Nereden bakılırsa bakılsın 1994 ilkbaharında Türkiye’nin tarihsel bir dönemeç yaşayacağı kesin gözükmektedir.
Bu tarihte genel mahalli seçimler yapılmış, Ordunun ve çok geniş bir kamuoyunun nihai sınav anlamını yüklediği PKK’ya yönelik kış operasyonunun sonuçları belli olmuş olacaktır.
Hiç de uzak ihtimal sayılmayacak bir RP seçim zaferini bir yana bıraksak bile; 1994 mahalli seçimlerinde Türkiye’deki siyasal düzenin istikrar güvencesi olan “merkez”deki ağırlığın dağıldığına tanık olacağımız kesin gibidir. 1923-1946 döneminde CHP’nin, 1946 sonrasında da CHP-DP ikilisinin ve onların devamı partilerin şahsında işlevini sürdüren bu merkez, hem toplumun en az yüzde 60’ını temsil etmenin ağırlığıyla gelişmeleri belli sınırlar içinde dengeleyebiliyor; hem de TC’nin “temel devlet politikaları” ile toplumda bunlarla çatışan eğilimlerin uzlaştırılabildiği pota olma görevini yerine getiriyorlardı. Ancak şimdiden aşağı yukarı bellidir ki, 1994 Mart’ında klasik merkez partilerinin oy oranı “kanatlar”dakinden ciddi ölçüde düşük olacaktır. “Merkez sol” konumundaki SHP’nin, sözü edilen işlevi yerine getirebilmesi için gerekli yüzde 20 civarındaki oy gücüne erişmesi ancak “mucize”yle mümkün olduğuna göre DYP+ANAP’ın yüzde 40 üzerindeki bir oy toplamıyla merkez sağı ayakta tutmaları “denge” için yeterli olmayacaktır. Her şeyden önce bu iki partinin yükselen bir RP’ye karşı “denge”yi korumak, onu dizginlemek için konumlanmak zorunda olacakları yer, eski yerleri olmayacaktır. “Kürt sorunu”nun geldiği nokta ve kabarış halindeki popüler bir Türk milliyetçiliğinin boy göstermesi gibi faktörler de dikkate alındığında; 1994 ilkbaharında, -“Atatürkçü”lüğün eksen çizgisini oluşturduğu- yetmiş yıllık siyasal yapılanışın “tarihe karıştığı” herhalde tescil edilmiş olacaktır.
Bu, TC devletinin üzerinde şekillendiği “temel devlet politikaları”nın da kaçınılmaz olarak değişeceği, adı aynı kalsa da içerik olarak ciddi ölçekte başkalaşacağı bir sürecin “resmen” başlaması demektir. Yani yetmiş yıllık “Atatürkçü dönem”, 1994 ilkbaharında öyle ya da böyle bitmiş olacaktır.
Aslında bu, 12 Eylül rejimiyle, bizzat Ordu eliyle boşaltılmış bir sürecin alenileşmesi demektir. Nitekim daha 12 Eylül döneminde Nadir Nadi, askerî cuntanın özellikle laiklik ve -Atatürk milliyetçiliğinin gözde kurumları olan- Türk Dil ve Tarih Kurumlarına yönelik yorum ve uygulamaları karşısında “Ben Atatürkçü değilim” derken bu olgunun sezgisini dile getiriyordu. Geçenlerde, “yaşasaydı Atatürk de Refahçı olurdu” diye ciddi bir beyanat veren Erbakan’a, “dün” belki de hakaret davası açacak olan “Atatürkçü çevreler”in hiçbir tepki gösterememeleri de ilginç bir kanıttır.
1994 ilkbaharından itibaren Türkiye’nin siyasal yelpazesi yeniden şekillenecek, süreç içinde yeni bir konumlanış tarzı, “dün”ün ilerici-gerici veya sağcı-solcu saflaşmalarına tekabül eden ayrım çizgileri belirlenecektir. “Dün” bu konumlanışların, ayrım çizgilerinin en önemli belirleyicisi, Atatürkçülüğün “devlet” olarak ülkenin yakın dönem tarihine vurduğu damga ve ağırlıktı. Ayrıca Atatürkçülük, siyasal tasavvur ve tasarılar ufkunu “misak-ı millî” ile sınırlamak gibi bir etkinin de kaynağıdır.
Bütün bu dolaylı ve dolaysız etkilemeleri ile “Atatürkçü”lük faktörünün yerini tutmasa da, “Kürt Sorunu”nun 1994 ilkbaharında yapılacak bilançosu, yeni dönemin ilk çizgilerini belirleyecek en önemli faktördür.
Atatürkçü dönemin başlangıcında da bitişinde de Kürt isyanlarının oluşu anlamlı bir olgudur. Ancak dikkat edilmelidir ki; 1925’teki Şeyh Sait önderliğindeki isyan üzerine, bir yandan isyanın üzerine hışımla giderken öte yandan siyasal rejimi tek parti diktatörlüğüne dönüştüren ve bununla amaçladığı “çağdaş ulus”u oluşturacak “devrimlerin” daha etkin sonuçlar vereceğini uman bir Atatürkçü “devlet” vardır. Ve bu devlet, bütün o devrimler ile şekillenmesini istediği “çağdaş toplum”un toplumsal kimlik bilincini “Atatürk milliyetçiliği” tanımıyla ifade etmekteydi. Bu, sadece Türk ırkından gelmeyen ülke ahalisini Türk kimliği altında asimile etmeyi hedefleyen bir yaklaşımı, bir ulus kavramını ihtiva etmeyen, aynı zamanda o kimliğin bizzat Türk ahaliye de empoze edilmesi ihtiyaç ve zorunluluğu tesbitinden hareket eden bir ideoloji idi. Soy Türk milliyetçilerinin bu ideolojiye karşı çıkışlarının ana nedeni onun bu “asimilasyon” amacı iken, özellikle dinî hareket tarafından dile getirilen red gerekçesi ise ikinci özelliği üzerinde yoğunlaşmaktaydı.
Şimdi, daha doğrusu 12 Eylül’den beri, “Kürt Sorunu” üzerine giden Atatürkçü etiketli devletin o ideolojide mündemiç amaç ve inancı taşıdığı asla söylenemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, Aydınlanma çağının ulus nosyonundan bir “aydın monark”ın esinlenebileceği tarzda esinlenmiş bir kadroydu. O dönem Türkiye’sinin, her biri kendi özel milliyetçiliklerini geliştirebilecek etnik topluluklar içerdiğini pekala bilen, ama bölgenin kültür, tarih mirasının ve İslamiyet “zemini”nin Türkler de dahil hiçbir toplulukta milliyetçi bir kimlik bilincini yeşertmediğini dikkate alarak, hepsini -derece derece hepsine yabancı, hepsi için “dışsal”- bir Türk kimliği altında homojen bir toplum haline getirebileceğini tasarlamış ve buna inanmış bir girişim sözkonusu idi. İdeolojilerinin bir argümanı olan örneğin “Kürt yoktur” tezi olgusal gerçekten hareketle edilmiş bir söz değil, o asimilasyon amaç, imkân ve inancından hareketle dile getirilen bir iddiadır.
Cumhuriyetin 50. yılını doldurduğu 1970’li yıllarda, o ideoloji doğrultusunda yürütülmüş politikaların amacına ulaşamadığı, hattâ tersine sonuç vermiş olduğu açıkça görülüyordu. 1980’lerde “Kürtlüğe” olan aidiyetini, dinsel, yöresel ve aşiretsel aidiyetlerinin üzerinde bir üst kimlik sayan Kürtler, bir avuç seçkinden ibaretken, bölgenin siyasal hayatına hepsi de Kürt kimliğini vurgulayan bir dizi -popüler desteğe sahip- hareket damgasını vurmuştur.
O nedenle 1980’de bölgeye hışımla dalan 12 Eylül “Atatürkçüleri”, 1925 Şeyh Sait İsyanı’nı bastırmaya giden Atatürkçülerle aynı inanç ve amacı paylaşıyordu denemez. 1925’dekiler, isyanın “kadrolarını yok ettiklerinde, yöre ahalisini bir hamur gibi yoğurarak, onları kendi tesbit ettikleri Türk kimliği altında şekillendireceklerine, en azından inanıyorlardı. Bir Kürt açısından o “yoğurma” işinin öyle bir inanç ya da amaçla yapılmış olmasının hiçbir anlamı olmayabilir ve hattâ bir milliyetçi kendi mantığında gayet haklı olarak o amacın Kürdü Türkleştirmek gibi ayrıca öfke duyulması gereken bir yan içerdiğini de söyleyebilir. Ancak amaç olarak bakıldığında burada Türk ve Kürdü kaynaşabilen, dolayısıyla eşit addeden bir yaklaşımın olduğu da belirtilmelidir.
1980’in Atatürkçüleri için ise böyle bir yaklaşım artık sözkonusu değildir. “Adam olmayacağı ortada” olan bir ahaliye “haddini bildirmek” ve cezalandırmaktır niyet. Dağa taşa yazılan “Türkiye Türklerindir” gibi ifadeler de, bu “had” hatırlatmalarının bir parçasıdır ve artık Türkiye’de ortak bir millî kimliğin olabileceği umut ve amacının bir yana bırakılıp bir kimlikler hiyerarşisinin, bir sahipler ve ikâmet edenler ilişkisinin tesisine yönelindiğinin açık işaretleridir.
Buradan bakıldığında, Cunta döneminde sokakta, mahpus ziyaretinde bile Kürtçe konuşmayı yasaklamış tutumun “asimilasyon”la değil, alt statüye sokulması düşünülen bir topluluğu o statüye alıştırma provaları ile ilişkili olduğu yorumuna varılır. Ve yine buradan, o uygulamaları yapan tutum sahiplerinin beş-altı yıl sonra devletin en üst katlarından ifade edilen “Kürt realitesini tanıyoruz” mealindeki sözlere niçin itiraz etmediklerini ve bu iki tavrın aslında aynı yaklaşımın ürünü sayılmaları gerektiğini görebiliyoruz. Çünkü 1980’de Güneydoğu Anadolu’ya “yoğurmak ve şekillemek” için değil, ezmek için giden güç, bunu yaparken kendini içinde -ait- hissettiği “realite” ile oranın “realitesi”ni ayırıyor, “öteki” üzerinde davranır gibi davranıyordu. Bu, realiteyi tanımanın şiddet ve zor diliyle ifadesidir. “Kürt realitesi”ni tanımak, Kürtlere başka “realiteleri” tanımaları gerekeceğini de ima etmektir. Artık herkes için geçerli bir “Türk kimliği”nin olamayacağı zımnen kabul edildiğine göre, “Kürt realitesi” Türk kimliğince belirlenen “realite”nin neresinde duracaktır?
Legal sözcüleri aracılığıyla “Kürt realitesi”, eşit ve yanyana bir konumda diye cevaplıyor bunu. Türk siyasal sınıfı ise şimdilik bu soruya açık bir cevap vermemeyi yeğliyor. Ancak herkes de farkındadır ki; bu tür realiteler -hele özellikle şu son on yılı aşkın dönem gibi bir dönemde yaşanmış ise- içiçe varolamadığı gibi, aralarında etkin bir sınır yoksa, yanyana bile varolamazlar. “Bölücü” damgasını yememek, ayrıca bunu bir yana bıraksak bile Türkiye koşullarında tasarlanacak bir “bölme”nin nasıl olacağına ilişkin yığınla dikenli soruya muhatap olmamak için “realite” tanımanın bu mantıki vargısı elbirliğiyle “tabu” halinde duruyor.
Bu tabunun da “konuşulur” hale gelmesi için beklenen tarih 1994 ilkbaharıdır. Güvenlik güçlerinin -“özel ordu takviyesiyle- başlatmış olduğu kış harekâtına bu denli önem atfedilmesinin nedeni de buradadır. 1994 ilkbaharında bu harekâtın sonucuna -artık “tarihin malı” olmuş sayılacak- Atatürk milliyetçiliğinin mantığıyla değil, Türk milliyetçiliğinin bir biçimde yeraldığı yaklaşımlar içinde bakacak “Türk” siyasal yelpazesi “realite”lerin yeri ve statüsü hakkında fikir ve tavır beyan edebilecektir.
Kış harekâtı ile onların önüne “Kürt realitesi”nin en son tablosunu serecek olan “devlet güçleri”, bu tarihe kadar özellikle “Kürt sorunu”nun kendilerine ait bir konu olduğunu belirtip, “seçilmiş”leri iktidarda dahi olsalar “bu işe karıştırmayan” bir “gelenek” içinde davranagelmişlerdi. Seçilmişlerin Atatürk milliyetçiliğine sadakatlerinden hep kuşkulanagelmiş “devlet”, bu milliyetçiliğin dibaçesindeki amaca artık inanmadığı için, o inanca dayandırdığı “geleneği” de terketmektedir. Ve o gelenekten de beslenmiş siyasal ağırlığı, artık sözkonusu olmayacaktır. Şimdi, o geleneğin uzantısında son kış harekâtını yürütürken, “ilgili” herkes farkındadır ki; bu siyasal mahiyeti askerî bilançosundan kat kat önemli eylem, “devlet”in Atatürkçülük adına icra edegeldiği en son “özerk” eylemidir. Özerk işlev ve ağırlığıyla siyasetten çekileceği bu son eylemini, en özerk şekilde icra edebilmesi için alan tümüyle ona bırakılmıştır.
Siyasal ağırlığını ve özerk gücünü, Kürtlerin asimilasyonunu öngören bir ulus ve ulus-devlet hedefinin meşruiyetine dayandırmış bir aygıt şimdi aynı halk kesiminin ortasına “ya bitiririz ya bitiririz” kararlılığıyla gitmekle terkettiği o meşruiyet, ağırlık ve gücün hacmine böylesi bir uğurlama denk düşebilirdi. 1994 ilkbaharında operasyonun sonucu nasıl olursa olsun artık Atatürk milliyetçiliği gibi, ondan kaynaklanan ordunun siyasal ağırlığı da “tarihin malı” olmuş olacaktır.
Ama bu operasyonun sonucu, o tarihten sonraki ülkenin gidişatını birinci derecede etkileyecek bir olgu değerinde olacaktır. Ortadoğu bölgesine ilişkin uluslararası hesapların da 1994 ilkbahar bilanço tablosunu aynı şekilde değerlendireceklerine değinmek gerekiyor. Bu da bilindiği için, Fransa ve Almanya’nın PKK denetimindeki örgütleri yasaklama kararı ve başlattıkları kovuşturmalar, bir yandan büyük bir memnuniyet ve şükranla karşılanırken, hemen yanısıra kuşkular da uyandı. PKK, zaten öteden beri, “Batı” Türkiye’ye bahara kadar süre tanıdı demekteydi ve bununla mensuplarına 1993-1994 kışını “başarılı bir savunmayla atlatmanın son derece hayatî olduğunu telkin etmekteydi.
Öte yandan, Irak’a ambargonun kalkışının da, muhtemel bir Suriye-İsrail barışının da 1994 baharına denk düşebileceği öne sürülüyor.
Yani nereden ve kim bakarsa baksın Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada tarihin saati 1994 ilkbaharına kurulmuş gözükmektedir.
Türkiye toplumu, bu tarihle randevusuna, doğrultusu yukarıda özetlediğimiz ideolojik tabloda belirlenecek bir rotada girerse 2000’li yılların ilk on yılını şu andaki “bütünlüğü”nü koruyarak geçmesi dahi şüphelidir.
Ve ülkenin yetmiş yıllık tarihinde oynadığı eksen rolü terkedip giderken, gerisinde esinlendiği Aydınlanma felsefesinin evrensel değerlerinden nasiplenmemiş çatışmaya hazır iki milliyetçi dalganın yanında, İslâm etiketi taşımasına rağmen bu dalgaların üzerine çıkma niyet ve niteliğine sahip olmayan/olamayan kadroların hükmettiği bir dinî hareket bırakmıştır. 1920’lerin Türkiye’sinde İslam dini -en azından çoğunluk Sünni toplulukların etnik kimliklerinin üzerinde durarak- bir birleşme zemini işlevini görmekteyken bugünün Türkiye’sinde fiilen bu rolü oynayamamakta, örneğin RP, Türk kesim içinde kabaran milliyetçilikle “ters düşmemeye” özen göstermekte, Kürt kitleler içindeki dinî akım, milliyetçiliğin davasını kendisinin daha etkin yürütebileceği iddiasını sürdürerek onunla rekabet etmektedir.
1920’lerin Türkiye toplumunu oluşturan toplulukları birleştiren bir ortak kimlik yoktu veya İbnî Haldun’un deyimiyle asabiyyetten yoksundu. Bu kimliğin ortak iradelerin bileşiminde oluşacağı kanalları açmak yerine, kendisi bir kimlik empoze etmeye girişen Atatürkçü uygulamaların yetmiş yılı, başlangıç durumunda var olan potansiyel imkanların da harcanmış, ezilmiş olduğu kanısına vardırabilecek bir tablo ve bilançoyla sonuçlanmış gözüküyor. Kış operasyonuna, geride bu tablo varken başlandı. Bu tabloyu değiştirmesi sözkonusu değil.
İnsanları muhtelif standartlarda anonim bireyler haline getirerek, onları bir kimliksizlik duygusuyla kuşatmak gibi bir sonuç da üreten modern çağların bu yönüne “içgüdüsel” tepkiden hareketle milliyetçilik ve onun gibi dıştalayıcı bir özellik edinmiş dinî hareketlerin verdiği üst kimliklerin altına sığınma dalgası, tüm dünyada etkisini sürdürürken; bu dalganın tam karşısında ve üzerinde bir üst kimlik zemininin kurulabileceğini söylemek, şimdilik ikna edici görünmeyebilir. Ama özellikle Türkiye’yi çevreleyen coğrafya dahilindeki insan toplulukları çok geçmeden en azından bu ihtiyacın hayatîliğini hissedecekleri, bu ihtiyacı dile getiren çağrılara kulak verecekleri bir noktaya geleceklerdir. Ve bu noktaya geldiklerinde epeydir oradan yaptıkları çağrılarını duydukları birilerini bulmalıdırlar.
Bu birileri, o karşılaşmada ihtiyacı duyulan şeyin kendisini değil, ama nereden hareketle ve neye dayanarak oluşturulabileceğini önerecek hazırlıkta olmalıdırlar.
1994 ilkbaharında, şimdilik gidişata etkin olamayacaklarını bilerek ve buna rağmen bu insanlar da bir akımın başlatıcıları olarak sahnede yeralmalıdırlar.
Aşağıdaki satırlar bu amacın ışığında okunabilirler:
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra, çoğunun sınırları “Batılı güçler”ce çizilen ve hepsinde de -Arabistan yarımadası hariç- bir süre sonra “Batıcı” kadroların egemen olduğu bir “millî devlet” inşâsı sürecine girilen Ortadoğu ülkelerinde, tarih, “devlet”lerce benimsetilmek istenen “millî kimlik”ler ile yerleşik “dinî kimlik”lerin çatışması ekseninde yaşanageldi.
Bu süreçte, ardına dünyevi -doğal- ihtiyaçları körükleyerek tatmin güdüsüne seslenen “sanayileşme” dinamiğini de takarak sahneye çıkan “millî devlet”lerin, yönettikleri toplumlardaki dinî kimliğe sahip çıkma tavrını hayli gerilettikleri, sarstıkları bir gerçektir. Batı’nın meydan okuması karşısında zaten savunmaya geçmiş bu kimliğin, sözkonusu “içten” meydan okuma karşısında daha da büzülmesi, hiç değilse varlığını sürdürebilmek için alabildiğine iddiasız mevzilere sıkışması kaçınılmazdı. Dinî kimliklerin bu büzülmeyle boş bıraktıkları alanın, iç tutarlılığı olan köklü bir millî kimlikçe doldurulabilmesi de mümkün değildi. Ortadoğu halklarının binlerce yıllık tarih ve kültür mirası içinde zayıf dahi olsa, herhangi bir gelişim, şekillenme çizgisine, köke sahip olmayan bu “empoze edilmiş” millî kimliklere tutunabilmeleri için gerekli bir tarih ve kültür boyutu vermek isteyen her tür milliyetçi, kendilerine izin vermeyen “gerçek tarih”in yerine çarpıtma ve uydurmalarla dolu bir tarihi ikame etmeye uğraştı. Uydurma ve çarpıtmalarla da üstesinden gelinemeyen olgular üzerine tabular inşa edilerek, insanların az da olsa sahicilik hissini duyabilecekleri bir tarih bilincine sahip olmaları büsbütün imkânsızlaştırıldı. Ta başından “ikinci sınıf” olduğunu bilinçaltına yerleştirmiş olmalarından dolayı, zaten yaratıcı vasıflara ket vurmuş olan bu “millî kimlik”ler, bir de bu sahicilikten yoksun tarih boyutlarıyla, milliyetçi ideolojinin haliyle içerdiği olumsuzlukları bir kat daha fazlalaştıran, her yeni sorun karşısında köklerinin savrulduğu korkusunu yaşayan bir içerik edinebildiler ancak.
Yaşadığımız coğrafyada, hemen her çaplı sorunun en azından tutarlı çözümlere kavuşturulamamasının -arka plandaki- en temel nedeni böylece oluşmuş millî kimlikler ve bu kimlik teşekkülünün başlıca amil ve sürdürücüsü olan millî devletlerdir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, hepsi de bu coğrafyanın engin, zengin kültür ve tarih mirasının -çoğu kez küçümsenerek- reddi veya alabildiğine kısırlaştırılmış, en özlü yanları budanmış bir kavrayış tarzı üzerine kurulmuş olan, ayrıca bu karakterleriyle “kendi millî devletlerini” kavramamış olan halklardaki milliyetçilik akımlarını da dolayısıyla belirleyen bu “milli devlet”ler “puzzle”ını, onların koyduğu sınırları yokmuş farzeden bir yaklaşım, “yeniden” boy vermezse Ortadoğu halkları için -en dar anlamıyla bile- bir kurtuluş mümkün olamayacaktır.
Tıpkı yeni ve insanlık için yepyeni bir etkinlik düzeyini temsil edecek bir uygarlık yaratabilme genel hedefinde olduğu gibi, -bu hedefle doğal olarak bağıntılı olan- günümüz Ortadoğu’sundaki yakıcı “siyasî” sorunların çözümü için de önkoşul, bu coğrafyanın kendi kültür ve tarih mirasına yönelmesi, yeniden dönmesidir. Bu mirasın bütün veçhelerini kucaklayan ve orada -gayet açıklıkla keşfedebileceği- “millî devlet” formunun çok ötesinde büyük birlikteliklerin imkânlarına işaret eden vasfı sahiplenerek, bunu 21. yüzyıl eşiğinin koşul ve imkânlarında özgün bir yaklaşıma tahvil eden bir akım, varolan bunalımın şiddet ve yoğunluğu düşünüldüğünde ihtiyacın azamisini değil, belki de asgarisini ifade etmiş olacaktır.
Eğer -ve zorunlu olarak- bu akımın bir devlet kavramı ve “modeli” olacaksa; hatırlanmalıdır ki; “Mezopotamya uygarlıklarından, Eski Mısır’dan beri devlette bir kutsiyet kaynağı, bir aşkın değerin temsili niteliği ‘gören’, arayan bir geleneğe, siyasî kültüre sahip Ortadoğu dünyasında, bu, çıplak güç ve çıkar mantığına seslenen milliyetçiliğin ve millî devlet formunun kavranılması hiç de doğal değildir. (O yüzden de ancak devlet zoruyla empoze edilmesi yoluna gidilmiştir.) O nedenle de Ortadoğu halkları en son ifadesine İslâm dini dolayımıyla Osmanlı ve İran imparatorluklarında bürünen bu kültürel mirasları ile, yönetici elitlerinin empoze etmeye çalıştığı milliyetçiliği ve millî devlet normlarını benimsemekte çok zorlanmış ve direnmişlerdi. Hatırlanmalıdır ki, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Müslüman halklar kendilerini rahatlıkla Türk, Kürt, Arap, Lâz, Çerkez... diye tanımlayabiliyor, dillerini serbestçe kullanabiliyor, aralarındaki sosyo-kültürel farklılıkları pekala biliyor ve hemen tümü belli bir coğrafyada çoğunluğa sahip yaşıyorlarken, İmparatorluk çöktüğünde ve ‘Batı’ da teşvik ettiği halde kendi ‘millî devlet’lerini kurmaya yönelen akımlara itibar etmediler.” (Ömer Laçiner, “Sunuş”, Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar içinde, İstanbul, 1992, s.12-13)
20. yüzyıl başındaki bu büyük acılara malolmuş direniş, Ortadoğu halklarının hafızasından her şeye rağmen silinememiştir. Bugün bu direnişi, zamanının formuyla değil, gerisindeki zengin bir tarih ve kültürden kopmamanın, ona sahip çıkmaya çalışma gayretinin adeta genetik bir ifadesi olduğu bilinciyle hatırlatmak verimli bir başlangıç olabilir. O direnişin pasif görünümünü ikinci planda bırakacak bu tarih ve kültür yüklemini yaratıcı bir hamleye dönüştürebilecek bir yaklaşımın hemen tüm gerekli şartlarının mevcut ve olgun olduğunu da -bu yazıda özellikle vurgulandı bu boyut- “gözleri kamaşmayan” herkes görebilir.
O nedenle de bugün ilk planda Ortadoğu halklarına sadece bir “kurtuluş”un değil, “kurucu”luğun da umut ve şevkini, bilincini kazandıracak bir akımın, hareketin yatağını inşâ etmek, halihazır mensubiyetleri ne olursa olsun herkes için; özellikle de evrensel birçok hareketin, akımın dölyatağı olan bu coğrafyadaki utanç verici kimliksizlikten azap duyan herkes için ve herkese açık bir görevdir.
(*) Ömer Laçiner, “Yeni Bir Çağın Eşiğinde Kültürel Kaynak ve Kimlik Üzerine Bir Çerçeve” Bilgi ve Hikmet, Güz 1993, Sayı. 4, s. 80-81.)