Türkiye’nin AB’ye katılımı ve katılımının önşartları konusunda ordu ve MHP’nin ciddi rezervleri olduğu çok önceden beri bilinmekteydi. Ancak, yakın zamanlara kadar her ikisi de bu itiraz ve gönülsüzlük noktalarını dile getirdikleri her durumda, yine de AB’ye katılmaya karşı olmadıklarını, çünkü bunun Türkiye için öncelikle jeopolitik bir zorunluluk olduğunu belirtmeyi ihmal etmezlerdi.
Geçen ayın başlarında, bu tutumun tersine çevrildiğini değilse bile ciddi bir viraj aldığını gördük. Ordu ve MHP’den ardarda Türkiye’nin AB projesinden vazgeçebileceğini kuvvetle imâ eden sesler yükseldi. MHP Genel Başkanı Bahçeli, “Gerekirse ceketimizi alır çekip gideriz,” deyiverdi. MGK Genel Sekreteri Org. Kılınç gidilecek adresi de söyledi: İran ve Rusya. Gerçi bu spektaküler açılışların arkası gelmedi. MHP ne geri adım attı ne de daha “ileri” giden sözler edip adeta “bu kadarı yeter, arif olan anlasın” demiş oldu. Orgeneral Kılınç’ın sözleri de “resmî görüşümüzü yansıtmıyor” denilerek, ama generali de mazûr gösteren biçimde Genelkurmayca tavzih edildi. Arada ANAP gibi partilerin konunun üzerine gitmek, bir tartışma açmak isteyen göstermelik girişimleri olduysa da, Türkiye’de siyasetin “üst düzeyi” tarafından herhalde verilen bir işaretle konu kapanmış sayıldı.
Ancak ordu ve MHP’nin bu kısa jestleri bile, aralarında İşçi Partisi gibi sıfatlar taşıyanları da olan, tümü de milliyetçiliğin ortak paydasında buluşan ve şimdiye kadar geniş kamuoyu önüne çıkamamış, çıksa da sözleri, önerileri ciddiye alınmamış bir dizi AB karşıtı marjinal grup ve çevrenin “AB’ye alternatif” diye sunulan öneri ve tasarımları ile büyük gazete ve televizyon kanallarında boy gösterme fırsatı bulmalarına yetti. Org. Kılınç’ın yarım yamalak değinip “Rusya ve İran’la yakınlaşma” diye özetlediği, Çin’den Rusya’ya, Kore’den İran’a kadar tüm kıtayı kapsayan bir “Avrasya seçeneği”ni, şimdiye kadar aralarında konuşup duran milliyetçi-ulusalcı teorisyenler, kimi bu Avrasya’nın merkezine “Türklük”ü koyarak, kimi Avrupa emperyalizmine karşı Asyalı ulusların bir cephe-birlik kurabileceği teziyle anlattılar kamuoyuna. Milliyetçi Devlet bahçeli ile ulusalcı İlhan Selçuk bu havada buluştular.
Bu buluşma ne ilk ve yeni ne de sürpriz. 1990 ortalarından beri, bir kısım MHP’li, “sol” Kemalist ve sosyalist kesimden tecritli İP’liler arasında, Batı (Avrupa)’yı Türkiye’nin ezeli düşmanı addederek, bu emperyalist veya “Türk düşmanı” Batı karşısında Türkiye’nin nasıl konumlanabileceğini tartışan, bu amaçla 1920’lerdeki Sultan Galiyef’in Orta ve Ön Asya’daki İslâm-Türk halklarının birliği projesini güncelleştirmekten tutun, Çin, Rusya ve bazı Orta Asya Türki Cumhuriyetleri arasındaki sınırlı bir işbirliği anlaşması olan “Şanghay Beşlisi”ni Türkiye’nin de içine dahil olacağı bir büyük Asya Birliği’nin ilk adımı saymaya kadar giden; somut verilerin çok çok üzerinde spekülatif, keyfî akıl yürütmelere dayalı bu tasarımları AB’ye katılıma karşı bir seçenek olarak sunmaya çalışan bir “ortak düşünce platformu” oluşmuş vaziyetteydi zaten. Bu bileşimin “sol” etiketlileri ilk zamanlar MHP’lilerle ortak bir dil ve fikir birliği kurmakta zorlandıkları temel haklar, demokrasi, Kürt ve dinî hareket gibi konularda giderek bir dil ve fikir birliğini de geniş ölçüde sağladılar. Demokratik hakların ve Kürtlere kültürel özerklik kabilinden imkânlar sağlanmasının Türkiye’yi istikrarsızlaştıracağı, hatta parçalayacağı, Batı’nın da bu amaçla bu konularda ısrarlı olduğu yolundaki MHP orijinli teze bu “sol”cular daha fazla prim verir olurken, MHP’liler de onların “dinî hareket”, laiklik bahislerindeki “hassasiyetleri”ne yanaştılar. Böylece örneğin metropol kentlerin üniversitelerinde laik, Atatürkçü rektörlerin “türban”a ve bu bahaneyle öğrencilerin tüm demokratik taleplerine karşı verdikleri mücadele, taşra üniversitelerinde mevzilendirilmiş MHP eğilimli üniversite yönetimleriyle yürütülür oldu. Hükümet-devlet, “yüksek siyaset” düzeyinde Ordu ve MHP arasındaki tutum ve yaklaşım paralellikleri, daha alt düzeylerde ADD, ÇYDD, İP ile Ülkü Ocakları arasındaki yakın temas ve rezonansla örtüşürken, o bahsedilen “Avrasya seçeneği”nin varyantları da bu bileşimin “harcı”, soluduğu hava, ideolojik gıda malzemesi işlevini görmektedir.
Şüphesiz, dünyanın şu durumunda Avrupa, Asya gibi “seçenek”lerden bahsedilirken Amerika’nın adının pek geçmemesi tuhaf. Gerçi “Avrasya seçeneği” yanlıları arada bir ABD’nin de Türkiye’nin AB’ye katılımını desteklediğine işaret ederek, AB’ye katılmanın başımıza hangi felaketleri getirebileceğini sıralarken, ABD’yi de bu muhtemel suçun ortakları arasında sayıyor. Fakat, bu az sonra açıklamaya çalışacağımız gibi ABD tarafından da keyifle desteklenen bir hiledir. “Avrasya seçeneği” reel, yani kısa ve orta vade verileri, sonuçları itibariyle aslında bir ABD seçeneğidir. Başlıca büyük oyuncuları ABD, AB ve ÇHC olan ve önümüzdeki beş-on yıl içinde dünya gündeminin Ortadoğu gibi başlıca gündem maddelerinden biri haline gelecek olan Orta ve Ön Asya’daki “büyük oyun”un ilk safhasında “ABD seçeneği”nin prova kostümüdür.
Yüzyılların verdiği, ulus-devletler döneminin pekiştirdiği bir bakış çerçevesinde, devlet, ülke adlarıyla konuşulan sorunları, bu adlarla sunulan “seçenek”leri “dış ilişkiler”e mahsus varsayımlar, önkabuller ve mantık yürütme tarzı için de ele almaya koşullandırılmışızdır. Bu koşullanma ulus-devlet içerisinde tarafların çıkarlarının uzlaşmasının, karşılıklı tavizlerle ortak bir zemine, çözüme varılmasının, böylece birliğin pekişmesinin hatta “kaynaşma”nın esas alması gerektiğini va’zederken, dış ilişkilerde ise aksine sürekli bir çıkar çatışması ortamının var olduğunu, devletlerarası işbirliklerinin çıkarların uzaklaştırılmasından, karşılıklı taviz verilmesinden çok, bir üçüncü devlet -taraf- aleyhine olacak bir çıkar maksimumlaştırılması operasyonu olduğunu, ittifak ilişkilerinde bile devletlerin birbirlerine karşı müteyakkız olmayı sürdürmeleri gerektiğini devletlerin birbirlerine yaptığı en masum, suret-i haktan görünümlü önerilerde dahi bir artniyetin, gizli hesabın olabileceğini öngörür.
Bu nedenle, Türkiye’nin AB sorununun bir iç mesele mi yoksa bir dış ilişkiler sorunu olarak mı ele alındığı noktası bu konudaki her tartışma için stratejik önemdedir. Türkiye’nin önüne AB ile eş düzey ve nitelikte seçenekler gibi konulup, değerlendirilmesi istenen “Avrasya seçeneği” versiyonları, kimi “İslâmcı” çevrelerin vaktiyle önerdiği D-8 veya İslâm Ortak Pazarı gibi projeler ya da türlü çeşitli belgesel ittifak kurguları elbette ki, “dış ilişkiler” zemini ve mantığında ele alınması gereken şeylerdir. Ama AB, ister yandaş ister karşıt olunsun, bunlardan nitelikçe farklıdır ve ona üyeliği söz konusu olan her ülke-toplum-devlet için ancak ve sadece “iç sorun” olarak ele alınmak durumundadır. Çünkü AB, bir devletlerarası ittifak olmanın ötesinde üye toplumları belli iktisadî, siyasî, kültürel ve hatta toplumsal norm, değer ve kurumlar bazında tedricen “kaynaştırma”yı hedefleyen bir girişim, bir projedir. Onun bu niteliğini ona üye olmayan, üyelik gibi bir talebi olmayan herhangi bir ulus-devlet kaale almayabilir ve AB ile ilişkilerini iki devlet arasında bir “dış ilişki” olarak yürütebilir. Oysa AB ile bir üyelik ilişkisine girmek, daha talep safhasında, bu talebin kabul edilebilmesinin tartışılmaz önkoşulu olarak, müracaat sahibi ülkenin devlet ve toplum olarak kendi iç bünyesinde AB norm, değer ve ölçütlerine uygun birtakım değişimleri, düzenlemeleri yapmasını, bir başka deyişle AB toplumlarının hepsi için geçerli asgari formata uygun bir toplum haline gelmesini öngörür. Eğer bu formata uygun olmanın gerektirdiği siyasal, hukuki ... değişim ve düzenlemeleri yapmak, böyle bir toplum olmak isteniyor ve benimseniyorsa üye olma talebinde bulunulur; böyle bir toplum olmak istenmiyor, böyle olmanın toplumu parçalayacağı düşünülüyorsa üyelik girişiminde dahi bulunulmaz, AB ile ilişkiler o bildik dış -devletlerarası- ilişkiler düzey ve mantığında yürür gider.Çünkü dış -devletlerarası- ilişkilerde kimsenin ötekine şöyle bir toplum olmalısınız, o takdirde sizinle ilişkimiz olabilir demesi, bunu bir önşart olarak ileri sürmesi diye bir usûl yoktur. Nitekim AB de kendisiyle üyelik, üye adaylığı gibi bir ilişkisi olmayan ülkelere bu “dış ilişki” mantık ve usûlüne göre davranmakta; Türkiye gibi üyelik için adaylığını koyan, bu talebi kabul edilen bir ülkeye de gelecekte kendi toplumunun bir bileşeni, bir parçası olacak, içinde addedeceği birine de, kendi iç ilişkisi, iç sorunu perspektifiyle davranmaktadır.
Tarihte herhalde ilk defa, bir devletler topluluğu temsil ettikleri toplumların, tedricen birbirleriyle kaynaşmalarını, “Avrupa toplumu” denilecek tek bir toplum oluşturmayı, halklarının çoğunluğunun da onayını alarak bir hedef olarak önüne koymuş, bu topluluğun, bu müstakbel toplumun asgari ölçütlerini belirlemiş ve başkaları için değil, bu topluma katılmak onun bir parçası olmayı isteyecek halklar için de o ölçütlere uygun iç düzenlemeleri yapmalarının önşart olduğunu peşinen ilân etmiştir.
Bu ölçütlere uymanın, o düzenlemeleri yapmanın demokratik bir toplum olmak anlamına geldiğini AB karşıtları da inkâr edememektedir. Türkiye’nin halen burada öngörülen “asgari düzey”in de altında bir demokratikleşme düzeyinde olduğunu da.
O halde eğer biri hem Türkiye’de AB’nin koyduğu standartlara uygun hatta daha üstünde bir demokratikleşmeyi savunur hem de AB’ye katılmaya karşı olursa, onun AB ile ilişkileri bir dış ilişki olarak değerlendirmesi, bunu bir kâr-zarar hesabına oturtması anlaşılabilir bir tutumdur ve elbette ki, onun aslında “demokrasiye karşı, kuşkulu” olduğu anlamına gelmez. Nitekim AB’nin asgari standartlarının çok üzerinde bir demokrasiye sahip kimi İskandinav ülkelerinde çoğunluk uzunca bir süre AB’ye katılma referandumlarında hayır oyu vermiştir, İsviçre hâlâ bu tutumunu sürdürmektedir ama hiç kimsenin aklına o hayır diyenlerin aslında demokrasiyi istemediklerini iddia etmek gelmemiştir. Kaldı ki, o hayır diyenler, ülke-toplumlarının AB’ye katılımdan “zarar göreceği”ni ileri sürerlerken, bu zararın demokratikleşme ile ilgili hususlardan dolayı olacağını da söylememişlerdir.
Ama eğer Türkiye’deki gibi AB’ye katılım konusunun söz konusu demokratik-toplum olmanın gerektirdiği asgari düzenlemeler bahsine kilitlendiği bir ülkede, birileri kalkıp katılmamanın gerekçelerini o düzenlemelerin Türkiye için -özetle- tehlikeli olabileceği argümanına oturtuyorsa veya bu tehlikeyi azaltmak ya da gidermek için o “asgari düzey”in daha altına inmenin pazarlığını yapmaktan söz ediyor; bunun kabul edilmemesini AB’nin kötü niyetinin, gizli hesabının kanıtı sayıyor, AB’nin Türkiye’yi o tehlikelere sürüklemek için bu önkoşulu koyduğunu iddia ediyorsa; bu tutumun tek bir anlamı vardır; o da söz konusu kesimin Türkiye’de demokratikleşmeye karşı olduğudur.
Tekrar edelim. AB’nin öngördüğü “Kopenhag kriterleri”nin daha üzerinde bir demokrasiyi, idam gibi ilkel bir cezanın yasağı gibi bir absürtlüğün kaldırılmasını istediği, bunlar için uğraştığı halde AB’ye katılmanın karşısında olmak da mümkündür. Bunların gerekçeleri elbette yukarıdaki türden değildir, olmayacaktır. Örneğin halihazır Avrupa toplumunun ileri iktisadî düzeyi ile Türkiye’nin -katıldığı takdirde- uzunca bir süre topluluğun ikinci sınıf bir parçası olmaktan kurtulamayabileceği, Türk toplumu ile Avrupa arasında asırlar sürmüş siyasî, dinî, kültürel çatışma halinin izlerinin toplum olarak Avrupa’ya entegrasyonu ciddi ölçekte engelleyebileceği vb. argümanlar elbette hem Türkiye hem Avrupa’da üzerinde durulması, tartışılması gereken konu-sorunlardır.
Ama daha buralara gelemeden, AB’ye katılmamaya varan itirazlar, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, azınlık hakları, anadilde eğitim ve yayın gibi demokrasinin asgari gerekleri noktasında düğümleniyorsa, bu, bir toplumsal, kültürel... dünya (tasarımı) olarak Avrupa Birliği’ne karşı olmanın hayli öncesinde bizatihi demokrasiye demokratikleşmeye karşı olunduğunun ifadesidir. Burada söz konusu demokratikleşme adımlarının, bunları gerçekleştiren düzenlemelerin Türkiye’de etnik, mezhepsel bölünmeye, parçalanmaya yol açıp açmayacağını, laikliği tehlikeye düşürüp düşürmeyeceğini tartışmak bile gerekmez. Çünkü öngörülen demokratikleşme bu tehlikeleri gündeme getirir tezine karşı asıl o demokratikleşmeleri yapmamış olmak Türkiye’yi o tehlikelere gebe hale getirmiştir tezi çok daha tutarlı ve ikna edici biçimde savunulur, savunulmaktadır da.
Buna ikna olmamak temelde bir inanç sorunu sayılsa da hemen tüm inanç sorunlarının çıkar ve konum sorunlarıyla da paralel, hatta derinden ilişkili olduğu göz önüne alınırsa, AB’ye katılıma -demokratikleşme önşartı nedeniyle- karşı çıkanların nasıl bir çıkar ve konum sorunları olduğunu araştırmak gerekecektir. Bir başka ifadeyle bu bağlamda demokratikleşmeyi “Türkiye’nin aleyhinde” sayanlar aslında kendi çıkar ve konumları aleyhinde olacak bir şeyden bahsetmektedirler. Türkiye sözcüğü kendi konum ve çıkar hesaplarının örtüsüdür. Ve bu örtü en kolay ve doğal biçimde “dış ilişkiler” zemini ve jargonunda kullanılabildiği için de aslında içsel nitelikte olan AB’ye katılım sorununu dış ilişkiler zeminine çekmek, orada, onun mantığında tartışmak istemektedirler.
Malûm olduğu üzre, herhangi bir iktisadî, toplumsal ... talebin kendi konum ve çıkarlarını, imtiyazlarını tehlikeye atacağını bilen, o talebe de asıl bu yüzden karşı olanlar, konunun bu zeminde tartışılmasını önlemek için bu talebin bir “dış kaynağı” olduğu saptırmacasına başvurup, bunun için en ufak bir bahaneye sarılarak söz konusu talebin o dış kaynak tarafından ülkenin genel çıkarlarına zarar vermek için tahrik ve teşvik edildiğini iddiaya koyulurlar. Böylece konuyu kendi konum ve çıkarları noktasından uzaklaştırdıkları gibi, kendi çıkarları adına asla değil, tüm toplumun ortak çıkarı adına konuşmak gibi bir payeye de el koymuş olurlar. Özgüveni zedelenmiş, paranoyaya yatkın hale getirilmiş toplumlarda bilhassa etkili olan bu yöntem, kendini kendi iradesiyle düzenlemenin risk ve bedellerinden çekinen kesimlerin zihinlerinde çöreklenmiş ve “acaba hata mı ediyorum, oyuna mı geliyorum” kuşkusunu tahrik ederek böylece değişim arzu ve talebini frenleyerek netice almaya, böylece “statüko”yu, dolayısıyla o statüko üzerinden edindiği konum, imtiyaz ve çıkarı korumaya çalışır.
Bu bakımdan, Türkiye’de istenen demokratik düzenlemeler yapılmadığı veya güdükleştirerek yasak savıldığı, böylece statüko değişmediği takdirde, kimlerin hangi kesimlerin imtiyaz ve çıkarlarının da korunmuş olacağı irdelenirse; kimlerin, hangi kesimlerin AB’ye katılmaya karşı olduğu en azından sürüncemeye bırakmak istediğinin de hemen hemen net, eksiksiz bir fotoğrafı da çekilmiş olur.
Demokratikleşme, hiçbir iktisadî-toplumsal sorunun, özellikle de iktisadî-toplumsal eşitsizliklerin çözümü değildir. Sadece bunlara şiddet dışı yöntem ve araçlarla çözüm aranması ve tartışılmasını meşrûlaştırır ve bu arayış ve tartışmalarda tarafların hukuki ve siyasî eşitliğini öngörür. Bir eşitsizlik ilişkisinin “avantaj”lı tarafında yer alanlar bu konumlarını yalnızca kendilerine tanınmış bir siyasî, hukuki ayrıcalık sayesinde sürdürüyor iseler demokratikleşmeye de karşı çıkacaklardır elbette. Eğer aynı taraf bu konumunun yetenek, maharet, bilgi gibi edinilmiş, emekle kazanılmış bir ayrıcalığa dayandığından emin ise demokratikleşme, eşit siyasal, hukuki hak ona fazla itici gelmeyebilir.
Dünyadaki hemen tüm milliyetçiliklerin, genel olarak milliyetçiliğin, özel olarak bir ulus-devlet içindeki çoğunluk milliyet milliyetçiliklerinin demokrasiye, demokratikleşmeye “doğal olarak” karşı, kuşkulu oluşlarının nedeni öncelikle bu noktadandır. Çünkü bunlar çoğunluk milliyetten olmanın ötekilere göre birtakım imtiyazlarla donanmış sayılmasını, genel toplumsal düzen içindeki konumlarının ek bir güvencesi olarak görürler. Konumlarını edinilmiş vasıflara dayalı bir üstünlükle sürdürdüklerini, sürdürebileceklerine güvenen çoğunluk milliyete mensup kesimlerin, bu türden bir ayrıcalığa ihtiyaçları olmadığı için, o tür imtiyazları en azından azaltan, şeklen hukuki, siyasal bir eşitlik, görece eşit hak ortamı sağlayan bir demokratikleşmeye karşı çıkmaları gerekmez.
Sadece Türkiye’de ve tartıştığımız bağlamda değil, hemen her ülkede ve her durumda demokratikleşmeye matûf her girişime karşı çıkışlar çoğunluk milliyetçiliği ideolojisinin versiyonlarından beslenir. Bu karşı çıkış diskurları çoğunluk milliyetin bu milliyete mensup olmaktan başka bir vasfı olmayan kesimlerine çekici gelir özellikle ve onları “harekete geçirmeye” yöneliktir. Türkiye’de “demokratikleşme paketleri” gündeme geldiğinde o hamasete pek müsait “şehit aileleri”nin de öne sürülmesi bu yüzdendir.
AB’ye katılıma, dolayısıyla bunun önşartı olan demokratik düzenlemelere karşı olan veya bu düzenlemelere karşı olduğu için AB’ye katılıma karşı olan ve hemen tümü de milliyetçilikten beslenen -ve bu yüzden de “solcu” sıfatı taşımaları sola hakaret anlamına gelen- siyasal parti, akım ve güçler, çoğunluk milliyet mensubu kesimlerde, demokratikleşmenin bir “doğal ayrıcalık, üstünlük” kaybı veya azalışı sonucunu vereceği duygu ve tepki güdüsünü daha iyi harekete geçirebilmek için; demokratikleşmeyi bir iç talep ve zorunluluk değil, bir dış -ilişki- zorlaması olarak sunmak böylece de milliyetçiliğin has argümanını, milletlerin birbirlerine rakip, düşman oldukları ve her ilişkilerinin altında bir gizli hesap, artniyet olduğu fobisini tahrik etmeye çok daha açıkça yöneldiler son zamanlarda.
AB’de bu çabalara çanak tutan güçlü eğilim ve çevrelerin var olduğu da bir gerçek. Avrupa’daki bildik milliyetçiliklerin bir karması olarak Avrupalı milliyetçiliği diyebileceğimiz ve başta neo-faşist Nazi, “yabancı düşmanı” akımlar olmak üzre birçok kesimde, özellikle de “Birlik” toplumlarının otonktan, Avrupalı olmayı bir doğal ayrıcalık sayan, salt bu ayrıcalığa dayanarak konumunu, çıkarlarını koruyabileceğini düşünen kesimlerinde etkili olan akımlar, sadece Türkiye’nin değil, Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki aday ülke toplumların da AB’ye katılımına karşı, en azından rahatsızdırlar. Avrupa’nın görece daha zengin yörelerinde boy gösteren, Lombardiya Ligi, Flaman hareketi gibi “refah milliyetçiliği” akımları ile Avrupa’yı bir “Hıristiyan uygarlık”, özellikle Türkiye gibi Müslüman ülkelere karşı mücadele içinde oluşmuş bir uygarlık olarak nitelemeye hevesli muhafazakâr Protestan, Katolik akım ve çevreler de öyle. Ama bütün bunların varlığına ve hâlâ süren daha da sürecek olan gayretlerine rağmen AB projesini daha demokratik ve evrensel insani değerlere dayalı hale getirmenin mücadelesini veren akım ve kesimler toplamı en azından şimdiye kadar çoğunluğu ve inisyatifi koruyabilmiştir.
Türkiye, milliyetçilikten beslenen akım, kurum ve kuruluşların engellemelerinden sıyrılıp AB’ye üye olduğu takdirde, toplam iktisadî gücü, eğitimli, üretken ve yaratıcı insan “malzemesi”nin zenginliği, iki yüzyılı aşkındır “dünyanın merkezi” olmanın getirdiği deneyim, kültür yoğunluğu ve yetkinliği ile dünyamızın kaderini birinci derecede etkileyen ilk sıradaki “alan”lardan birine katılmış olacaktır. Bu, onun özgül sorunlarının çözümü anlamına gelmediği gibi, bütün toplumlarda ortak ve haliye Avrupa toplumunda da geçerli, neo-liberal dalgayla daha da katmerlenen iktisadî, sosyal eşitsizlik sorunlarının çözümlenmesi anlamına gelmez. Tam aksine bu sorunların daha da karmaşıklaşması, daha zor, çetin ve çok yönlü çözümler gerektirir hale gelmesi daha fazla muhtemeldir. Ama bu ihtimal aynı zamanda bu sorunlara gayet duyarlı olanlar için, Türkiye ile sınırlı-mütevazı ve dolayısıyla geçici, sonuçsuz- çözümler arama dar görüşlülüğünü silkeleyecek, onları iddialı, zengin içerikli çözümlere zorlayacak bir meydan okuma olarak da görülebilir.
Türkiye, Avrupa Birliği’nin halihazır zenginliğinden nasiplenmeye dayalı bir “katılım yandaşlığı” ile, milliyetçilikten, “olduğumuz gibi kalma”, “olduğumuz gibi kabul edilme” saplantısının ördüğü AB’ye karşıtlık “alternatifleri” arasındaki sufli seçime mahkûm edilmemelidir.
Bu kısır ikilem içinde kalınır, AB’ye katılımın perspektifi ANAP gibi bir partinin ufkuna ve sözcülüğüne indirgenmiş olmaya devam ederse; Türkiye büyük ölçüde “olduğu gibi kalarak” AB kapısında bekleyecektir. AB’ye karşıt veya katılım şartlarından “rahatsız” kesimlerin bir isteği de budur. Çünkü Türkiye’yi “olduğu gibi kabul eden”, onun bilhassa bu haliyle Ortadoğu, Ön Asya ve Orta Asya’daki muhtemel operasyon ve manevraları için “partner” olarak kullanılabilmesinin kolay olduğunun gayet farkında olan bir ABD vardır geride. Dünyaya tek başına nizam verme bahsinde kendisine rakip değilse bile “muhalif” olabilecek bir AB ihtimalini hiç de gözardı etmeyen bu ABD, şimdiye kadar Türkiye’yi hep “olduğu gibi” kabul etmiş, hattâ bütün askeri darbe ve darbe ertesi düzenlemelerde Türkiye daha da geri bir demokrasiye, otoriter rejimlere mahkûm edilirken de onu “olduğu gibi” desteklemiştir. Eğer Türkiye “olduğu gibi” kalmakta ısrar eder de AB onun katılımını reddederse ABD yine arkasında olacaktır. Ancak ABD’nin asıl işine gelen, Türkiye’nin olabildiği kadar “olduğu gibi” kalarak AB’ye üye olmasıdır. AB stratejistleri boşuna böyle bir durumda ABD’nin AB’nin iki ucunda da birer “üs” edinmiş olacağını söylemiyorlar. “Olduğu gibi” kalan bir Türkiye’nin ayrıcalıklarından, demokrasi ile uyuşmaz siyasal ağırlığından pek bir şey kaybetmemiş Ordu ve güvenlik bürokrasisi ile “hassasiyetleri”ne yani ayrıcalıklarına-dokunulmamış milliyetçilik anlamına geldiğini bildiğimize göre; Türkiye’nin olduğu gibi katılacağı, demokratikleşme gibi bir şartın lafını bile etmeyen o “Avrasya seçenekleri”nin, o Şanghay Beşlisi güzellemelerinin asıl adresi, şifresi ortaya çıkar. AB’ye katılmanın alternatifi ABD’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da -İsrail’le birlikte- birinci derecede müttefiki olmak gibi ABD’nin namından dolayı, dünyanın her yerinde gayet müstehcen sayılacak bir tez açıkça savunulamayacağı için, müstear adla ve hamasetle örülmüş elbiseler giydirilerek salınıyor ortaya bu tez.
Ünlü Soros’un “en iyi ihraç malınız” dediği ordumuz Afganistan pazarında siftah etmeye başladı. Dolayısıyla çok geçmeden orada Bay Çevik Bir ve Org. Kılınç tarafından da savunulan “Şanghay Beşlisi”nin, Avrasya seçeneğinin açılıp saçılmasına ve altından görünen çıplak gerçeğe birlikte tanık olacağız demektir herhalde.