7 Ekim’de başlayan bombardımanları izleyen gelişmeler, ABD’nin amacının Bin Ladin’i “ölü ya da diri” ele geçirmek mi, Taliban rejimini devirmek mi ya da dünyada “teröre karşı kutsal bir savaş” başlatmak mı olduğu sorusunu aydınlatmaya başladı.
11 Eylül saldırısının ardından gelen, kimlerin organize ettiği konusunun hâlâ çok karanlık olduğu, bakteriyolojik saldırının boyutlarının da birincisi kadar ciddi olduğunun ortaya çıkmasıyla, Afganistan operasyonu daha kapsamlı bir radikal temizlik ve yeniden düzenleme harekâtının birinci aşaması haline döndü.
Bunun gerekli ilk adımı, 11 Eylül’den beri Cumhuriyetçi dış politikanın iki rakip yaklaşımından birini temsil eden Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in başını çektikleri şahinlerin duruma hâkim olmasıydı. 11 Eylül sonrası havaya hâkim olan trajedi havası içinde, ilk elde beklendiğinden daha dingin ve soğukkanlı bir tavır benimseyen ABD yönetimi, Arap ve Müslüman ülkeleri de içine alan geniş bir ittifak oluşturmaya özen gösteriyordu.
7 Ekim’den sonra, özellikle Bin Ladin’in kendisinin, ardından El Kaide ve Taliban sözcülerinin giderek artan karşı tehditleri ve birdenbire alevlenen bakteriyolojik salgın tehlikesi karşısında, Bush yönetiminin ılımlı kanadı geri çekilmek zorunda kaldı. Bu kutbu oluşturan, Başkan Yardımcısı Cheney ve Dışişleri Bakanı Colin Powell ekseni, operasyonun Afganistan ayağı bitmeden ikinci aşamaya geçilmemesini savunma noktasına çekildiler. Rumsfeld’in Powell’a karşı savunduğu, “misyon koalisyonu belirler, tersi değil” görüşü, “Bin Ladin’in belki hiç yakalanamamasının da mümkün olduğu, ama teröre karşı mücadelenin zaten Bin Ladin ve örgütüyle sınırlı olmadığı” noktasına geldi.
7 Ekim’den itibaren Colin Powell’ı arka plânda bırakarak, askerî operasyonun siyasal yönetimini de üzerine alan Donald Rumsfeld’in ekim ortasında yaptığı değerlendirme operasyonun yeni bir Soğuk Savaş döneminin ilk eşiği olarak algılandığını açıkça gösteriyordu. “Soğuk Savaş takriben elli yıl sürdü,” diyordu Rumsfeld. “Bu harekât da Soğuk Savaş gibi sürdürülecek çünkü uzun bir zaman süresince birçok cephede bulunmak ve çok sayıda ülkenin sürekli baskı uygulamasının sağlanması gerekecek. Elimizdeki gizli ve açık tüm askerî olanakların yanında, diplomatik, iktisadî, malî ve polisiye tüm olanakları da kullanacağız. Terörist şebekelerini bütünüyle imha edene kadar bu harekâta devam edeceğiz. Teröristlere ev sahipliği yapan rejimler bunun bedelini çok ağır ödeyeceklerini iyi bilmeliler”. Soğuk Savaş diplomasisi içinde yetişmiş Rumsfeld ve Cumhuriyetçi idarenin önde gelen çoğu ismi için, 11 Eylül sonrası dünya diplomasisi 1990’lar aralığında olduğundan daha tanıdık bir alanda yer alıyor. Ama eski Soğuk Savaşla yenisi arasında önemli bir fark var.
Yeni Soğuk Savaş değişmez bir cephe ve kurumlaşmış ittifaklar yerine, muhtemelen son derece esnek çatışma alanları ve değişken ittifaklar üzerinden sürdürülecek. Bu nedenle, Afganistan operasyonu sırasında ABD’nin büyük ölçüde devre dışı bıraktığı NATO türünden kurumsal ittifaklar değil, Clinton döneminde ABD Dışişleri Bakanlığı stratejik konular danışmanlığı yapmış olan Richard Haas’ın iki yıl önce önerdiği “Far-West usulü” ittifaklar ön plâna çıkıyor. Amerikancada “posse” olarak bilinen, bir suçluyu yakalamak için şerifin etrafında kendiliğinden oluşan gruplaşmaya benzeyen ve suçlu yakalanınca dağılan bu ittifak türünü Bush yönetiminin tercih ettiği, “Sonsuz Özgürlük” operasyonuna NATO’yu ve Birleşmiş Milletleri karıştırmama konusundaki özeninde görüldü. Şerifin ABD, şerif yardımcısının da İngiltere olduğu Anglo-sakson ittifakı ve bunları izlemeye hazır devletler sürüsü, Bin Ladin ve onu savunan Taliban’ın peşinden at süren bir “posse” oluşturuyor. Daha ileri bir tarihte şerif, Irak, Libya veya Sudan’a karşı bir kovalamaca başlattığında, bugünkü ittifak da sona erecek. Başka silahşörler şerifin ardından suçlu kovalayacaklar. Zaten ne NATO ne Birleşmiş Milletlere hesap verme yükümlülüğü olmadan bu harekâtı yürütmeyi tercih etmesinin arkasında yatan yegâne saikin, kendine doğrudan zarar veren suçluyu kendisinin cezalandırması arzusu olmadığını, ABD yönetiminin kendisi de örtülü biçimde ifade ediyor. Çünkü, kamuoyunu tatmin etme işleviyle sınırlı böyle bir “kendi elleriyle öç alma” arzusundan daha fazla belirleyici olan, ABD yönetiminin bu vesileyle NATO ve elbette BM içi müzakerelerle elini sınırlamayan ve gereğinde bambaşka silahşörleri de böyle kovalamacalarda yanına çekmesine olanak veren bu tür ittifakları tercih ediyor olması.
7 Ekim’de BM Güvenlik Konseyi’nin on beş üyesi oybirliğiyle ABD’nin Afganistan’a karşı başlattığı askerî harekâtı desteklerken, ABD temsilcisi Negroponte’nin sunduğu mektupta yer alan bir noktaya da ses çıkarmayarak, ABD’nin yeni yaklaşımını zımnen kabule etmiş oluyorlardı. ABD yönetimi, askerî harekâtın gerekçelerini sunduğu bu metinde, “ABD’nin başka devlet ve kurumlara karşı da askerî harekâtlar düzenlemek hakkını saklı tuttuğunu” belirtiyordu. Afganistan’da Taliban yönetiminin devrilmesinin ardından, Irak’a, Suriye’ye, Sudan’a, Libya’ya ve belki ETA’ya, Kolombiya’daki gerillalara ve hattâ IRA’ya karşı bir “temizlik harekâtı” başlatılmasının kapısı 7 Ekim günü resmen aralandı. IRA’nın geçtiğimiz günlerde birdenbire silâhsızlanma programını kabul etmesini, “teröre karşı uluslararası ittifak” girişiminin ilk sonuçlarından biri olarak ele almak abartılı olmaz.
ABD’nin şerif konumuyla topladığı bu yeni ittifakta, hiç beklenmedik isimlerin yer alması veya yer almaya çalışması da, ittifakın NATO türü uzun vâdeli siyasal ittifaklar döneminin kapanmaya başladığının işaretini veriyor. Afganistan operasyonundan siyasal yarar bekleyen ülke ve rejimler listesine bakıldığında ortaya çıkan tablo, yeni soğuk savaşın taraflarının eskisinden çok farklı olacağını gösteriyor. Bu listede en önde yer alan şaşırtıcı iki isim, Rusya ve Çin. Her ikisi de, kendi ülkelerinde “terörizme” karşı sürdürdükleri mücadelenin bu sayede uluslararası plânda meşrûlaşması fırsatı yakaladıklarını geçtiğimiz ay çok somut biçimde gördüler. Bugün Çeçenistan, yarın Dağıstan veya başka yerde yükselecek olan bir anti-Rus hareketinin “terör” damgasıyla dağlanıp, şiddetle bastırılmasının meşrûiyetini Rus yönetimi artık güçlü biçimde elde etti. Böylece Çeçenistan’da Rusya’nın uyguladığı şiddet de, ikiz kulelerin enkazı altında kaldı.
Bu yaz sonuna kadar, başta ABD yönetimi olmak üzere, tüm Batı devletleri yöneticilerinin kendisinden “ümidi kestiklerini” söylemeye başladıkları Vladimir Putin uluslararası siyaset sahnesine, neredeyse Avrupa’nın önünde yer alarak geri döndü. Benzer biçimde Çin de, Doğu Türkistan’da Han kolonyalizmine karşı direnen Uygurlara karşı sürdürdüğü şiddet politikasının dozunu, Bush’un sevecen bakışları altında arttırıyordu. 1997 ayaklanmalarının davasının geçtiğimiz ekim sonuna doğru, Şanghay zirvesinin toplanmasından bir gün önce sonuçlanıp, beş “Müslüman-Uygur teröristin” Doğu Türkistan’da ölüm cezasına çarptırılması, yeni anti-terörist fırsatçılığının dünyadaki ilk tezahürlerinden biriydi. Doğu Türkistan’daki ölüm cezalarına Batı’nın sesi çıkmadı. Çeçenlerle Uygurlar arasında bağlantı kurarak Rusya’yı bugüne kadar yanına çekmeye çalışan Çin yönetimi, Taliban safında savaşan birkaç Doğu Türkistanlı Uyguru öne sürerek, Uygur ulusal hareketine “terörist” yaftası astırmak için uygun an ve zeminde gerekli adımı atmıştı. Daha ileride bunun Tibet için de kullanılacağını tahmin edebiliriz. Sri Lanka yönetimi de bu yolla ayrılıkçı Tamil direnişinden kurtulacağı için ellerini ovuşturuyordu bu arada. Bu bağlamda Asya-Pasifik zirvesi, Aydınlık dergisinin gözü dönmüş bir şehvetle sunduğu “Avrasya’nın öne çıkan üç ülkesi: Rusya, Çin ve Türkiye” olgusuna değil, çok somut bir Çin-ABD ekseniyle, Putin Rusya’sının saygın elbiseler altında avdetine şahit oldu.
Teröre karşı kutsal ittifak safında yer alarak, kendi kamburlarını böylece gizleme, “gördüğünüz gibi, biz haklıymışız deme” fırsatını yakalamaya çalışan diğer ülkeler arasında Cezayir, İsrail ve Türkiye’nin yer alması şaşırtıcı değil.
Farklı biçimlerde de olsa benzer bir kirli savaş sürdüren veya yakın zamana kadar sürdürmüş olan bu üç ülke yönetimi için, “Bin Ladin terörü” beklenmedik bir aklanma, meşrûiyet ve saygınlık kazanma olanağı sundu. Bu üç ülke de kendi üslûpları içinde bu olanaktan tüm güçleriyle yararlanmaya çalışıyorlar. Lübnan Hizbullah’ını ve radikal Filistin örgütlerini destekleyen Suriye ise, “ulusal kurtuluş savaşı” ile “terörizm” arasında ayrım yapılması gereğini ileri sürmeyi ihmal etmeyerek, bu kutsal ittifak içinde yer alıp, geçmiş günahlarından arınmayı, ABD’nin yayımladığı “terörist ülke” listesinden çıkmayı umuyor.
“Posse” türü ittifak zihniyetinin ABD toprakları üzerindeki tezahürü ise, özgürlüklerin kısıtlanmasıydı. Amerikanın önde gelen kuruluşlarından olan American Civil Liberties Union, 11 Eylül’den beri takriben 700 kişinin mutlak gizlilik koşullarında FBI tarafından gözaltında tutulmaya devam edildiğini tahmin ettiklerini Ekim ortasında açıkladı. Ne kimlikleri ne de neden tutuklu oldukları bilinen bu yüzlerce kişi hakkında kesin olarak bilinen tek şey, hepsinin Arap veya Ortadoğu kökenli oldukları. Mahkemeye çıkıp çıkmadıkları, bir avukatları olup olmadığı bilinmeyen bu “zanlılar”, ABD’nin II. Dünya Savaşında toplama kampına yolladığı Japon kökenli ABD vatandaşlarını hatırlatıyorlar. Ekim ayının son günlerinde, ABD Adalet Bakanı Ashcroft’un girişimiyle Kongre gündeminde en ön sıralara giren yeni anti-terör yasa tasarısının kabul edilmesiyle özgürlüklerin daraltılması yönünde büyük bir adım daha atılmış olacak.
Ölen altı bin kişinin acısı karşısında, bir avuç insanın aylarca tecrit koşullarında tutuklanmasının veya birkaç “Arap suratlının” öldürülmesi ve onlarcasının da sokakta hırpalanmasının hafif bir tepki olduğunu iddia edenlerin sayısının ürkütücü boyutta olduğunu görünce, ilkeli ve tutarlı demokrasi mücadelesinin zorluğu yanında, gerekliliği de bir o kadar kendini gösteriyor. Devleti Hıristiyanlaştırmayı arzuladığını birçok kez ifade eden, aşırı muhafazakâr Adalet Bakanı Ashcroft’un, insan hakları militanlarının yanında ırkçılığa karşı kampanyalara katılma ihtiyacı hissetmesi, örnek alınması gereken bir demokratik bilinç değişimi olmaktan ziyade, ABD’nin bu “posse”da Müslüman ve Arap ülkelerin peşinden gelmelerine ihtiyacı olduğu içindi.
Bu ihtiyacın azaldığı veya tersine döndüğü, örneğin bir ikinci “Çöl Fırtınası” operasyonunda, aynı çevrenin bu kez Arap ve/veya Müslüman Amerikalılara karşı bambaşka bir tavır takınacağını herhalde unutmamak gerekir. Bu ise, zaten eski cazibesini hızla yitiren ABD’nin “melting pot” mitolojisinin de onulmaz biçimde dağılmasına yol açacaktır. Bu durumda, dağılan sadece yoksulluk, dışlanmışlık ve diktatörlük altında inleyen Güney değil, tüm haşmet ve zenginliğinin üzerini örtemediği yoksulluk, dışlanmışlık ve früstrasyonlarıyla Kuzey’in kalbi ABD’nin iç düzeni de olmayacak mıdır? Yeni anti-terör kutsal ittifakının bir Kuzey-Güney çatışması kadar, Kuzey’in kendi içindeki “Güney”le sürdürmek zorunda kalacağı bir çatışmayı da içerme riskini taşıyor.
Birinci Soğuk Savaşın sonra ermesiyle aniden hızlanan liberal küreselleşme, Kuzey-Güney arasındaki uçurumu hızla açtığı gibi, Kuzey’in de içindeki Güneylerin büyüyüp yayılmasına neden oldu. Doğu/Batı çatışması olarak tanımlanan, aslında iki güç sistemi arasındaki çatışmaya tekabül eden ilk Soğuk Savaşla ikincisi arasındaki temel fark burada yatıyor. İkinci Soğuk Savaş, oluşmuş iki güç sistemi arasındaki bir çatışma değil, bir güç sistemiyle sistemsiz güçlerin çatışmasına tekabül ediyor. Bu bağlamda, yeni aslî çatışmaların “asimetrik savaşlar” olacağı iddiası ağırlık kazanıyor. ABD’nin askerî stratejisini bütünüyle değiştirmesini öneren “Revolution on Military Affairs” tezinin taraftarları, önümüzdeki savaşları, “asimetrik savaşlar” olarak tanımlıyorlar. Yani çok güçlü ve az güçlü iki kampın karşı karşıya geldiği konvansiyonel çatışmalar yerine, psikolojik savaştan bakteriyolojik savaşa, uyuşturucu trafiğinden bilgisayar saldırılarına kadar konvansiyonel olmayan her yöntemi her yerde kullanmaya hazır, bir ülke veya devlete değil, küresel şebekelere dayanan hareketlere karşı sürdürülecek savaşlar. Güçlü sistemler cephesinden bakınca bu savaşlarda düşman, Bin Ladin’in bir tür prototipini oluşturduğu “asimetrik düşmanlar” olacak. İkinci Soğuk Savaşın bir tarafında bu “asimetrik güçlerin” veya “asimetrik düşmanların” yer alması, ABD’nin de kurumsal ittifaklar yerine, her düşman türüne karşı farklı bir “posse” toplayacağı esnek ve meşrûiyetinin denetlenmesi daha zor olan stratejileri gündeme getiriyor. 11 Eylül’e kadar zayıf bir hipotez olan “asimetrik savaşlar” kuramı, son haftalarda ABD savunma stratejisinin yeniden yapılanmasının ana ekseni olmaya yolunda önemli bir mesafe katetti (bkz. Marwan Bishara’nın yazısı).
Dünyanın bu yeni çatışma düzeninde, demokrasi ve özgürlük ideallerini kaybetmeyen kesimlerin, 11 Eylül saldırısı veya bakteriyolojik saldırı türünden terör amaçlı saldırılara karşı, bir o kadar şiddet içeren, misket bombalı, sözde temiz ve sivil halkın da bombalanmasına karşı gün be gün duyarsızlaşan bu karşı saldırıların yanında yer alması söz konusu olmayacağına göre, o zaman ağzımızı, gözümüzü ve kulağımızı kapamadan nasıl ve nerede tutarlı bir siyasal pozisyonu savunabiliriz sorusunu yanıtlamak gerekiyor. “Savaşa hayır” demenin gerekli, ama kesinlikle yeterli olmadığının bilincinde olarak, dünya solunun bu “asimetrik savaşlar” dünyasına bir alternatif önermesi elzem. Bu ise, kaçınılmaz olarak tutarlı bir demokrasi çizgisinin, katılımcı küresel düzenleme kurumlarının oluşması yönünde mücadele vermesi gereğine işaret ediyor. 11 Eylül saldırılarını örgütleyenlerin de yargılanacağı, sürekli çalışan bir Uluslararası Ağır Ceza Mahkemesi’ni, sürekli ve özerk bir BM polis gücünü, misyonu dünya ticaretini serbestleştirmekle sınırlı olmayan küresel ekonomiyi düzenleyen, yaptırım gücü olan bir kurumun oluşmasını, kısacası ABD’nin veya silâhlı güç tekelini ellerinde tutan başka devletlerin de tâbi olacağı bir küresel siyasal kurumlaşmanın oluşumu mücadelesini sürdürmek, aynı zamanda tüm dünyayı bir kaosa doğru hızla sürükleyen, bir coğrafi bölünmeye değil, gerçek anlamda bir sosyal bölünmeye işaret eden Kuzeylilik ve Güneylilik konumlarının aşılması hedefini de içeriyor. Takdir etmek gerekir ki, bu hedefe ulaşabilmek için Kuzeylilerden beklenen Güneylilerden beklenenden aslında çok daha büyük ve daha zor bir fedakârlıktır. Zenginliğini paylaşma, biraz daha azla yetinme fedakârlığıdır. Esas sorun da zaten burada değil mi?