Adnan İslamoğulları'nın Kuyu romanı vesilesiyle: "Türk dinli" ve "fenâfiddevle"

Adnan İslamoğulları’nun birkaç ay önce çıkan Kuyu adlı romanının,[1] bir alt tür oluşturan ülkücü geçmişle hesaplaşma edebiyatı içinde ilgiye değer bir yer tutacağı kesin. Kuyu’yu “dünya görüşü romanı” olarak da tanımlayabiliriz. Kahramanları ve olayları aracılığıyla bir dünya görüşünü “anlattığı,” bir yandan da üzerine sesli düşündüğü bir romandır bu. Kısaca özetlersek, 12 Eylül öncesinin iç savaş hali içinde, sol örgütlere sızdırılan bir ülkücü kahramanın (Yusuf Sancaktar) hikâyesini anlatır. Yusuf Sancaktar’ın gözünden 1970’lerin ikinci yarısında ülkücülerin ve devrimcilerin hallerini, istihbarat örgüt(ler)inin her iki yapıya dönük provokasyonlarını, manipülasyonlarını izleriz. Bu arada kahramanımız, kendi arkadaşlarıyla, solcularla, kimi istihbaratçılarla, fikrine değer verdiği büyükleriyle, bu arada hem hikmet sahibi hem “derin” ilişkileri olan bir hocayla istişare halinde, memleketin durumuna, özellikle “Devlet”e dair sorgulamalarda bulunur ve şüphelerle kavrulur.

Bu romanın “davasını” veya davalarını, ülkücü ve milliyetçi edebiyatta yaklaşık 50 yıl önce yazılmış ve kendince etkili olmuş iki çift romanla mukayese ederek okumaya çalışacağız: Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun 1971’de ve 1972’de yayımlanan Kilit ve Anahtar romanları ile Bahaeddin Özkişi’nin 1974’te çıkan Köse Kadı’sı ve 1975’te çıkan Uçtaki Adam’ı.[2] Zira dava, dünya görüşü, aynıdır. Farkları da göreceğiz.

Mustafa Necati Sepetçioğlu, Kilit’in ilk halkası olduğu “Dünki Türkiye” adlı 12 kitaplık tarihî roman serisinin arka kapağında roman/sanat anlayışını, “çirkinde bile mevcut olan bütün güzellikleri insanların gönül gözünde yerleştirmek için çaba sarfetmek” diye özetler. Bahaeddin Özkişi’nin Köse Kadı’nın devamı niteliğindeki Uçtaki Adam romanının[3] arka kapağındaki tanıtım yazısında adeta o “güzelliklerin” tarifini buluruz:

“Bu roman daha önce okuduğumuz Köse Kadı’nın devamıdır. Aynı yiğit Osmanlılar, ‘Devlet-i Ebed Müddet’in kendi varlıklarını pervasızca ortaya koyar, uçlara ölümle, mihnetle alay ederler. (…) Uçtaki Adam’ı okuyunca Türk’ün insanların fani, devletin ebed müddet olduğu yolundaki anlayış ve inancını daha yakından tanıyacaksınız.”

Adnan İslamoğulları’nun Kuyu’sunun arka kapağı da aynı mesajı verir: “Fenafiddevle bir karakterdir, bir seciyedir, bir ahlaktır, leke kabul etmez ve gökten inmez bir bayraktır ve bağımsızlıktır...” 

Devleti metafizik bir değer olarak kutsayan, milliyetçiliği bu metafiziğin dünya görüşü –hatta belki onun dini– olarak koyan bir edebî anlatı geleneği duruyor önümüzde. İslamoğulları’nda, arka kapakta andığı fenâfiddevle mefhumu, bu dünya görüşünün mihveridir. Sepetçioğlu’nun “çirkinde bile var olan bütün güzellikleri insanların gönül gözüne yerleştirmek”le kastettiği de, Ernest Renan’ın “tarihi çarpıtmak millet olmanın öğesidir” tespiti misali, çirkinlikleri bile milliyetçi “tarih şuuru” içinde güzellemektir. 

Şimdi, bu üç yazarın yarım yüzyıllık roman safahatında, özetlediğimiz dünya görüşünün kendisini nasıl ifade ettiğine eğilelim.

“TÜRK DİNLİ”

Bahaeddin Özkişi’nin Köse Kadı’sında geçer bu kavram: “Türk dinli.” Romanın birkaç yerinde “düşmanlar,” Osmanlı’yı, Türk’ü, Müslümanlar’ı kastederek “Türk dinli” derler.[4] Özkişi’nin düşmanlara kullandırttığı bu kavramla hiçbir meselesi yoktur, sanki doğruyu düşmanlara söyletmek ona daha münasip gelmiştir. İslamoğulları’nın romanında da alttan alta “Türk dinli” mefhumunu hissedebilirsiniz. 

Ne demektir “Türk dinli”? Araplıkla ve tüm “Acemlerle” (yabancılarla) araya mesafe koyan, Türk’e mahsus bir Müslümanlık manasına gelir. 

Mustafa Necati Sepetçioğlu, Kilit’i izleyen Anahtar romanında, Alparslan’ın öldürülmesinden sonra kurulan meşverette Sultan Melihşah’ı şöyle konuşturur “Selçuk sarayları ne Abbasi Halifesinin ne Fatımi Halifesinin sarayına benzer… Abbasi sarayını da içine alacaktır, Fatımi sarayını da.” Temel ölçü, “töre” olacaktır: “Selçuklu töresi ne derse ona uyula. Cevap törede yoksa biz bulacağız, sözümüz töre olacak. Töre yaratacağız.” Melikşah, Alparslan’dan vezir olarak devraldığı Nizamülmülk’ü “düşünüyor, düşünmesini biliyor” diye takdir ederken, onu da neticede bir yabancı sayarak mesafe koyar: “İranlı. Afşin Beyin dediğince dersek bizden olmayan biri, atlarımızın çiğnediği toprakların adamı…”[5] Neticede dine nizam verecek olan, Selçuklu-Türk ve onun töresidir.

Bahaeddin Özkişi, “Türk dinliliği,” roman kahramanlarının “asil” davranışları üzerinden tasvir eder. Ayrıca mesela Macar Kont Gall, annesi tarafından Türk olması dolayısı ile damarlarında dolaşan Türk kanı “sayesinde” haksızlıklara, vahşiliklere tahammül göstermeyerek, “Türk dinliliğe” delil olur. 

***

İslamoğulları’nın kaleminde din, esasen ahlâkla, ethos’la ifade bulur:

“Dinin dibacesi adalet sütunuydu. Adalet dinin cümle kapısının kemerlerinin tam ortasındaki kilit taşıydı. O olmazsa adalet olmazsa ne din ne peygamber olurdu. Ahlak sütunu bir diğer ayağıydı dinin. Yaratılışa en yakın haliydi. En saf, en yalın, en güzel, en cömert, en mütebessim en iyi, en yardımsever, en dürüst, en haliydi insanın. Merhamet ve samimiyetti dini ayakta tutan ve yükselten fil ayağının diğer ikisi.” (K: 233-234) 

Romanın başkahramanı Yusuf Sancaktar’ın, adı belirtilmeyen “ağabey” ve başkan”a[6] sorduğu sorulardan aldığı cevaplardan çıkardığı sonuç, Türk dinli olmanın başka bir veçhesinin da altını çizer: “Devlet aynı tanrı gibi tartışılabilir bir şey değil, yalnızca sadık kalınır ve uğruna ölünür bir şeydi. Tanrı için akan kanlar devlet içinde akıyordu ve ne Tanrı kana doyuyordu ne devlet. Devletin Tanrı’dan tek farkı bir peygamberinin ve bir kitabının olmamasıydı.” (K: 419) Devlet metafiziğinden zaten ileride daha konuşacağız…

Kuyu’nun âkıl/derviş kahramanı Mehmet Selim Efendi’nin “bu topraklara has Müslümanlık anlayışı” tanımı da (K: 128), “Türk dinliliğin” bir başka tarifi sayılabilir. Yusuf Sancaktar sohbetin devamında bunu, “bu topraklara has, daha doğrusu Rumeli’ye has müsamahalı Müslümanlık,” diye pekiştirir.

EVLAD-I FATİHAN

Kuyu’da Rumeli ve Evlad-ı Fatihan vurgusu dikkat çekici. Yusuf Sancaktar Rumeli göçmeni bir ailedendir. Anne babası, tek kelimeyle “memleket” diye bahsediyorlardır Rumeli’den (K: 55). Yusuf Sancaktar’ın annesi Nilüfer Hanım “suyun öte tarafı”nın kaybedilmesini hazin bir trajedi olarak anlatır. Yusuf’un muhabbetle ağırlandığı bir ailenin hanımı, “suyun öte tarafından olsun da çamurdan olsun,” der (K: 135); hanımefendi romanın “asıl kadrosu”ndan değildir ama bu söz okura sempatiyle geçer yine de.

Suyun öte tarafı, Osmanlı idaresinde Rumeli Beylerbeyliğine dâhil olan topraklardır, Balkanlar’dır; Macaristan’a kadar da uzanır – Özkişi’nin Macar kahramanını hatırlayalım. Romandaki Rumelicilik, milliyetçi-muhafazakâr söylemde “suyun öte tarafı”nın güçlü olumsuz imâları düşünüldüğünde, üzerine eğilmeyi hak ediyor. Bu imâlar Anadolu’ya dışarlıklı olmaktan, kültürel ve zihinsel yabancılıktan, seçkincilikten, Müslümanlığın gevşekliğinden, “dönmeliğe” kadar uzanır.[7] Adnan İslamoğulları ise, Rumeliliği, suyun öte yanını Evlad-ı Fatihan kimliğiyle tanımlayarak yüceltmekten öte, bir ayrıcalığa dönüştürür. Adeta, milliyetçi-muhafazakâr söylemin seçkinciliğini olumlayarak sahiplenir. Bu bakış açısından bakıldığında, niçin bir ayrıcalıktır Evlad-ı Fatihandan olmak? Çünkü, Kızıl Elma’nın en uç noktasına varabilmiş olanların torunlarıdırlar; demek, bir “müphem ülke” olarak Kızıl Elma ülküsüyle herkesten fazla hemhal olmuşlardır. Yüzünü Batı’ya çevirmiş Oğuz’un / Türkmen’in / Selçuklu’nun/ Osmanlı’nın / Türk’ün en Batılı, en modern, en şehirli, en “medeni” olanlarıdırlar. Hep devletle var olmuşlardır, herkesten fazla devleti var etmek için uğraşmış, bu uğurda can vermişlerdir ve hele “memleketlerini” kaybetmenin alarm ve intikam hissiyatı içinde buna herkesten daha hazırdırlar. Kuyu’nun kahramanı Yusuf Sancaktar, daha 13 yaşındayken aile ocağında aldığı terbiyeyle şunu söyleyecek şuura ermiştir: “Evlad-ı Fatihan bugün yaşadığımız cumhuriyetin de büyük ölçüde kurucusudur.” (K: 68) Zaten bu lâfıyla “ağabey”in dikkatini çekmiş, mayasının sağlamlığı anlaşılmış, devlete hizmet etmek üzere devşirilmiştir. 

Sadece Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun değil, yine Balkanlı/Rumelili damgasını taşıyan İttihatçıların da Kuyu’da sahiplenildiğini ekleyelim. (Jandarma istihbarat subayı Tahsin Bey, “İttihatçıların takımı” diye Altay’ı tutar. K: 395). Yusuf Sancaktar’ın sızdığı sol örgütte yine Evlad-ı Fatihan’dan bir ailenin çocuğu olan Ender’le arkadaş olmasını da ekleyelim. Romanın bilgesi Mehmet Selim Efendi’nin deyişiyle: “Aynı toprakların çocukları onlar. Kaderleri örgütün içinde kesişti işte.” (K: 202) 

Adnan İslamoğulları bir gazete makalesinde milliyetçi-muhafazakârlar ve İslâmcılar arasında “suyun öte tarafı”nı karalama ifadesi olarak kullanma alışkanlığına hücum etmiş ayrıca.[8] Söylediğinin özü şudur: “‘Suyun öte tarafı’ diyerek akılları sıra aşağılamaya çalıştıkları yerler, bir taraftan da cehâletlerinden övünmeyi bile bilmedikleri Osmanlı’nın yani Türk’ün vatan toprağıdır. Türk’ün şehit kanıyla sulanmış vatan topraklarıdır.” Devamla, “suyun öte tarafı” karalamasının dolaylı olarak hedef aldığı Mustafa Kemal’e sahip çıkmış: “Kurtuluş Savaşı’nı başlatan ve bugün gazete köşelerinizden saldırdığınız Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk de ‘suyun öte tarafından’dı ve ‘Balkanlı’ydı.” Balkanlı/Rumelili kahramanların ve onların kurtarıcı-kurucu misyonunun karalanması veya unutulması, yani muhataplarının “Ortadoğulu hafızalarınızda olmaması,” onlar için bir “aidiyet problemidir,” İslamoğulları’na göre. “Ortadoğulu” sıfatı açıkça, “Türk dinli”den farklı bir yere konan İslâmcıları işaretler.

DİN VE İSLÂMCILAR

Din bahsine biraz daha eğilecek olursak… Ele aldığımız roman silsilesinde Bahaeddin Özkişi, tarikatlara, özellikle Nakşiliğe büyük önem vermesiyle farklılaşır. (Dedesinin Nakşi şeyhi olmasının bunda muhakkak etkisi olmuştur.) Onun romanlarında Şeyh Necmettin kahramanların yanında birleştirici bir denge unsuru olarak yer alır. Özkişi’ye göre Rumeli Müslümanlığının da “Türk dinli” olmanın da aslî unsuru Nakşiliktir, diğer tarikatlar pek ehemmiyet taşımaz. Onun romanlarının Nakşi Şeyhi Necmettin Efendi’si, “aynı kavme mensup” olduğumuz Macarlarla ilgili, şu şerhi düşer:

“Kan ancak inançla devrederse iklimini bulur. Yoksa toprağın tâ derinliklerindeki gizli madenler gibi, faydasızdır. Kan kılıcın yapıldığı madense, iman onu çeliği dönüştüren su ve onu faydalı kılan bilenmedir. Su verilmemiş ve bilenmemiş bir kılıcın yapacağı iş, ancak sağlam bir odunun yapacağı işten öteye gidemez.” 

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nda dervişler ve tekkeler dolayısı ile tarikatlar hep vardır ama isimleri geçmez; bir noktadan sonra sadece Ahmet Yesevi’nin dervişleri var olacaktır. Oğuzların/Türkmenlerin/Selçukluların/Osmanlıların yurt “tutmalarını” sağlayan Ahmet Yesevi dervişlerinin çizgisinde olmak da “Türk dinli” olmaktır ve yeterlidir Sepetçioğlu için. 

Türk-İslâm sentezi diye bir terkibe itibar edeceksek, Bahaeddin Özkişi’nin biraz daha İslâm tarafında kaldığını söyleyebiliriz. Türk-İslâm sentezi söyleminin inşacılarından sayabileceğimiz Sepetçioğlu ise “biraz daha”yla ifade edilemeyecek kadar Türk tarafındadır. Bunda romanlarında anlattığı tarihî kesitin Oğuzların/Selçukluların İslâm’la “yeni” tanışma dönemi olmasının bir etkisi olduğunu düşünebilirdik ama bu yönelim devam romanlarında da kendisini tekrar tekrar gösterir.  

Adnan İslamoğulları’nın romanı da, bu basite indirgeyici sentez ölçüsüne göre, Türk tarafındadır. Sepetçioğlu’nun kitaplarında tarif edilen Müslümanlık, daha doğrusu “Türk dinlilik,” İslamoğulları’nda daha şehirli suretiyle zuhur eder. Özkişi’de saygın bir düşünür olan Muhittin Arabî, İslamoğulları’nda daha ziyade “Arabî” yanıyla görünür – adeta “Türk dinliliği” bozabilecek bir unsur… 

Kuyu’nun bilge din adamı, diyebiliriz ki Sarı Hoca’sı, Küpeli Hafız’ı, Ersagun Bey’i ya da Köse Kadı’sı ve Murat Bey’i mevkiindeki (Kurtlar Vadisi’ndeki Ömer Baba’yı da hatırlatan) Mehmet Selim Efendi, şeklî değildir, epeyce geniş meşreplidir. Gerçi yıllar sonra şehre gelen misafiri Madam Eugenie ile “Kordon’da rakı içmek, balık ve kuzukulağı yemek” üzere buluşmaya davet edilince “biz her türlü bağımlılıktan azat ettik kendimizi... Kurtulduk,” cevabını verir (K: 147). Gençliğinde içmiş olduğunu, içenlerle bir problemi olmadığını anlarız. Kimseyi İslâm’ın içki yasağı ile korkutmak taraftarı değildir. Mehmet Selim Efendi’nin Paris’te Sorbonne’dan mezun olduğunu, okuyucunun merakını gıdıklayacak bir şekilde Madam Eugenie ile bir gönül ilişkisi yaşamış olduğunu anlarız.[9] Akşam yemeği davetini içki içmediği mazeretiyle geri çevirişi, aslında gençlik aşkıyla karşılaşmamak içindir sanki; ve sanki, davete icabet edecek olsa, rakıya da hayır dememesi bizi şaşırtmayacaktır. Kısacası, Mehmet Sabri Efendi, derviş gibi yaşamakla beraber hayatın zevklerinden “Türk töresince” zevk almaya, günah işleme özgürlüğüne da ruhsat verebilecek bir izlenim uyandırır. Bu da “Türk dinliliğin” bir alâmeti sayılabilir.

Kuyu’nun kahramanı Yusuf Sancaktar’da dindarlığın izini görmeyiz. İstihbarat almak üzere sızdığı sol örgütte yakın arkadaş olduğu Ender’le, casus değil “kendisi” olarak, samimiyetle, beraber bir meyhane açma hayalleri kurar. Derviş gibi yaşayan Mehmet Sabri Efendi ile düzenli buluşmalarına her gittiğinde, onun camiden gelmesini bekler, içeri girip namaz kılmak geçmez aklından.

Kuyu’da 12 Eylül öncesinin siyasî çatışmaları üzerine, memleketin felâketi üzerine konuşulurken, esas musibet olarak, sinsice siyasetlerini yürüten İslâmcılardan bahsedilir. Ender’in babası, Yusuf’un çok iyi anlaştığı Şükrü Bey, ülkücülerle devrimcilerin “ayrı kamplarda olsalar da, savaşıyor hatta birbirini öldürüyor olsalar da… adanacak ve aldanacak kadar bu topraklara bağlı” olduklarını söyler. “Bir şahane tegafül”dür (gaflet, yani) onlarınkisi. Asıl düşman, “başka yapılar”dır; İtilafçılar’dan sürgün alan bir devamlılık içinde “kimisi İngiliz’le işbirliği yapıp isyan çıkaran, kimisi Kubilay’ı şehit eden”lerdir: “Bunlar aynı güruhtur, bunlar aynı fitnenin tohumlarıdır, bunlar Türk düşmanlarıdır ve Türk düşmanlarının dostlarıdır.” (K: 186) Yine İttihatçı-İtilafçı ayrılığının devamlılığı içinde, Yusuf, “Atatürk’e ve İttihatçılar’a alerjisi olanlar” faslından Necip Fazıl’dan hiç hazzetmediğini söyler (K: 289). Daha ileride, anlatıcı ses tereddüde yer bırakmayacak hükmünü şöyle verir:

Millî Görüş denen ve hiçbir kavganın tarafı olmayan bu takım neden bu savaşın hiçbir yerinde değildi? Çiğnenen mukaddesat, vatan, bayrak neden onları bu mücadelenin içine çekmiyordu ve onlara neden hiçbir şey olmuyordu? Neden onların milliyetçilik ve özellikle bir Türklük alerjileri vardı? (K: 340)

Daha da beteri olarak, Kestanepazarı’ndaki camide vaaz veren, hıçkırıklarıyla dinleyenleri tesir altına alan, dini keramete indirgeyen, mucize menkıbeleriyle “şuuraltına hitap eden” bir tekinsiz “Hoca Efendi” geçiyor romanda – adını anmadan, “bildiğiniz” Fetullah Gülen (K: 204, 232-233).

TUTUNMA/BEKA KORKUSU, “TEŞKİLAT”

Kuyu’nun bilgesi Mehmet Selim Efendi, bütün davanın, her bir şeyin esasını şöyle özetler: “Bu topraklarda tutunmanın tek yolu bir milli devlettir. Bizim milliyetçiliğimiz, yüzyılın başında bu topraklara tutunma fikrimiz ve savaşımızdır. Kuvayı millîye tam olarak budur.” (K: 239) Bu tutunma cehdinin roman silsilesindeki izini sürelim.

Sepetçioğlu’nun Kilit’inde, Kınık boyu baskın yedikten sonra Seyhun Nehri’nin doğusunda Nemek denen diyara sığınmaya çalışırken Afşin Beyin ninesi olan Kadın Ana, Tuğrul Bey’e takaza eder: “Bizi yuvasız yurtsuz bırakmak, oradan oraya sürünmek için mi” peşinde sürüklediğini sorar, “bizi buranın eşkıyaları burada yurtlandırmayacak. Geldiğimiz yöne dönersek de bizi adam yerine koymazlar,” ikazında bulunur.[10] Mesele, başkalarının yurtlarına göz koyarak ya da yanlarına sığışarak, öyle veya böyle, yurt tutmaktır. Açlıktan, yoksunluktan mı, Moğol baskısından mı, daha mamur yerlere konma hevesinden, daha “medeni” olanların seviyesine çıkmak için mi – orası da “öyle veya böyle”nin kapsamındadır. 

Arzulanan Kızıl Elma, Batı istikametindedir. Kadın Ana’nın yokladığı gibi: “Hani Çağrı Beyi göndermiştin, hani Bizans mıydı ne idi o gittiği yerler, bal döküp yalanır gibi anlatıyorlardı…” Sonra, kılıç hakkıyla girilen, oturulan, yurt tutulan “bal dök yala” yerlerde, bu mamur yurtta, yine kılıç hakkıyla çıkarılma korkusu hüküm sürecektir. Yurt tutma endişesi, yurtta tutunma endişesine dönüşür. Uhrevi bir manâ da yüklense, korku yine o korkudur. Meşhur “beka davası,” aslında bu korkunun adıdır. 

Kuyu’nun Mehmet Selim Efendi’si, milliyetçiliği “topraklara tutunma fikrimiz ve savaşımız” diye özetliyordu. Başka bir yerde, şöyle açar bu ana fikri:

“Aşağı yukarı yüz elli senelik savaş, çekilme, göç ve beka mücadeleleri ile vücut bulmuş bir siyasi-içtimai müktesebatın topyekûn şuuraltında böyle bir hissiyatın varoluşudur aslında milletçe en büyük kazancımız ve silahımız.”

Ona bakılırsa, “hatta zaman zaman bir kısım sol hareketlerin bile hamuruna” karışan bir “milliyetçi refleks”tir bu. (K: 255)

Özkişi ve Sepetçioğlu’nun romanlarında, modern zamanların eskisine uzanan, “kadim” bir değer taşıyan bu yurt tutma/yurdu tutma refleksiyle kaim milliyetçilik, bey soyu tarafından temsil edilir, karabudun tarafından değil. Başka halklarla da karışan sıradan ahali, karabudun, ancak teba olarak önem taşır. Bir bey soyu yok olur ya da yok etme kabiliyeti yok olursa, yeni bir bey soyunun ortaya çıkıp yönetimi devralmasında destek unsuru olarak önem taşır. “Millî tarih” yönetenlerin tarihidir, karabudunun görevi bu uğurda ölmektir.

Kuyu’da, kâht-ı rical misali, bey soyu ortada görünmez. Mustafa Selim Efendi de “Ağabey” de peşine takılınacak bey soyu değildirler. Enver Paşa Orta Asya’da öldürülmüş, Mustafa Kemal Paşa ise bey soyu koyamadan sahneden çekilmiştir. Türkeş bile o seviyede görülmez –  “askerin içindeki hareketlilik” hakkında bilgi bile alamıyordur. (K: 204) Mehmet Selim Efendi, çareyi demokraside görür (K: 350-351). Mevcut kriz “devlete sahip olanların ya da kendini devletin sahibi gibi görenlerin kendi aralarındaki demokrasiye olan hazımsızlıklarının kavgası”dır ona bakılırsa. Neticede yüzme öğrenir gibi “tuzlu su yuta yuta” öğreneceğizdir demokrasiyi. Belki bunu, milliyetçiliğin bayrağının artık karabuduna devredilmesi özlemi olarak okuyabiliriz.

Yurda tutunma veya beka mücadelesinde, bey soyu yanında, –belki bey soyunu da taşıyan!–, taşıyıcı unsur, “teşkilat”tır. Zamana göre adı ve kurumsal yapısı değişebilen, neticede devletin zübdesi mahiyetinde, beka “işine bakan” bir “teşkilat.” Bizzat efsanesiyle bir güç, bir değer olarak bakılır o “teşkilat”a.

Sepetçioğlu’nun Kilit ve Anahtar romanlarında, oluşum halindeki o “teşkilat,” yurt edinme “ülküsüne” adanmıştır. Onun casusları gönül erleridir, casus olmaları sadece idealleri uğrunadır.  Bahaeddin Özkişi’nin Köse Kadı ve Uçdaki Adam’ındaki “teşkilat” ise artık yurt edinilen yerde tutunmayı ülkü edinmiştir. Onun teşkilat adamlarının görev alanı daha çok serhat boylarındaki şehirlerdir. Seçilen casusların geçmişlerinde bir gönül yarası, bir hayal kırıklığı ya da bir tövbekârlık söz konusudur. “Yanlış bir sözün, yanlış bir adımın Devlet-i Osmanî’nin birliğini sarsabileceğinin” teyakkuzu içinde, “padişahın etrafının temizlenmesi… sultanın gaflet uykusundan uyandırılması” için gerekeni yapacak, “hiçbir fesada fırsat vermeden işin bitirilmesini” sağlayacak, bu gibi işlerin “sırrını gizleyecek adamı bulacak” bir teşkilattır bu.[11] “Devlet için devlete rağmen” hareket edebilen bir teşkilat.

Kuyu’da Yusuf Sancaktar’ın hizmet ettiği teşkilat, Sepetçioğlu’nun değil Özkişi’nin romanlarındaki teşkilatın misyonunu sürdürür, beka/tutunma davasına “bakar”. Kuyu’nun devamı gelecek olursa, bu teşkilatın başında görünen Mehmet Selim Efendi’nin kimlerden el aldığı belki ortaya çıkar. 

Bahaeddin Özkişi’nin teşkilatının payitahtta görev yapan adamı, Martali Matyas, önemli bir şahsiyettir. Hatta Özkişi’nin Köse Kadı romanına önce Martali Matyas adını vermeyi düşündüğü biliniyor. Martali Matyas Macarların çok güvendiği bir casus olmasına rağmen aslında Osmanlı’ya hizmet etmektedir. Güvenirliğini kanıtlamak için kulaklarının kesilmesine bile “devleti uğruna” rıza göstermiştir. Kuyu’da ona tekabül eden “Ağabey” karakteri nispeten siliktir. Aralarında pek ast üst ilişkisi yok gibi görünse de neticede teşkilatın aklı, Mehmet Selim Efendi’dir.

Yusuf Sancaktar’ın hizmet ettiği teşkilatın tam “ne” olduğu, nereye bağlı olduğu ya da olmadığı, müphemdir. Söz konusu “teşkilat”ın bahsettiğimiz efsane karakterine uygun biçimde. Yarı şaka yarı ciddi, Teşkilat-ı Mahsusa’nın devamı gibi düşünülür (K: 408).

VE İSTİHBARAT: “YİĞİT HAYINLIK”

Her halükârda, o “teşkilat”ın kalbinde “istihbarat” vardır. Gerek Bahaeddin Özkişi’nin, gerek Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun gerek Adnan İslamoğulları’nın romanlarında, devletin olmazsa olmazı, istihbarattır. İstihbarat bilgi, “hikmet” ve serdengeçtiliğin birleştiği ulvî bir faaliyet gibi tasavvur edilir.[12]

Sepetçioğlu Kilit’te istihbaratçının portresini bir “mübarek adam” olarak şöyle çizer: “Bir memleket nasıl alınır, bir toprak nasıl yurt edinilir ondan daha iyi kimse bilemezdi. Din adamı mıydı, cenk adamı mıydı, medrese adamı mıydı neydi hâlâ düşünürüm.”[13] Sepetçioğlu’nun istihbaratçıları, devleti inşa eder, ahaliyi “devlete hazırlarlar.” İyi eğitimli olmaları temel önemdedir. Romanın savaşçı kahramanlarından Sav-Tekin, bu âlim-derviş karakteri şöyle anlatır: 

“Adam kitabı diviti bir yana attı; ok yay taşıdığı da yok; kılıç topuz taşıdığı da yok. Gelgelem bir çene, bir laf... Hem de laf ki ne laf... Başını uçurmak için kalkan kolun, kılıcı götürür teslim eder; boynunu uzatırsan önüne, al vur helâl olsun hay hoca dersin. Ne demektir bu ondaki lâf gücü anlamadım gitti.”[14]

Sepetçioğlu’nda istihbaratçı yetiştiren ocak konumundaki Saçlı Hoca medresesinin yerini, devam romanlarında Ahmet Yesevi ocağı alacaktır. 

Bahaeddin Özkişi’de de roman kahramanlarından Şeyh Necmettin Efendi, serhat boylarında tabii beka uğruna istihbarat faaliyetlerinin sürdürülmesi görevini doğal bir sorumluluk gibi yüklenmiştir. Özkişi’nin istihbaratçıları gönül yaraları olan kişilerdir. Sevdiği kişiye kavuşamamanın acısı içindeki Mehmet Bey’in, Köse Kadı’nın rahle-i tedrisinden geçerek istihbaratçı olması süreci şöyle anlatılır: “Kadı efendi onunla günler boyu sohbet etti ve ona anlattı ki; İslâm yolunda mücahede kılıç çekmek değildir sadece. Devlet-i Osmanî’nin kılıç ve gürz taşıyacak bilekler kadar, hattâ daha fazla, işleyen kafalara ihtiyacı vardır.”[15] Bu “eğitim şart” vurguları kılıcın tamamen bir kenara bırakıldığını düşündürtmemeli; ideal istihbaratçı, elbette “alp-eren” olacaktır.

Kuyu’daki Mehmet Selim Efendi, doğrudan devletin istihbarat teşkilatında yer almamakla birlikte “orayla” sıkı bağları vardır. İstihbarat teşkilatının en azından veya özellikle asker kökenli olmayan kadroları üzerinde nüfuzu olduğunu anlarız. Zaten Kuyu’da alttan alta asker kökenli olan ve olmayan istihbaratçıların mücadelesini de sezeriz. Asker olmayan (“sivil” mi demeli!?) istihbaratçıların bir kolunu da bey soyundan gelenler teşkil eder: “Nesillerdir devlete hizmet eden aileler” (K: 100)…

Üç romanımızda da istihbaratçılığın güçlü bir kolu, “hainlik” veya “sızma” üzerine kuruludur. Burada da iki yol görülür. Birincisi Türk –yani “doğru tarafta” olan– kişinin bir ihanet senaryosu içinde hain damgasını yemeyi göze alarak düşman saflarına geçmesidir. İkincisiyse, kimliğini saklayarak oraya sızmasıdır.  

Sepetçioğlu’nun Kilit’inde ilk yolun çarpıcı bir örneği yer alır. Alpaslan, iki çocukluk arkadaşı Afşin ile Ersagun’dan birine, “haini oynama” görevini önerir. Birisi sultanlık davasındaki Gümüş-Tekin’i öldürüp yerine ordu beyi olacak, öteki bunun üzerine ona baş kaldıracak, “döğüşüp yenilecek, kaçıp Bizans’a sığınacak… Bizans’ın güvenilir adamı haline gelip orda hem Bizans ordusunu içinden göğnütecek, hem de Peçenekliyi bizim için hazırlayacak”tır. Ne var ki herkes “bu yiğitliği kimse bilip anlamadan hayattayken de, öldükten sonra da onu hayın bilip hayın çağıracak, lanetleyecek”tir. Alpaslan “hanginiz bu yiğit hayınlığa talip?” diye sorar. Yiğit-hayınlığa ikisi de talip olmaz, çöp çekerler, Ersagun kaybeder.[16]

Kuyu’nun başkahramanı Yusuf Sancaktar, ikinci yolun örneğidir. Ülkücü olmasına rağmen, 13 yaşındayken “Ağabey”in yaptığı planlamayla, sol örgütlere sızmak üzere hazırlanır. Romanın ikinci derece kahramanlarından Nadir de sol örgüt içinde istihbaratçılık yapanlardandır.

Özkişi’nin “yiğit-hayınları” iyice cefakârdır, “Devlet-i ebed-müddet” için her şeyi göze alırlar. Köse Kadı’da Martali Matyas’ın kulağının kesilmesini göze aldığını belirtmiştik.

İstihbarat olur da karşı-istihbarat olmaz mı? Sepetçioğlu’nda Selçuklu’ya karşı başkalarının “taşeron istihbaratçılığını” yapan Hasan Sabah ve kadrosu hakkında olabilecek en çirkin tanımlar yer alır. “Rafızi” sıfatı karşı tarafın casusu sayılmak için yeterlidir Sepetçioğlu’nda. Bahaeddin Özkişi, kendi “yiğit hayınları”nı türlü erdemlerle donatırken düşmanların istihbaratçıları doğuştan soysuz kişilerdir adeta. 

Özkişi’nin Köse Kadı’sında karşı-istihbarat teşkilatının gözdelerinden biri, Macar Gak’tır. “Sıska bir vücut üzerine yerleşmiş kocaman bir başı” ile “birkaç mangır” uğruna “tek gözünü kırparak türlü maskaralıklar yapan, “anasız babasız bir zavallı” olan “Deli Gak”. Gak, İslamoğulları’nın romanının hemen başında karşımıza çıkar. Kahramanımız Yusuf Sancaktar, okumakta olduğu romanın (adı vermediği roman belli ki Köse Kadı’dır) karakterlerinden biri olan Gak’tan ve onun “hilkat garibesine benzetilen tasvirlerinden” çok etkilenmiştir. Hatta resmini yapmaya koyulur. “Kirden rengini kaybetmiş kapüşonlu cüppesi, eskimekten var olmak ile ile yok olmak arasında olan çizmeleri, boynundan sarkan ve üzerinde temiz sayılabilecek tek nesne olan çarmıhtaki İsa tasvirli gümüş haçı, yağdan tutam tutam saçları, yuvalarından uğramış gibi patlak gözleri, nerdeyse tüm yüzünü kaplayan ve yabani sarmaşığa benzeyen kılların dışarıya sarktığı iri delikli kocaman burnu, memeleri sarkmış kepçe kulakları ve yüzüyle orantısız incecik dudaklarıyla ancak bir korku filminin kötülük saçan karakteri” suretindedir Gak (K: 1-2). Yusuf Sancaktar’ın Gak’tan, yani çirkin ve kötü olan bir düşman casustan bu kadar fazla etkilenmesi elbette dikkate değer. Romandaki “Ağabey,” Yusuf’un “o kitabı okuması[nı] enteresan” bulur; “düşmanlarını tanımak istiyor demektir,” diye yorumlar. Daha karmaşık olsa gerek. Zira “düşmanı tanımak istemek”ten öte bir özdeşleşme meyli de hissettirir kendini. “Kötü”nün cezbesi mi? O cezbeyle birlikte, tümüyle “istihbaratçılığın,” hatta “yiğit-hayınlığın” trajedisinin bir sorgulaması mı? Bu sorular, izleyen bölümde konuşacaklarımızla da alâkalı.

Bir parantez: Bu hain-kahramanların, –elbette halk edebiyatı ve destanlarındaki köklerini unutmadan–, Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece romanındaki Şahin Hoca’nın cübbesinden çıkmış olduklarını da düşünemez miyiz?  

“EVET EVLADIM, BİZ BUNA FENÂFİDDEVLE DİYORUZ”

Kuyu’da “kahramanlarımızın” devleti peygambersiz-kitapsız bir tanrı gibi telâkki ettiklerini belirtmiştik. Bu devlet metafiziğinin arkasında, bağlılarının kendilerini ve bütün varlığını onun bekasına adaması yatar. “Galip çıkma ihtimalinin bulunmadığını bildiği bir savaşta devletini yeniden diriltmek için kırk arkadaşıyla birlikte savaşmış ve ölmüş” olan Kür Şad mitosu, bu misyonu temsil eder: “Türklerin özgürlüğü ve devleti onun ve kırk arkadaşının ölümü üzerinde yükselmiştir.” (K: 431). Ebed-müddet Türk devletinin kaderinin dönüm noktalarının hep “siyasetle değil savaşla gerçekleştiği” söylenirken, yapılan şu ek önemli: “Ya düşmanla ya da birbirimizle savaş…” Yerleşik düzene geçince, “devletimizin banileri” olan Türkmenlerin tepesinden Selçuklu ve Osmanlı’nın kılıcının inmemesi, “birbirimizle savaş”ın tarihsel örneği olarak zikredilir (K: 432). Enver’le Mustafa Kemal’in –“rüya takımı” misali!- beraber olamaması da gücün tekelciliğiyle açıklanır: “Devlet şerik kabul etmez evladım, kıskançtır. Kılıcı keskindir devletin, gün gelir babanın boynunda parıldar, gün gelir evladın boynunda kement olur.” (K: 61)

Kuyu’nun ulu bilgesi Mehmet Selim Efendi’ye göre bütün bunlar mubah ve meşrudur, neticede “fenâfiddevle kanla yazılır.” Devamla, arka kapağa da taşınan düstur: “Fenâfiddevle bir karakterdir, bir seciyedir, bir ahlaktır, leke kabul etmez ve gökten inmez bir bayraktır, bağımsızlıktır.” (K: 433).

Bu kilit kavrama, MHP’nin kuruluş ve gelişme safhasındaki ikinci adamı Dündar Taşer’in –tarihçi Ziya Nur Aksun’dan ilhamla– sarıldığını biliyoruz. Tasavvufta benliğin tümüyle ilâhî varlıkta erimesini anlatan fenâfillah’tan türer fenâfiddevle; kişinin bütün varlığıyla devletin varlığında erimesini, onunla “bir olmasını” anlatır. Dündar Taşer’den not edilen bir ifadesiyle, vatanın bile fenâ bulduğu yani içinde eriyip yok olduğu bir “mertebe”: “Millî görüşümüzde vatan değil de daha çok devlet ve onun hâkimiyet sembolü olan bayrak esastır. Nitekim bayrak nereye gidiyorsa, Türk de oraya gidiyor. Bayrağın dalgalandığı, yani devletin hâkim olduğu yerde yaşayabiliyor… Demek ki devlet… vatandan daha asli bir unsur.” [17]

Yusuf Sancaktar, tâbi olduğu ve hürmet ettiklerince kendisine telkin edilen fenâfiddevle “ilkesi” ile ilgili kafa karışıklığı yaşar. İki düzlemde. Birincisi, devlet “tam olarak” kimdir? İkincisi, bu ilke sahiden “doğru” mudur, salih ve sahih bir ilke midir?

Birincisinden başlayalım. Devlet kimdir, kimlerdir? Devlet adına hareket eden, devleti temsil etme iddiasında olanların hangisi “asıl” devlettir? Özkişi’de de solgun bir şekilde rastlarız bu ikircime. Uçtaki Adam’da, Köse Kadı’nın görevini devralacak olan Murat Bey’in o mevkie devletin iradesiyle mi yoksa kendini devletin asıl sahibi sayanların bir kararıyla mı geldiği sorusunun cevabını bulamayız.

Kuyu’da Yusuf’un gözleri önünde, bir devlet adına hareket eden güçler “karambolü” hüküm sürer. Sol örgütlerdeki muhtelif figürler devlete bağlıdır, Yusuf’a istihbarat bilgisi sağlayan kişiler devlete bağlıdır, “Ağabey” devlete bağlıdır, Mehmet Selim Efendi devlete bağlıdır. Sevgilisi (ilişkileri onun değil Yusuf’un “evlenmeden olmaz” ahlâkına tâbidir – K: 263) Defne, öğrendiklerini “babasına, yani devlete bildiriyor”dur (K: 203) – biraz yukarıda, “babasının devleti” denir ona! Yusuf, Defne gibi subay çocuğu olan ve babasına istihbarat veren Burhan’a “devletin çocuğu” diye hitap eder (K: 331). Burhan, Yusuf’a, gözaltına alınmasının sebebini açıklarken, devlet içi güçler çatışmasından bir fragman verir: “Devletin içinde bir grup, senin ve senin gibilerin devletin köklü bir damarı için çalıştığını düşünüyor. Seni işkenceye almalarının asıl sebebi… tepkinin nereden geleceğine bakmak, seni kimlerin kurtarmaya çalıştığını görmek ve o damarı açığa çıkarmaktı.” (K: 330) Yusuf zaten epey öncesinde, devlet adına hareket eden güçlerin “düzeni” hakkında şüpheye düşmüştür: “Kaç koldan yürüyordu bu mücadele? Bu kolların hepsine devlet mi hâkimdi, yoksa bu kollar mı devlete hâkimdi?” (K: 130) Yusuf’un “bunların hangisi asıl devlet?” sorgulamasının devletin hikmetiyle ilgili bir sorgulamaya uç verdiği uzun bir iç konuşmasını aktaralım:

“Türkler için de Tanrı’nın bir diğer adı devleti. Kutsalların en tepesindeydi devlet ve uğruna her şey feda edilmeliydi. Her gün sokaklarda ülkenin çocukları yere düşüyor, oların cansız düştüğü yerden devlet güçlenmiş olarak kalkıyordu ayağa. Güçlenen devlet hangi devletti? Burhan’ın ve Defne’nin babasının devleti mi? Hayatı boyunca dürüstlükten ayrılmayan Şükrü Bey’in devleti mi? Şemsi’yi ve benzerlerini örgütlerin içinde ajan olarak gizleyen devlet mi? Mehmet Selim Efendi’nin devleti mi? Ağabey’in devleti mi? Türkeş’in devleti mi? Komünist örgütlerin eylemleri karşısında devletin yanında saf tutan ve hayatlarını feda eden ülkücülerin devleti mi? Hiçbir çatışmanın ve kavganın içinde olmayan Erbakan’ın devleti mi? ‘Yollar yürümekle aşınmaz’ diyen, ‘Bana sağcılar cinayet işletiyor dedirtemezsiniz,’ diyen Demirel’in devleti mi? Sol örgütlerle iç içe bir CHP ve Ecevit’in devleti mi?”[18]

İkinci düzleme geçtik zaten. Yusuf, ülkenin çocuklarının cansız düştüğü yerden devletin güçlenmiş olarak ayağa kalkmasını sorgular. “Bu devlet kendisine bu kadar bağlı kadroları nasıl oluyor da korumasız bırakıyordu, nasıl feda ediyordu bu katiller sürüsüne?” diye sorar (K: 269). “Nasıl bir devletti bu?” diye bir seri soru izler bunu: “Nasıl bir devletti bu? Solcu subay bir baba devlet için oğlunu sol örgütlerin içine sokuyor, oğlu eylemlere giriyor, ölebilir ama babası bunu göze alıyor. (…) Nasıl bir devletti ki bu, hem bu kadar kanın akmasını seyrediyor, hem kan akıtanları kontrol ediyor, hem de işkence ediyor. Çok güçlü olduğu için mi böyle güçsüz olduğu için mi?” (K: 339-340) Kontrol ettiğini düşündüğü sol örgütler vasıtasıyla MHP’lileri öldürten devletle ilgili de sorar aynısını: “Bu nasıl bir devlet?” (K: 344) “İçinden çıkılmaz bir labirente benziyordu bu devlet, ahtapotun kolları gibiydi,” der ve yine sorar: “Bu kadar güçlü bir devlet varken neden kırıyor gençlik birbirini? Bu çok acımasız bir tercih değil mi devlet adına?” (K: 346) “Ölen Türk çocuklarının, ne solcusunun ne de ülkücüsünün eğitim zayiatı kadar değeri yoktu devletin gözünde,” diye kahreder: “Gençlerin elindeki kılıçları bileyen de devletin kendisiydi” ve sonunda o kılıç “gençlerin boyunlarında parıldayacak”tı (K: 367).

Malûm, 12 Eylül darbesine giden zamanda geçiyor roman. Yusuf’u devletin hikmetinden şüpheye düşüren gidişat, malûm, “asıl devlet”in darbe için “şartların olgunlaşmasını” bekleme hatta bizzat o şartların olgunlaşmasına katkıda bulunma stratejisinin hikâyesidir. Darbe, Türk milliyetçiliğini de devre dışı bırakacaktır Kuyu’nun anlatımında ve “devleti kılcal damarlarına kadar tanıyan ve bu damarlara kan pompalayan Türk milliyetçileri” bu akıbete dair hiçbir öngörüde bulunamamakta ve olan biteni yalnız şaşkın şaşkın” izlemektedirler (K: 420). Zaten yine Mehmet Selim Efendi’nin ağzından, MHP’nin siyasi partiye dönüşmeyip “milliyetçi kadro hareketi” olarak kalmasının daha iyi olmuş olacağına dair bir “keşke” hayıflanması da okuruz (K: 256).

Devletin hikmetiyle ilgili şüphelerin bağlandığı kritik bir diyalog var. Yusuf Mehmet Selim Efendi’ye, kızgın ve sinik bir soru sorar: “Yeni Türkiye, Ümraniye’de katledilen beş ülkücü işçinin, Bahçelievler’de öldürülen yedi TİP’li gencin üzerinde vücut bulacak demek ki ve biz buna fenâfiddevle diyoruz değil mi efendim?” Mehmet Selim Efendi’nin gayet açık ve soğukkanlı cevabı şudur: “Evet evladım, biz buna fenâfiddevle diyoruz.” (K: 431) Devamında: “Hiç tasa etme Yusuf, bizim millet zaten kahramanın yaşayanını değil, ölenini yüreğinde yaşatır ve hak ettiği değeri ölünce verir.” (K: 434)

Kuyu, fenâfiddevle düsturunu epey bir itip kakar, sarsalar… ve o düstur onu itip kakar, sarsalar. Ama sonunda bağlandığı yer, bunu bir trajik hakikat olarak kabullenmek gerektiği yönündedir. Yusuf, bağrına taş basar. “Nasıl bir devletti ki bu?” sorularını yutar. Kerhen de olsa. Tabii, başka bir açıdan bakarsak, bunlar Sepetçioğlu’nun, Özkişi’nin kahramanlarına zinhar sordurmayacağı sorulardır. Milliyetçi ve ülkücü “dünya görüşü romanı” geleneği içinde, bu soruların sorulmasının önemini de inkâr etmemek gerekir.

***

KUYU’DAKİ SOLCULAR

12 Eylül öncesine dair ülkücü edebiyatta sol örgütlerin dünyasına dair tasvirlerde, çıta son derece düşüktür. Sözgelimi kült roman sayılabilecek Emine Işınsu’nun 1968’den 70’lere uzanan Sancı’sında (1974), şedit bir şeytanlaştırma vardır. “Dövüştüklerimiz gâvurdan beter,” der onun kahramanı. Solcuların çoğunlukla züppe orta sınıf çocuklarıdır, aralarındaki tek tük “Anadolu çocukları” da “yozlaşmış Anadolu kasabaları, köyleri”nden (yani Alevi!) veya “zaten daha ziyade doğulular”dandır.[19] Sonrasında yazılan romanlardaki sola dair anlatılar da, bu çıtayı çok fazla yükseltmedi.

Bununla ölçüldüğünde, Adnan İslamoğulları’nın Kuyu’su çok ileride duruyor. Öyle veya böyle bir “anlama” gayreti var. Romandaki solcular yekcins değildirler, aralarında “iyisi de kötüsü de” vardır. İyi kötü, insandırlar. Kendilerince bir davaları vardır.

Romanın kahramanı Yusuf, ajan olarak sızdığı sol örgütte birisiyle candan arkadaş bile olur. Gerçi o genç de, zamanla örgütünün tutarlılığı hakkında tereddütlere kapılabilen birisidir. Biraz da, Yusuf’un telkinleriyle. Zira Yusuf, “samimi” olarak, içine sızdığı örgütteki devrimcilere, kendi bakış açısından gördüğü, kimi iç tutarsızlıklarını anlatmaya çalışır; mesela işçileri ve halktan insanları hedef alan eylemlerin anlamsızlığını anlatır, “ülkücülerin de bizden bir farkları yok, onlar da bu halkın çocukları bizim gibi,” diye anlatır (K: 220).

Zaten 1978’de Ümraniye’de beş ülkücü işçinin öldürülmesi ile Ankara-Bahçelievler’de yedi TİP’li gencin öldürülmesi, romanda birkaç kez “anlamsız” katliam örneği olarak geçer. Bunlar taraflar adına utanılacak cinayetlerdir.[20] Beri yandan bu anlamsızlıklarıyla, istihbarat örgütlerinin (bunların envai çeşit olduğunu yazıda belirttik) parmağının olabileceği ihtimalini de akla getirtirler – en azından bilinip önlenilmemişlerdir.

Nitekim solla ilgili olarak da temel mesele istihbarattır. Eski 68’li amcası, bir devrimci gence, sol örgüt yöneticileri arasında üç kişiden birinin devlete çalıştığı uyarısını yapar. Şu da var ki bu noktada kahramanımız, “sağ örgütler için de mi geçerliydi bu durum?” kuşkusunu duymadan edemez (K: 230). Sonra yine, sol örgütlerden birine sızdırılmış istihbarat ajanı Şemsi’yi kastederek, “Şemsi gibilerin ülkücülerin içinde de bir kontenjanı var mı?” diye soracaktır kendine (K: 346). Neticede sağın da bağışık olmadığı istihbaratçı manipülasyonunun, solu kıskıvrak sardığını görürüz. Bu yapı, bu örgütlerdeki “iyi niyetli” çocukları iğfal eder. Bu arada kendi üyelerine dönük işkence ve infazlar da sol örgütlerin standandardı gibi resmedilir.

Memleket komünistlerinin İştirakiyûn’dan beri, Kaypakkaya ve Mahir Çayan’a kadar (!) “az ya da çok Fransız komünistlerinin tedrisatından geçmiş” oldukları gibi afakî genellemeleri (K: 159), Filistin’de, Lübnan’da silahlı eğitim kamplarına gitmiş bir TKP’liden söz edilmesi gibi (K: 228) olmayacak şeyleri geçelim. “Mustafa Suphi’nin bir kayıkçı kâhyası kadar devlet nezdinde kıymetinin olmaması”ndan (K: 350), Sabahattin Ali’nin hain olarak görülmesinden ve öldürülmesindeki “bit yeniği”nden, tatsız şeyler olarak zikredilmesini not edelim.

Kuyu’nun kahramanının hikâyenin sonlarına doğru içine gömüldüğü kitabın, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı olduğunu da not edelim (K: 353). Fenâfiddevle’nin “bu topraklarda tutunma”nın davasından, “bizim, hepimizin hayata tutunma” davasına, bir ufak menfez…


[1] Adnan İslamoğulları: Kuyu. Ötüken Neşriyat, İstanbul 2020. Metin içinde bu kitaptan yapılan alıntıları parantez içinde büyük K harfi ve sayfa numarası belirterek vereceğiz.

[2] Mustafa Necati Sepetçioğlu: Kilit. İrfan Yayınları, 2012 (37. baskı). Anahtar. İrfan Yayınevi, 2011 (33. Basım). Bahaeddin Özkişi: Köse Kadı. Ötüken Neşriyat, 2019 (21. baskı). Uçtaki Adam. Ötüken Neşriyat, 2020 (12. baskı). Arada iki yazarın başka romanlarına da göz atacağız.

[4] Mesela Uçtaki Adam’da s. 27, 29.

[5] Anahtar, s. 20-21.

[6] Bize “Ağabey” Galip Erdem gibi, “Başkan” Muhsin Yazıcıoğlu imiş gibi göründü.

[7] Tanıl Bora-Bayram Şen: “Saklı bir ayrışma ekseni: Rumelililer-Anadolulular,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce/ Cilt 9: Dönemler ve Zihniyetler içinde, İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s. 1149-1162.

[8] “Suyun öte tarafı öpsün sizi,” Yeniçağ, 29 Ocak 2017.

[9] Mehmet Selim Efendi’nin “ekaliyetten” bir başka dostu, Arakel Efendi, “iyi Ermeni”dir. Yani Osmanlı’ya/Türkiye’ye sadık Ermeni. Fransa’da “büyük devletlerin kuklası” olan Ermenilerin kampanyalarına karşı faaliyetler yürütür. Bunun için kendisine teşekkür edip “hakkınızı nasıl ödeyeceğiz?” diye soran Mehmet Selim Efendi’ye şu minnetli cevabı verir: “Biz yüzlerce yılın hakkını ödeyelim, sıra size de gelir efendim!” (K: 144)

[10] Kilit, s. 29.

[11] Uçtaki Adam, s. 106. 

[12] İstihbaratın adeta “bilimler bilimi” gibi bir tanımı için, herhalde Ümit Özdağ uygun referanstır: “İstihbarat; ulaşılabilen bütün açık, yarı açık ve/veya gizli kaynaklardan her türlü aracın kullanılması sonucunda elde edilen her türlü veri, malumat ve bilginin ulusal genel veya ulusal özel olandaki politikaların gerçekleştirilmesi ve ulusal politikalara zarar verilmesinin engellenmesi amacı ile toplandıktan sonra önemine ve doğruluğuna göre sınıflandırılması, karşılaştırılması, analiz edilerek değerlendirilmesi süreci sonucunda ulaşılan bilgidir.” Ümit Özdağ: İstihbarat Teorisi. Kripto Basın Yayın, 2020 (14. baskı), s. 31.

[13] Kilit, s. 124-125.

[14] Kilit, s. 149.

[15] Uçtaki Adam, s. 175.

[16] Kilit, s. 251-252. Kuyu’nun künyesinden, Adnan İslamoğulları’nun bir oğluna Ersagun ismini verdiğini öğreniyoruz. 

[17] İsmail Yakıt: Hatıralarıyla İz Bırakanlar. Ötüken Neşriyat, İstanbul 2016, s. 38-39.

[18] K: 348. Bu vesileyle, “asıl” devletin adresinden gayet emin olan birisini zikredelim. 12 Eylül dönemi MHP davalarının avukatlarından Şevket Can Özbay’a bakılırsa, Türkiye’nin “çok kritik zamanlarda ve çok hayati noktalarda müdahil olan” bir “derin devleti” vardır, bunu da “en tepede bulunan üst yapıdaki dört kişi” temsil eder, “onları kimse seçmez, onlar kendi içlerinde seçim yaparlar.” Şevket Can Özbay: Can’dan Mücadelem. Motto Yayınları, İstanbul 2020, s. 190-191

[19] Ülkücü geçmişle hesaplaşma literatürü hakkında bkz. Kaya Akyıldız–Tanıl Bora: “Siyasal hafıza ve ülkücülerin hatırasında 70’ler”, Toplum ve Bilim, no. 127 (2013), s. 209-228.

[20] Ümraniye’deki cinayet hakkında, faillerinin çıktığı örgüt bünyesinde hem zamanında hem günümüzde yapılan özeleştiri ve kınama için bkz. İbrahim Ünal: Tarihe Not. Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2020, s. 291. Bahçelievler katliamı faillerinden birisinin açık özür ve özeleştiriye dönüşmeyen anlatısına, Kaya Akyıldız-Tanıl Bora imzalı yazıda değinilmişti.