Toplumsal Atalet ve Yeni Bir Siyasallaşma Evresi

Kapsamlı bir iç düzen restorasyonunun ve dış politikada hayati kararlar ihtiyacının gelip kapıya dayandığı 2000’li yıllar arefesi konjonktürde işbaşına gelen DSP-MHP-ANAP hükümeti iki buçuk yılını doldurdu ve daha da sürecek gibi görünüyor.

Hükümet sözcülerine göre bunun sırrı, ortakların “son derece uyumlu” olmaları. Bir bakıma haklılar da. Çünkü biri güya solu, diğeri Türk milliyetçiliğini, sağı, ötekisi liberalizm vurgulu merkez sağı temsil ettiği varsayılan bu üç partili hükümet içinde çıkan ufak tefek sorunların hemen hiçbirinde “ideoloji”nin esamesi okunmuyordu. Dahası, önceleri aralarında bu türden sorunların mutlaka çıkacağı beklenen DSP ve MHP giderek öylesine “uyumlu” hale geldiler ki, ANAP’ın bu ikisiyle farklılığı daha fazla dikkat çeker bile olabildi. MHP’nin kimi ideolojik dirençlerini yumuşatmasına, ekonomi yönetiminde dördüncü plana konulmasına mukabil kadrolaşma bahsinde önünün açılmış olması, örneğin üniversitelerde ve başında DSP’li bir bakanın bulunduğu MEB’de ciddi bir kadrolaşma, etkinlik sağlaması da “uyumluluğun” önemli bir unsuru ve gereği oldu.

Fakat, başarı ve icraat sicili bu denli bozuk bir hükümetin bu kadar süre işbaşında kalması ve daha da kalabilecek görünmesinin bu uyumlulukla izah edilemeyeceğinin herkes gibi hükümet de farkında. Şu iki buçuk yılı süresince, iki gayet ciddi ekonomik kriz-çöküş yaşadığımız, Körfez depremi esnasında içler acısı perişanlıktaki performansına tanık olduğumuz, Cumhurbaşkanlığı ile aralarında bazen skandal derecesinde uyumsuzluklarını gördüğümüz bir bakanı intihara teşebbüse, ikisini istifaya mecbur bırakan yolsuzluklarını izlediğimiz, Sadettin Tantan vakasının karanlık arka planını hâlâ merak ettiğimiz, af rezaletini, F-tipi hapisaneler konusundaki sinik tutumunu ve yaptığı vahşice kıyımı hâlâ unutamadığımız... ve bütün bunların sonucunda daha iktidarlarının ilk yılı dolmadan Cumhuriyet tarihinin en düşük prestijli, en az güvenilen ve en alt popülarite düzeyine inmiş yönetimi haline gelmiş bir hükümet söz konusu. Onun bu sicile rağmen, herhangi bir düşme, düşürülme tehlikesi dahi atlatmadan iş başında kalabilmiş olması.. İşte bu, gerçekten benzeri olmayan bir olgu, olağandışı bir durumdur.

Bu sicile rağmen hükümetin hâlâ işbaşında kalmasına gösterilen tahammülü, mevcut parlamento aritmetiği içinde başka bir alternatifin olmayışına veya hükümetin son derece olumsuz bir miras, bir enkaz devralıp üstüne bir de Körfez depremleri gibi doğal felaketlerin “şanssızlık”ların eklenmesinin toplum tarafından dikkate alınmasına bağlamak da yüzeysel bir gerçektir. Çünkü böylesi bir gerekçe, eğer hükümet bu durum karşısında ülke içi düzenin restorasyonu ve dış politikada köklü ve kendi içinde tutarlı, bir düzenleme ve tedbirler manzumesi yürürlüğe koymuş ve bunu kararlılıkla uygulamaya çalışmış olsa idi geçerli sayılabilirdi. Oysa hükümetin hiçbir konu/sorunda tutumu, uygulaması böyle olmamış; dönemindeki tüm önemli karar ve düzenlemeler, örneğin ekonomik krizden çıkış programları ve Anayasa değişikliği onun inisyatifi ve net tercihleri doğrultusunda değil, “dış zorlama” ve -Kemal Derviş örneğinde olduğu gibi- açık müdahale, hattâ “el koyma”larla yürürlüğe sokulmuştur. Nitekim bu yüzden de ülke ve dünya kamuoyunda söz konusu düzenlemeler tartışılır, değerlendirilirken hükümete bunların sahibi ve sorumlusu gibi değil adeta “aracı” bir formalite uğrağı gibi bir rol verilebilmiştir ancak. Ekonomi bahsinde IMF ve Dünya Bankası’nın -ABD’nin- siyasal, hukuki düzenlemeler konusunda AB’nin “asli fail” olduklarına dair kanaatler özellikle hükümetin iki büyük ortağı her iki konuda da “hem ağlarım hem giderim” tavrının örneklerini verdikçe daha da pekişmiştir. Türkiye’nin “dışarıdan” yönetildiği, geleceğinin asıl olarak dışarıdan belirlendiği iddiası hiç bu kadar gerçek ve kabullenilmiş olmamıştı. Ve hiçbir dönemde ülkenin geleceği ve ne olması gerektiğine dair iç tartışma bu denli zayıf ve değer verilmez; buna mukabil “dışarı”nın niyetleri, onunla ilişkiler bu denli önemsenir olmamıştı. Kendi gayret, tercih ve kararlılığımıza dayalı projeleri sonuna kadar götürebileceğimize, bunun vaadettiği olumlu sonuçları gerçekleştirebileceğimize dair özgüven ve inanç en dip düzeye indiği için, bu türden öneriler ya yapılmamakta ya da yapılsa bile kaale alınmamaktadır. Ortalıkta ülkenin geleceğine ilişkin öne sürülen projelerin tümü de, uluslararası durum ve güçlerin, Türkiye’ye jeopolitiğinden dolayı verebileceği bir imkân, rol veya fırsat hesabı üzerine kurulu şeylerdir.

Dolayısıyla şu anda Türkiye sanki kendi karar ve hareket mekanizmaları, dümeni kilitlenmiş bir gemi görünümündedir. O yüzden de hükümet düzeyinde, kaptan köşkünde kimin olduğu ve ne yaptığı umursanmamakta, oradakilerin verdikleri kararlar ve uygulamaları ile gündelik hayatımızı ağırlaştırmaları bile artık tepki uyandırmamaktadır. Çünkü aslolan sorunun, yani geleceğimizin nasıl olabileceğine, nereye gittiğimize dair sorunun cevabının orada verilir olmaktan çıktığı kabullenilmiştir. Orada kim olursa olsun fark etmez havasına tamamen kapıldığımız için, kaptan köşküne aday -muhalefet- olanların da hamleleri, sesleri cılız, güvensiz ve renksizdir. Yolcular -toplum- da durumu kabullenmiştir. Türkiye kendini akıntıya ve aynı denizde kendi rotalarını çizerek ilerleyen -ve bazılarına halatlarla bağlı olduğumuz- öteki büyük gemilerin dümen sularına, dalga hareketlerine teslim etmiş gibi görünmektedir.

Son ekonomik krizin, daha öncekilerde görülmedik bir panik ve güvensizlik havası ile yaşanmasının da etkisiyle bu durumu, son yirmi yılın kronik apolitikleşmesinin biraz daha yoğunlaşması, gelecek belirsizliği, geleceğini belirleyememe duygusuyla katmerlenmiş hali diye niteleyebiliriz. Ama bir diğer açıdan baktığımızda ise aynı olguyu apolitikleşme çemberinin tamamlanması, kapanışı, tükenişi olarak yorumlamak da mümkündür.

Eğer bu ikinci teşhis/yorumu geçerli addeder isek; dünyanın ve Türkiye’nin son derece kritik sorunlarla yüz yüze olduğu, en azından önümüzdeki on yılı kuvvetle belirleyecek kararların arefesinde olunduğu, yani siyasetle ilgilenmenin, alternatifleri tartışmanın ve etkilemenin zorunlu bir önem ve aciliyet kazandığı bir evrede Türkiye toplumunun neredeyse tam bir siyasal atalet, gevşeme hali göstermesi, yeni bir siyasallaşma evresinin doğuş öncesi durgunluğu olarak görülebilir.

Yeni bir siyasallaşma derken, halen mevcut siyasal akım ve partilerin canlanmasını, son yıllarda kulak asılmaz olan diskurlarının artık ilgiyle dinlenir, tartışılır hale gelmesini, parti etkinliklerine katılımın artmasını vb. daha önceki politikleşme evresinin bildik manzaralarını kasdetmiyoruz. Tam aksine, yeni, alışılmadık söylemleri, eylem, katılım ve örgütlenme biçimleriyle eskisinden hayli farklı oluşumların karakterize ettiği bir siyasal ilgi yoğunlaşımı ihtimalinden söz ediyoruz.

Bu, aslında yalnızca Türkiye için değil, en azından orta vadede hemen tüm ülkeler, toplumlar için mümkün, hattâ kaçınılmaz denebilecek bir ihtimaldir. Modern çağın ürünü olan ulus devletin aşındığından, yerini AB gibi oluşumların almaya başlamasından ve ayrıca devletler ve bu oluşumları bağlayıcı kararlar verebilen çok çeşitli uluslararası kuruluşlar ağının genişlemesinden, bir “uluslararası topluluk” kavramından bahsedebilir hale geldiğimize göre; siyasetin, siyasal akımların da artık ulus-devlet çerçeveleri içinde yapılır ve şekillenir olmaktan çıkacağını, “uluslararası”laşacağını da öngörmemiz gerekiyor öncelikle. Sol siyaset gelenek olarak buna zaten yabancı değildir ve aslına bakılırsa ulusal çevrelerde şekillenmek onun “doğası” ile çelişir. Bu bakımdan ulus-devlet sınır ve sınırlamalarına tâbi olmayan ve “klasik sol”un perspektif ve mecrasını yenileyecek bir hareket hem bu çelişkiden kurtulmanın ivmesine kavuşacak, hem de geleneği, son dönemlerde zayıflamış da olsa sürüp gelen dayanışma kültürü ile çok daha kolay ve hızlı ortaya çıkabilecektir. Bu yeni sol şekillenmenin ögeleri olabilecek birçok eğilim ve hareketin çoğunluğunu ve en dinamik kesimini oluşturan “anti-küresel” hareket bu yönelimin habercisi sayılabilir.

Yeni -ve özellikle klasik solun misyonunu devralacak- siyasallaşma(lar)ın, bildik parti formu ve mantığının ötesine geçen mahiyette bir örgütlenme tarzı ve hattâ yeni bir siyaset tanımı, zeminine yönelmeleri de beklenmelidir.

Bu perspektiften bakıldığında; ulus-devlet, parlamento, parti, temsil gibi modern çağa özgü siyasetin başlıca kurum ve kuruluşlarının kökleştiği ve görece arızasız işlediği “Batı” toplumlarında bu “yeni siyaset” ihtiyaç ve ihtimali henüz gündemde olmayabilir. Buna mukabil; modern siyasetin zaten güdük, çarpık ve yüzeysel oluştuğu Türkiye gibi toplumların, bu yazının başlarında bahsedilen tıkanma, tükenme ve kilitlenme durumunun yarattığı gerilim içinde, o ihtiyaç ve ihtimali daha erken duyması, bu tür oluşumların eskinin direncini daha kolay bertaraf ederek şekillenmesi asla “anormal” bir gelişme değildir. Tam aksine, tarihsel ilerleme dediğimiz şey, hemen daima daha geride olanların yaptığı hamlelerle oluşmuştur. Önemli olan bunun için gerekli enerjinin var olmasıdır. Bu da birçok durumda bulunduğu noktadan daha aşağıya itilme baskısı, kıskacı altında oluşur. Türkiye neredeyse bu durumda değil midir?

ÖMER LAÇİNER