“Köşe yazarlığı” terimi, gazete okumaya 12 Eylül sonrası başlamış kuşaklar için muhtemelen bir kimliği ifade eden sıradan bir terimdir ve sanıyorum bu ülkede “köşe yazarı”nın hep var olduğunu düşünmektedirler. Oysa bu terim, 12 Eylül otoritaryenizminin Özalcı liberalizmle birleşmesinin, ve liberal otoriter bir rejimin tesis edilmeye başlamasının hemen ardından ortaya çıkmıştır. “Fıkra yazarlığı” veya “yorumcu” gibi aşina olunan basın aktörleri yerine köşe yazarlarının ortaya çıkışının, otoriter liberalizmin tüm kurum ve kurallarıyla topluma yerleştirilme sürecine tekabül etmesi, topluma içselleştirilmeye çalışılan bu sistemin taleplerine uygun yeni bir “yazar” tipinin oluştuğuna işaret eder.
İlk bakışta bu süreç, Özal’ın, liberal bireyciliğin en kötü okumasını temsil ve teşvik ederek yarattığı yeni “kişisellik” dalgasının bir sonucu olarak, gazetelerin “bireysel yorum ve bakış açıları”na açılması olarak görülebilir. Bu “bireyselleşme” aslında, devlet ve pazar dışında hiçbir otonom ve özgür alanın bırakılmadığı bir toplumda, bireysel performans ve başarıyı yücelterek, ortak alan ve dilin parçalanmasına ve böylece de 12 Eylül rejiminin atomize edilerek aynılaştırılmış toplum arayışına hizmet etmiştir. Çünkü bu türden bir tikelleştirme, bireyin diğerleriyle tanınma ilişkisini parçalayarak, esasında toplumsal bağı parçalamış ve her bir bireyi, “gazete yazarı” da olsa, kendi tekilliğine hapsederek, toplum üzerindeki kontrol gücünü arttırmıştır. Toplumsal bağlardan yoksun bir toplumda ya da Hobbesçu atomize bireylerden oluşan bir toplumda tek organize yapı, devlet, tek güç olacaktır. Gazetelerin, “çeşitli” görüşlere açılması, her gazeteyi neredeyse aynı çeşitlilikle kapsayarak, gazeteler arasında herhangi bir “duruş” farkına, referans kitleleri arasında herhangi bir farklılaşmaya yol açmadan, herkesi ve her kesimi aynı gazetelerde kuşatıp, homojen bir bilgilendirme ortamına sokmakta. Artık, hemen hemen hiçbir gazetenin kendi içinde “ortak” dili yok, aynı gazetede “tüm eğilimler”in ifadesi var. M. Ali Kışlalı ve Murat Belge arasında bir ortak dil mümkün müdür? Kışlalı’nın Çölaşan’la yan yana yazıyor olması gerekmiyor mu? Bu ortak dile, ancak marjinal ve belli bir “görüş”ün yayın organı olma iddiası taşıyan gazetelerde rastlıyoruz ya da bazen Yeni Şafak’ta olduğu gibi, ortak zemin, muhalefet olma oluyor, yoksa bu gazetenin yazarlarının ne muhalefet yapma tarzları ne de muhalefetlerinin içeriği ortak.[1]
Toplumdan hareketle konuşan gazete-yazarlığının terk edilip, yalnızca kendi “kişisel” (!) görüşünü bildirme zemininde yazan yeni “köşe yazarlığı”nın giderek “kanaat önderliği” kavramı altında düşünülmeye başlamasına varan bu süreç, gazetelerin haber verme işlevini terk edip, toplumu belli bir görüş ya da çıkara göre biçimlendirme işlevini yüklendikleri ve başlıklarda haber değil yorum okunmaya başlandığı bir sürece tekabül etmektedir. Böylece basın, köşe yazarlarıyla birlikte, haber değil, olayı değerlendirme organına dönüşmüş durumda. Bu tür bir yapılanmada köşe yazarına düşen işlev, gazetenin anlaşılmasını istediği biçimde sunduğu olay-yorumun değerlendirilme ve alımlanma ilke ve ölçütlerini belirleme ve sunmadır. Böylece basın, toplumu biçimlendirme işlevini dört bir koldan yerine getirmekte ve okura, değerlendirecek en ufak bir boş alan bırakılmamaktadır. Bireysel otonomiyi yok etmenin en etkili yolunun, düşünmenin önünü kapatmak olduğu açıktır. Çünkü artık yurttaşın yargılama ve değerlendirmesine sunulacak haberlerin organı olmaktan çıkıp, kitleyi kendi yorumu aracılığıyla biçimlendirme organına dönüşen basın, içerdiği yorum bombardımanıyla yurttaşın eleştiri ve değerlendirme kapasitesini körleştirmekte ve böylece yurttaş olma kapasitesinin kendisi tüketilmektedir. Bu körleştirmenin, “tepkisiz bir halk yaratma” projesine büyük destek verdiği söylenebilir. Artık “yurttaş tepkisi” değil, “medya tepkisi” önemli. Bu, içinde taşıdığı “kanılar çokluğu”nun da sayesinde medyanın tek kamusal alanı oluşturuyormuş gibi göründüğü, ama aslında kamusallığın medyanın tikelliğinde eritildiği anlamına gelir.
Postmodern simulasyon teorisinin pek beğendiği bir ifadeyle “mış gibi”, yani kamusal alanı temsil ediyormuş gibi sunulan bu yeni medya yapılanmasının, “mış gibi” görüntüyü mümkün kılan “cilası” kazındığında açığa çıkan bir işlevi var: Toplumu bir projeye göre biçimlendirme. Medyanın bu işlevi yerine getirmesini sağlayan ve bu köşe yazarları çokluğu içinde yer alan bir kısım “esas köşe yazarları” var ki, bu yeni yazar sınıfını, 12 Eylül’le inşâ edilen liberal otoritaryen rejimin “güdümlü entellektüeller”ininin en etkili kısmı olarak tanımlayacağız. Bu “güdümlü entellektüel” terimiyle, entellektüel tipinin yeni pazar ekonomisinin taleplerine uygun olarak ortaya çıkan bir türevinin ülke versiyonunu kastediyoruz.
Evrensel bir figür olarak entellektüel, Lyotard’ın tanımını ödünç alırsak, kendini, İnsan’ın, İnsanlık’ın, Ulus’un, Halk’ın, bu türden evrensel değere sahip bir öznenin yerine koyarak düşünen kişidir.[2] Böyle düşünmek temsil edici bir tarzda düşünmek demektir. Başka bir deyişle, entellektüelin tikel bir bakış açısının üzerine yükselerek, ortaklaştırılabilir bir bakış açısına yerleşme ve böylece bir “ortak duyu”yu ifade etme sorumluluğu vardır. O halde entellektüelin dile getirdiği düşünce kişisel çıkarı ya da tikel bir değeri ifade eden bir görüş değil, toplumun ya da tüm insanlığın sahip olması gerektiği düşünülen ortak bir değeri ifade eden ve ortak bir değere referansla konuştuğu için belli bir nesnellik içeren düşüncedir. Bu türden bir sorumluluk, entellektüelin, toplumsal hiyerarşi içindeki konumunun belirsiz kalmasına yol açmıştır. Entellektüelin sahip olması gereken otonominin de kaynağı olan bu belirsizlik, entellektüelin kontrol edilmesi konusunda özel bir zorluk yaratmış ve böylece entellektüel kimi zaman “konuşamayanlar”ın yerine konuşan kişi olmuştur.
Entellektüelin bu tanımı açık ki, artık neredeyse “eski” bir tipe işaret ediyor ve çağımız artık ne Voltaire’in ne Zola’nın ne de Sartre’ın çağı. Yeni çağ, yeni pazar ekonomisi’nin gereklerine uygun olarak ortaya çıkan “yeni pazar düşünürleri”nin çağı. Bu, yine Lyotard’ın işaret ettiği gibi, neo-liberalizmin talep ettiği bireyciliğe uygun olarak, bireysel performans ve güç peşinde, çekici olmayı merkeze alan bir düşünür tipi.[3] Artık “ortak duyunun” ifade edilmesi gibi “eski” değerlerin değil, kendi kişisel performansını mümkün en etkili yolla ortaya koyma, gösterme peşinde olan bu “düşünür” tipinin kendisiyle en çok ilişkileneceği yapının medya olacağı açıktır. Bu, Guy Debord’un eleştirel bir analizle “seyirsel toplum”[4] olarak tanımladığı çağımız kitle toplumlarının gereği olan bir ilişkilenmedir; çünkü bireysel performansın en etkili gerçekleştirilme yolu medyada görünür olmaktır. Bourdieu, medyayla ilişkilenmiş ve giderek medyanın parçası haline gelmiş bu yeni düşünür tipini “gazeteci-entellektüel” olarak adlandırmakta ve onu eleştirel yargılarıyla pazarın yaptırımlarına entellektüel otoriteye sahip görünümlü bir onay vererek pazarın buyruklarını topluma empoze eden yeni bir figür olarak tanımlamaktadır.[5]
Görülüyor ki, yarı bilge yarı gazeteci bir entellektüel tip, “global” bir oluşum. O halde bizim köşe yazarları aynı zamanda Özal’ın “dünyaya entegre olma” projesinin de bir ürünü. Ancak bu dünyaya entegre tip, liberal otoriter bir rejimin ürünü olunca ortaya yalnızca pazar-güdümlü değil, Batı’daki orijinallerinden farklı olarak aynı zamanda devlet-güdümlü bir entellektüel figür ortaya çıktı. Bir darbe aracılığıyla dünyaya entegre olma sürecinin sonunda “devletçi piyasa”dan “piyasa devleti”ne geçildiğinde ve bu devlet, piyasanın talepleri gereği en ceberrut haliyle tesis edildiğinde, Türk tipi “güdümlü-entellektüel”, otoriter liberalizmin talep ettiği atomize toplumu bağlayan tek örgütlü yapıyı, devleti, tümelliğin ve dolayısıyla nesnelliğin kaynağı olarak gördü ve sözünün meşrûluğunu çoğunlukla devlet kabulünde aramaya başladı. Bu güdümlü entellektüel tipin ortaya çıktığı tek alanın medya olmadığını, bu güdümlülüğün akademisyenleri ve zaman zaman sanatçıları da kapsadığını hemen belirtmek gerekiyor. Ancak “seyirsel toplum”da en işlevsel ve etkili kesimin, medyada içerilen kesim olacağı açık.
Pazar ekonomisinin yarattığı bu tipin devlete eklemlenmesinin kolayca gerçekleşmiş olmasının nedenlerinden biri, TC’nin “güdümlü entellektüel” tipe zaten aşina olmasıdır. Cumhuriyet ideolojisi, entellektüeli modernleşme projesinin bir gerçekleştirilme aracı olarak görmüş ve onları toplum mühendisi olmakla görevlendirmişti. Bir “devletçi toplumsal” inşâ etme projesinin, devletin belirlemiş olduğu sınırlar içinde şekillendirilmesi ve topluma aktarılması göreviyle donatılan Cumhuriyet entellektüelleri, bu devlet görevini bir “aydın sorumluluğu” kavramı altında içselleştirmiş ve ulus-devlet yaratma sürecinin önemli aktörleri olmuşlardır. Cumhuriyet entellektüelinin başlangıçtan beri böyle tanımlanması, ülkedeki aydın-devlet flörtünün de kaynağında bulunan ve toplumun içine yerleşen devlete eklemlenme geleneğinin nedenleri arasında zikredilmesi gereken, bir “devletten hareketle düşünme” durumu yarattı. Ancak entellektüeller bakımından tarih belli kırılmalarla yaşanmış ve önce tek-parti diktatörlüğüne muhalif entellektüellerle başlayan süreç, ardından ’50’lerden itibaren Cumhuriyet entellektüelinin de muhalefete çekilmek zorunda kalmasıyla ve giderek de entellektüel ortamda sol-muhalefet çizgisinin egemen olmasıyla, entellektüel ve devlet arasındaki ilişki zayıflamıştı. Devletin bu “uzaklaşma”ya gösterdiği şiddetli tepkiye marûz kalanların hafızası hâlâ canlı olsa gerek.
“Bir daha darbeyi gerektirmeyecek, sürekli bir darbe” durumunu tesis etmek hedefindeki 12 Eylül, devlet ve entellektüel arasındaki ilişkiyi yeniden tesis etti. Çünkü liberal otoritaryenizmin topluma içselleştirilmesi için bir “biçimlendirici aracı”ya ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle yeni entellektüel tipi, belki tıpkı Cumhuriyet aydınlarının bir kısmı gibi devlet görevlisi olacaktı, ama şimdi “değilmiş gibi” gösterilmeleri gerekiyordu. Çünkü Cumhuriyet entellektüelleri söz konusu olduğunda yaşanan aydın-halk uzaklığı ya da kopukluğunun da yaşanmaması ve Cumhuriyet entellektüellerinin bir kısmını “solculaştıran” bir halkçılık tehlikesinin de bulunmaması gerekliydi. Bu nedenle bu yeni entellektüelin, devletten bağımsız tek alanın, pazarın buyruklarına göre hareket eden, ama tam da pazarın talebi gereği otoriter devleti savunması gereken bir tip olması gerekiyordu. Bu tipin devletle ilişkisi, zaten 12 Eylül rejiminin toplumun iliklerine kadar işlediği “korku” sayesinde muhalefet duygusunu yitirmiş olmasından dolayı da sorunsuz bir ilişki olacaktı.
Bu yeni entellektüel tipinin etkili kısmının bağımsız bilgi ve haber üretmesi gereken gazetelerde yaratılması, eğer bilginin kaynağı da devlet haline gelirse, bilgi ve iktidar arasındaki organik ilişki gereği, devletin iktidarının aracı olacak olan bir köşe yazarlığının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Gerçekten de devlet, medyanın devlet eylemlerini, kararlarını ve müdahalelerini tanımlama kapasitesinden kaynaklanan gücünü de kendi gücü içine kapsama amacıyla, medyanın bağımsız bilgi üretme işlevinin de zaten kötürümleştiği bir ortamda bilginin de kaynağı haline gelerek ya da bilginin referans noktası haline gelerek, medya üzerindeki iktidarını güçlendirdi. Böylece oluşan devlet-medya ilişkisi, gazetecileri ve köşe yazarlarını Oral Çalışlar’ın ifadesiyle “belirlenen şeylerin uygulayıcısı”[6] durumuna düşürdü. “Köşe yazarları”na, ama daha önce belirttiğimiz ve “esas köşe yazarları” diye tanımladığımız ayrıcalıklı gazetecilere geri dönmüş bulunuyoruz.
Bilgilendirildiği yerin hakikatine sahip olduğu iddiasıyla, hem devletin hem de pazarın hakikatinin bilgisiyle konuşan bu yazarlar, ya öğretici, ya terbiye edici ama her seferinde “bilici” oluyorlar. Devletin hakikatine sahip olma iddiasının getirdiği otorite, devletin yönlendiriciliğine bile gerek olmadan devletin talebini sezme ve ona göre davranmayı getiriyor. Bu sezgiselliğe dönüşmüş güç, köşelerin “babasının malı” olarak kullanılmasını da sağlayan güç. Devletten akan bir tümelin temsilcisi olan bu yazarlar, devlet adına her türlü çatışma ve polemiğe hazır oldukları için, bir tür “dokunulmazlık”a da sahipler. Bu devletin işini görenlere, devletin otoritesine boyun eğip, Ankara merkezli düşünenleri de eklersek, gazeteci-entellektüellerin genel karakteristiğini, devlet odaklı düşünme, değerlendirme ve eyleme olarak tanımlayabiliriz. Devlet görevini yerine getirmenin “ciddiyet”ini, eleştirel yargı yetisine sahip oldukları iddiasıyla taşıdıkları “bilgelik” durumuyla birleştirince ilgili tüm taraflara “yansız” bir tavır takınıyorlar. Çoğunlukla soğuk ve nötr bir dille ortaya konulan bu yansızlık, doğal olarak bir tavırsızlık ve dolayısıyla a-politik bir tutuma yol açıyor. (Bu tavrın son zamanlardaki en iyi örneği bir “Ankara yazarı” olarak Murat Yetkin.) Örneğin toplumun gündemine ara sıra -biraz da Mesut Yılmaz’ın gayretiyle- sokulan asker-sivil gerginliği karşısında genellikle hiç kimsenin tavır almaması bu garip “yansızlık”ın bir göstergesidir. Oysa çoğu liberal olan bu köşe yazarlarının en azından onurla sürdürdükleri Özalcılık adına askere karşı sivilliği savunmaları gerekirdi. Ancak liberallerin çoğu, bu tür problemler karşısında genellikle “zaman-mekân” gerekçeleriyle olayı geçiştirip, tavırsız kaldılar. Siyasetsiz bir siyaset yapmaya kadar varan bu “yansızlık”, uzlaşmanın erdemlerini vurgulayarak devletle çatışma riskini bertaraf eden bir “uzlaşı kültürü” tarafından meşrûlaştırılıyor.
Toplumdaki tek tümel referans noktasının, devletin hakikatine sahip olma ve tek nesnellik ölçütü olan pazarın buyruklarını bilme, bu köşe yazarlarında bir başka işlevsel, yararlı “pataloji”ye yol açıyor: Kendi bireysel “kanı”sını, hakikat içeren bir bilgiymiş gibi sunma. Böylece artık onların sözü, bir kişisel görüş değil, bir bilgi, bir hakikat iddiası taşıyor. Toplumu hiçbir kamusal içerik taşımayan kendi bireysel görüşüyle belirleme iddiası ve bu iddianın doğurduğu “hybris”, kendini beğenme ve aşırı gurur, bu yazarların giderek diğer kanılara karşı neredeyse bir düşmanlık geliştirmelerine neden olan ve saldırgan, küfürlü polemiği yaratan bir durum. Neredeyse kötü bir bireyciliğin en banal ifadesi olan “zevkler ve renkler tartışılmaz” ilkesini, “görüşler de tartışılmaz”a kadar genişleten bu “diğeri”ne kapalılık durumu, doğal olarak bunların bir kısmının kime yazdıklarını da sorduruyor. Ancak kamusuz bir düşünme evreninde düşüncenin içeriğine herhangi bir diğerinin girmesi zaten mümkün olmadığı için, onların bireysel performanslarını gerçekleştirdiklerini söyleyerek bu soruya bir yanıt bulabiliriz. Bu performansın kimi yazarlarda, örneğin Fatih Altaylı’da nötralize edici bir radikallik formuyla ortaya konulduğunu da gözönüne alırsak, basındaki kanılar çokluğu ya da köşe yazarları çeşitliliği içinde, toplumu biçimlendirme işlevinin en etkili aktörlerinin “hakikat” ifşa edenleri olduğu sonucuna ulaşabiliriz. O halde kanı çeşitliliği, bir hakikatin gölgesinde sunulmaktadır ki, bu kanıların “hakikat” karşısında sahip olacakları bir güçten bahsetmek zor görünüyor.
Kanının bir güç taşıması ve köşe yazarlarının en azından “klasik” anlamda entellektüel niteliği taşımaları, toplumun bir yerlerinde ortak dili kuracak olan bir praxisin mevcut olmasıyla mümkün. Bunun olmadığı açık. O halde devlette cisimleşen “tümel”e karşı, “ortak duyu”yu temsil eden düşüncelerin toplumsal bir karşılığa sahip olmadığı koşullar altında, “hakikat” ile belirlenmeye ve bilgiyle biçimlenmeye direniş noktalarının ne olacağı sorunuyla karşı karşıyayız.
[1] “Medya” denen yapının içinde olup da bu türden ortak dili “okuduğumuz” birtakım avant-garde “ek”ler var; örneğin Radikal 2.
[2] Lyotard J-F., Tombeau de l’entellectuel et autres papiers, Galilée, 1984, Paris, s.12.
[3] A.g.e, s.13-14.
[4] Debord G., Gösteri toplumu, Ayrıntı yay., 1996.
[5] Bourdieu P., Televizyon Üzerine, YKY, 2000, s. 83-84.
[6] Öküz, Nisan 2001.