşı çıkan bir anlayış söz konusudur. Daha önce komployla, darbeyle başaramadıklarını şimdi seçimle yapmak istiyorlar diyerek, iktidarın doğal hakkı olduğunu ima etmek ve demokrasi ve demokrasi-dışı yöntemleri aynı düzlemde ele almak söz konusu demokrasi terbiyesinden yoksunluğun bir göstergesidir. 

Beka tehdidi söylemi, demokrasinin varlığından, temsilinden ve etkide bulunmasından rahatsız olunan kimlik ve çıkarlara da alan açan bir rejim olmasından rahatsız olan siyasal güçlerin fırsat buldukça başvurdukları bir iktidar söylemidir. 7 Haziran Seçimleri demokrasinin bu alan açıcı yönünden rahatsız olan siyasal güçlerin bir araya gelerek beka söylemini etkili bir şekilde kullanabilmesine imkân vermiştir. AKP-MHP işbirliğinin fıtratında beka söylemi vardır ve bu işbirliği sürdükçe beka söylemi etkili olacaktır. 2019 seçimlerine giderken beka söyleminden murat edilen iki husus vardır: Tartışılması aleyhte olacak ekonomik krizi gündemden düşürmek ve sandığa gitmeme eğilimi gösteren seçmenleri sandığa seferber etmek. Ne var ki, Gezi, 15 Temmuz darbe girişimi gibi olayların etkisinin solduğu, onları ikame edecek yeni bir iç veya dış gelişmenin yaşanmadığı, beka sorununun yerel seçimlerle âlâkâsının belirsiz kaldığı, içeriden İstanbul adayı Binali Yıldırım’ın ve eski özgül ağırlık Bülent Arınç’ın (bir seçim stratejisi olduğunu not ederek) beka söylemini yanlış bulduklarını ilan ettiği ve soyut beka söylemi karşısında somut ekonomik krizin/hayat pahalılığının kendisini gündeme empoze ettiği Mart 2019 şartlarında beka söyleminin gerçekliği ve geçerliliği tartışmalıdır. AKP’nin kampanyası esas olarak kırk gün ne dersen o olur düsturuyla iddia ettiği beka sorununu gerçek ve geçerli kılmaya odaklanmıştır.

Elbette her türlü imkâna sahip olan AKP beka söylemini gerçek kılmak için kırk gün sadece mitingleriyle konuşmadı. Kendi komplocu siyasal anlatısının hukukî bir iddianameye taşınmasını sağlayarak, Gezi protestolarının ve bu arada seçimlerde oy kullanacak Gezi protestocularının nasıl bir beka tehdidi yarattığını hatırlattı. AKP, Gezi protesto gösterilerinin uluslararası güçlerin yurtiçindeki uzantıları vasıtasıyla, Erdoğan’ı zor ve şiddet kullanarak hükümetten düşürmeyi ve böylece ülkeyi istikrarsızlaştırmayı, ülkeye diz çöktürmeyi amaçlayan örgütlü ve planlı bir girişim olduğu şeklindeki siyasal anlatısını bir ceza davasının temeli haline getirterek “hukuksallaştırdı” ve böylece iddia ettiği beka tehdidini “gerçek” kıldı. 

Bu iddianameye ek olarak, seçim sath-ı mailinde yaşanan iki olay, 8 Mart Kadınlar Günü Yürüyüşü’ndeki protestolar ve Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde elli Müslüman’ın öldürüldüğü saldırı AKP tarafından kendi siyasal anlatısını gerçek kılabilme fırsatları olarak değerlendirildi. Birincisinde, İstanbul’daki mutat Kadınlar Günü Yürüyüşü’nü engellemek isteyen polislere yönelik protestoyu, önce o sırada okunan ezanın protestosu olarak çarpıttı, sonra da beka sorununun “gerçekliğine” bağladı. Erdoğan’ın yürüyüş sırasında ezanın protesto edildiğini iddia etmesinden sonra, AKP sözcüsü Ömer Çelik görevi olduğu üzere liderinin iddiasının boş olmadığını entelektüel kapasitesini seferber ederek göstermeye çalıştı. Görüntüleri, yürüyüşe katılanların tweetlerini analiz ettirdiklerini, bu analizden protestocularla ilgili şu sonucun ortaya çıktığını ileri sürdü:

 “Hesaplaşma[ları]nın sadece ataerkil kültürle olmadığı,” “İslâm dini ile olduğu, ezan ile de olduğuna dair hepsini incelediğinizde ortaya bir tablo ortaya çıkıyor. Orada bir ezan protestosu yapılmıştır.” Akabinde, Erdoğan ezana sahip çıkmayanın bu ülkeye sahip çıkamayacağını; seçimlerde ezana saygısızlık yaparak doğrudan istiklal ve istikbalimize saldıranlara karşı yarıştıklarını iddia ederek, sormuş ve cevaplamıştır: “Ezanı yuhalayanlar, ıslıklayan, düdük sesiyle bastırmaya çalışan edepsiz sloganlarıyla saygısızlıkta sınır tanımayanların arkasında kim var? HDP var, CHP var. (…) Bölücü terör örgütünün başı zaten hepsinin başı.” 

Yeni Zelanda’da bir saldırganın, İslâm/Müslüman karşıtı bir manifesto ile elli Müslüman’ı öldürmesi ve manifestoda Erdoğan ve Türkiye adlarının geçmesi ise “hem manidar hem de üzerinde düşünülmesi gereken bir husus” olarak değerlendirilmiş; düşündüğümüzde, Erdoğan’a/Türkiye’ye karşı örgütlü bir komplo olduğunu anlayacağımız, dolayısıyla ortada bir beka tehdidi olduğunu göreceğimiz ima edilmiştir:

Bu olay tamamen örgütlü bir olaydır… bunun böyle bir manifesto yazması mümkün değil. Bu özel bir kurul tarafından hazırlanmış bir manifesto. Bunun arkasında çok ciddi bir kurul var. Çünkü Batı’nın niye sesi çıkmıyor? Bunu bulmuşlar ve hazırlayıp eline de vermişler. Benim ülkemin adı geçiyor, şahsımın adı geçiyor, Ayasofya’nın da adı geçiyor. 

Dolayısıyla, seçmenden beklenen AKP’ye destek vererek Türk ve İslâm düşmanlarına hadlerini bildirmesi, Bizans artıklarına okkalı bir Osmanlı tokadı indirmesidir. 

Kendi siyasetini her şeyin kriteri haline getiren AKP açısından tüm muhalifler fiilen, kendisinden olmayan her kurum, kuruluş ve kişi ise potansiyel olarak (kendisi için) bir beka sorunu teşkil ediyordu. AKP’nin stratejisi bütün rakiplerini/kendinden olmayanları aynı kategoride toplamak olageldi. 2019 Yerel Seçimleri’nde AKP, aralarında işbirliği yapan CHP ve İYİ Parti’ye, SP, HDP ve arkalarında Kandil ve bilumum terör örgütlerini ekleyerek bu tek kategoriyi kurmuştur. AKP, gerçek olamayan bu tek kategoriyi de gerçek kılmak için gerekirse Türkiye’yi bir istihbarat devletine dönüştürebileceğinin işaretlerini vermiştir. Seçime doğru son düzlükte, CHP, İYİ Parti ve SP’nin listelerinde yer alan bazı adaylar hakkında tutulmuş yalan yanlış bazı istihbarat fişlemeleri basına sızdırılarak ve mitinglerde işlenerek, bütün muhalefetin terör örgütleriyle birlikte AKP karşıtlığında birleştiği iddiası gerçek kılınmaya çalışılmıştır. Tabii söz konusu kişilerin bazıları daha önce AKP’de siyaset yapmış kişilerdi fakat bunun bir önemi yoktu, şimdi yanlış yerdeydiler. Ve tabii bu kişilerin aday olmalarına engel teşkil edecek haklarına verilmiş hiçbir yargı kararı da yoktu, fakat yine bunun da bir önemi yoktu. Bu durum adaylık başvurusuna eklenmesi gereken GBT raporlarıyla belgelenmiş olmasına rağmen, GBT mekanizması işlemiyor, YSK dikkatli inceleme yapamıyor denilerek, önce mevcut hukuk değersizleştirildi ve fişlemelerin esas olabileceği ilan edildi. Ardından, seçim sonuçlarına göre bu istihbarat raporlarının gereğinin yapılacağı, hem Erdoğan hem de onun İçişleri Bakanı tarafından dile getirilerek, hukuk hilafına fiili durum yaratılacağı tehdidi savruldu. 

Benzeri bir kara propaganda ve ardından tehdit Ankara’da yarışı önde götüren ve kazanma olasılığının yüksek olduğu anlaşılan Mansur Yavaş’a yönelikti. Savcılık tarafından soruşturulmasına gerek olmadığı belirtilerek, kapatılmak üzere Adalet Bakanlığı’na sevk edilen bir dosya, Bakan tarafından kapatılmayarak, başka bir savcıya yeninden değerlendirmesi için sevk edilmiş ve yeni savcı da Mart başında soruşturma açmıştır. Soruşturma konusu (sahte senet, vergi kaçakçılığı, komisyonculuk) sanki gerçekmiş gibi yapılarak, ilk önce AKP sözcüsü Ömer Çelik tarafından bir basın toplantısında, ardından Erdoğan ve onun Ankara Büyükşehir adayı Mehmet Özhaseki tarafından mitinglerde ve salon toplantılarında bazen Yavaş’ın belediye başkanlığı yapamayacağının, bazen de Yavaş’a belediye başkanlığı yaptırılmayacağının gerekçesi olarak işlenmiştir. Böylece, Yavaş’ın sindirilmesi, yakaladığı momentumu kaybetmesi ve seçmenin onun ehliyetinden şüphe etmesi amaçlanmıştır. 

Son olarak, 2019 Yerel Seçim kampanyasında, merkezî hükümetin kontrolünün kimde olduğu hatırlatılarak, muhalefetten seçilecek belediye başkanlarının iş yapmasının zor olacağı, personel maaşı bile ödeyemeyecekleri şantajında bulunulmuştur. Muhalefet liderleri Akşener’in “asıl fatura sana kesilecek,” Kılıçdaroğlu’nun ise “vekilliğine güvenme, gereken ders verilecek” tehditleriyle sindirilmeye çalışılması, HDP teşkilatının Mısır gibi seçim yaptırmayan rejimlerde gördüğümüz türden seçim öncesinde tutuklama, seçim sonrasında salıverme gibi pratiklere maruz kalması kampanya sırasında gördüğümüz faullü pratiklerdendir. 

SEÇİM SONUÇLARI: BURADAN NEREYE?

2019 Yerel Seçimleri’nde AKP’nin kampanyası pozitif bir gündem içermedi. AKP/Erdoğan siyaset üretme kapasitesini yitirmesine rağmen, gerekeni yapacağına yönelik kendisine koşulsuz güvenilmesini seçmene telkin etti. Ne var ki beka söylemiyle istikrar/güvenlik arayışını harekete geçirip, seçmenden toplumun diğer yarısının oluşturduğunu söylediği tehdit karşısında elindekiyle yetinmeye rıza göstermesini istedi. Bu kampanyası bu kez başarısız oldu. AKP liderliği muhtemelen başarısız olacağını gördü, fakat yerine başka bir şey koyamayacağı için muhalefete yönelik entegre bir kara propaganda ve tehdit kampanyasıyla seviyeyi biraz daha düşürmekten başka bir “dinamizm” gösteremedi. Boğuştuğu ekonomik ve siyasi problemlerin hesabını sorma eğilimi belirginleşen seçmeni, sanki hesap sorabileceği başka bir zaman varmış gibi “zaman hesap sorma zamanı değil” diyerek kararını değiştirmeye davet etti. Neden şimdi değil sorusunun cevabı ise yine beka tehdidi söylemi idi. 

AKP-MHP işbirliği seçimlerde toplam %52’ye yakın bir oy oranı alarak, MHP lideri Bahçeli’nin yeni sistemin yeniden onaylanması için koyduğu %52-53 kriterini yakaladı. Ancak AKP, Bilecik, Bolu, Burdur, Kırşehir, Artvin, Ardahan, Antalya, Sinop, Ankara ve kabullenmekte epeyce zorlandığı anlaşılan İstanbul belediyelerini, İYİ Parti tarafından resmen, HDP seçmeni tarafından fiilen desteklenen CHP’ye kaybetti. AKP ayrıca MHP ile işbirliği yapmayıp, yarıştığı Amasya, Bayburt, Çankırı, Kastamonu, Kütahya, Karaman, Erzincan belediyelerini MHP’ye kaybetti. AKP’nin MHP ile işbirliği çerçevesinde Adana ve Mersin yarışlarından MHP lehine çekildiğini, MHP’ninse bu yarışları yine İYİ Parti ve HDP seçmeni tarafından desteklenen CHP’ye kaybettiği de bunlara eklenmelidir. HDP’nin oldukça başarılı bir seçim performansı sergilediği söylenebilir. HDP, ilan ettiği gibi hem iktidara kaybettirmiş, hem de onca baskıya ve engellemeye rağmen bölgesindeki büyükşehirleri kazanmış, 2014’te kazandığı şehir belediyelerinden sadece ikisini kaybetmiştir. 

AKP’nin kaybettiği şehirler arasında yer alan Ankara ve İstanbul, nüfusları, ekonomik büyüklükleri, tarihsel konumları ve 25 yıldır AKP’de temsil edilen belediyecilik anlayışı tarafından yönetilmeleri bakımından kritiktir. Özellikle İstanbul sadece Erdoğan’ın kişisel siyasal kariyerinin temelinin atıldığı şehir olarak değil, aynı zamanda sunduğu rant ve patronaj kaynakları açısından bir cevher olması bakımından sembolik, psikolojik ve maddi maliyeti oldukça yüksek bir kayıptır. Erdoğan’ın Türkiye’nin özüdür diyerek İstanbul’u yönetmenin Türkiye’yi yönetmek anlamına geldiğini düşündüğü hatırlandığında kaybın büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. 

2019 Yerel Seçimleri AKP’nin İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Adana ve Mersin gibi en büyük on şehir arasında yer alan ve toplam seçmenlerin aşağı yukarı yarısının yaşadığı önemli merkezleri kaybederek, bir anlamda taşralaştığını göstermektedir. Gerek bu taşralaşma, gerekse Erdoğan’ın kendi karizmasını öne en çok sürdüğü Ankara ve İstanbul yarışlarını kaybetmiş olması, MHP ile birlikte alınan %52’yi bir çeşit “teselli oyu” haline getirmektedir. Hal böyleyken, Erdoğan’ın kendisi için bir referanduma çevirdiği yerel seçimleri kazandığını söylemek tartışmalı olacaktır. Seçim, yerel seçim olduğu için Erdoğan’ın sahip olduğu yetkiler açısından bir kaybı olmayabilir, ancak AKP’nin “yenilmezlik” efsanesi ile beraber Erdoğan’ın bir “seçim kazanma sihirbazı” olduğu efsanesi 7 Haziran’dan sonra bir kez daha sona ermiştir. Yine de bu durum, Erdoğan’ın liderliğinin, karizmasının sorgulanması için yeterli bir başlangıç değildir. Erdoğan’ın şahsında merkezileştirdiği gücün büyüklüğü hatırlandığında “hesap veren” değil, “hesap soran” konumunda olacağı açıktır. Bu, “kendimizin” değil, “kendimizi yeterince anlatamamanın” hesabı (ilgili parti personelinden) sorulacak anlamına gelmektedir. Bir diğer ifadeyle, seçim sonuçlarından bir ders çıkarılacaksa, bunu Erdoğan yapacak ve herkese tebliğ edecektir. Rakip oldukları yarışlarda AKP’den aldığı belediyelerle 2019 seçimlerinin bir diğer kazananı olan MHP ile işbirliğinin yeniden düşünülüp, düşünülmeyeceği tartışmalıdır. Zira konumunu MHP’nin kritik desteğine borçlu olan Erdoğan’ın henüz yalnız yürüme kabiliyeti yoktur. 

AKP başarısız olduğu ölçüde, muhalefet başarılı oldu, fakat AKP’nin negatif siyaset paradigması çerçevesinde başarılı oldu. Yerel seçimler pek çok yerde iktidar ve muhalefet blokları arasında geçti. Muhalefet bloku değişik belediyelerde birbirleri lehine yarıştan çekilen CHP ve İYİ Parti’den ve birçok belediyede aday göstermeyerek seçmeninden muhalefet partilerini desteklemesini isteyen HDP’den oluştu. Muhalefet blokunun amaçları, AKP ve MHP’den oluşan iktidar bloku karşısında seçim başarıları kazanarak, kendisinin demokratik meşruiyetini külliyen reddeden, giderek artan oranlarda otoriter pratiklere başvuran iktidar blokunu gerileterek bir güç dengesi oluşturmaktı. Diğer bir deyişle, muhalefet blokunun siyaseti de aslında mecburen negatif bir siyasetti, ancak bu negatif siyaset giderek konsolide olan otoriter rejime karşı olmasından dolayı demokratik bir karakter kazanıyordu. CHP ve İYİ Parti’nin iktidar blokunun kriminalize ettiği HDP ile açık bir işbirliği yapamaması, AKP karşıtlığını aşan alternatif bir demokrasi dili kuramadıklarını göstermektedir. Bu bağlamda, HDP’nin güçlü olduğu yerlerde aday gösterip, tek başına kazanamayacağı yerlerde sırf varlık göstermek için aday göstermektense, seçmenini muhalefet bloku adaylarını desteklemeye yönlendirmesi ve tutuklu eşbaşkanı Demirtaş’ın cezaevinden gönderdiği mesajla bu stratejiyi desteklediğini belirtmesi, muhalefetin başarılı sonuçlar almasını mümkün kılmıştır. Muhalefetin kazandığı belediyeler, oy oranları, AKP aleyhine büyük bir kırılmaya işaret etmemektedir. Ancak muhalefete olumlu bir yönetim performansı sergileyerek, ehliyet gösterme ve güvenilirlik kazanma fırsatını vermektedir. Başkanlık sistemi ile daha da merkezileşmiş idari yapının en tepesinde yer alan partili cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buna ne kadar izin vereceği tartışmalıdır. Özellikle, seçim sonuçlarının tanınıp, belediye yönetiminin teslim edilmesi halinde bütün Türkiye’de ses getirecek olumlu bir İstanbul performansı, Erdoğan’ın partisinin aleyhine olacaktır. Kazandığı belediyeler, muhalefeti yaratıcı siyasete zorlamakta ve yaratıcı siyaset kabiliyetlerini göstermek için bir alan açmaktadır. 

2019 Yerel Seçimleri’ne katılım oranının %85 civarında olması, demokratik (adil ve serbest) niteliği erozyona uğratılmış olmasına rağmen, seçmenin seçim mekanizmasına, meşru yöntemlere bağlı kalmaya devam ettiğini göstermiştir. İyi örgütlenmiş bir muhalefetle bu yıpratılmış mekanizmada dahi gerçek, sonucu önceden belli olmayan yarışların mümkün olduğunu, dolayısıyla otoriter rejimin henüz tam olarak konsolide olmadığını göstermiştir. Bununla beraber, özellikle İstanbul seçimlerinde geçici sonuçların AKP aleyhinde olduğunun anlaşılmasından sonra, açıklanmasının neredeyse bir gün geciktirilmesi ve bu sırada iktidarın kontrolündeki Anadolu Ajansı’nın sayım sonuçlarını duyururken manipülasyon yaptığına yönelik şüphenin artması, iktidar kanadının bu demokratik mekanizmaya saygısına dair şüpheleri tazelemiştir. Yüksek Seçim Kurulu tarafından açıklanan geçici sonuçlara göre İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı kaybettiği açık olmasına rağmen, AKP’nin kazanmış gibi davranarak bütün İstanbul’u teşekkür pankartlarıyla donatması, “görülmemiş bir şaibe var” diyerek kendi sandık görevlilerinin de tutanaklara koydukları imzalarla geçersiz olduğunu kabul ettiği oyları yeniden değerlendirme girişiminde bulunması, üstelik seçim sandıklarına hâkimiyet konusunda en güçlü teşkilatken bunları yapması, AKP’nin İstanbul seçim sonuçlarını hazmedip edemeyeceği konusunda şüphe uyandırmaktadır. AKP’nin İstanbul seçimini kabullenmekte zorlanmasının, muhalefetin seçim başarısının bir momentum yaratmasını engelleme çabası olduğu kadar, bir skor tabelasını değiştirme fırsatı yaratma arayışı olarak değerlendirilmesi, şimdiye kadar izlediği siyasetle güven vermemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Rakiplerini beka tehdidi olarak konumlandırmış olması ve HDP seçmenine, adaylarına, parti görevlilerine yönelik ağır baskı, yıpratma ve engelleme faaliyetleri bu güvensizliğin en yakın nedenidir. YSK, bir kez daha AKP’nin kendi nezdindeki ayrıcalıklı konumunu teyit etmiş, daha önce verdiği kararlar hilafına AKP’nin geçersiz oyların sayılması başvurusunu kabul etmiştir. Tekrar sayım aşamasında zorlama yöntemlerle geçersiz oyları geçerli kılmak, demokrasimiz açısından bir başka büyük gerileme olacaktır. Böyle bir durumda 2019 Yerel Seçimleri, seçmenin bütün aşındırılmışlığına rağmen seçim mekanizmasına, meşru yöntemlere bağlılığını, AKP’nin ise otoriter iradesinin sağlamlığını gösterdiği seçimler olarak anılmayı hak etmiş olacaktır. 

Son olarak, seçimlerin bir başka kazananı, seçilmiş, siyasi bir karakter arz eden belediye başkanlığı müessesesidir. AKP’nin birer “istihdam edilen personel” statüsündeki belediye başkan adayları, özgeçmişleri ne kadar güçlü olursa olsun özellikle kritik yarışlarda seçmen tarafından reddedilmiştir. Bu aynı zamanda, seçmenin belediyelerin siyasi karakterini yok eden AKP belediyeciliğine tepki verdiği, gündelik hayatlarına dokunacak, yaşam standartlarını iyileştirecek seçilmişlerden yana tercih kullandığı anlamına gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, 2019 Yerel Seçimleri’nde seçmenin beka mücadelesine hizmet vermeyi değil, gündelik yaşam mücadelesini kolaylaştıracak hizmet görmeyi istediği söylenebilir. Fakat AKP belediyeciliğinin ustası Erdoğan yeni sistemde sahip olduğu yeni yetkilerle, partisinden olsun veya olmasın tüm belediye başkanlarını AKP belediyeciliği disiplinine sokup, siyasi karakterini yok etmeye çalışabilir. Önümüzdeki dönemde izleyeceğimiz merkezî hükümet belediye ilişkileri Erdoğan’ın böyle bir niyeti ve kapasitesi olup olmadığını gösterecektir.