İntifada İsrail'i Zorluyor!

“Ariel Şaron-Yaser Arafat hâlâ neyi bekliyorsunuz? Ateşi durdurun, konuşmaya başlayın.”

Geçtiğimiz ay Filistin topraklarına yönelik İsrail saldırıları, Kudüs, Tel Aviv, Netanya gibi İsrail kentlerine yönelik intihar eylemleri gerçekleşirken, İsrail’deki barış yanlıları işte bu satırlarla gazetelere tam sayfa ilân veriyorlardı.

Ama 11 Mart akşamı bu ilânların pek anlamı kalmadı. Çünkü, İsrail ordusu 100 tank ve yüzlerce askerle birlikte Ramallah’a girdi; işgâl altındaki topraklar bir kez daha işgâl edildi. Bu, İsrail ordusunun Lübnan Savaşı’ndan bu yana gerçekleştirdiği yani son 20 yılın en büyük saldırısıydı.Ve Mart ayının ilk 15 günü çoğu Filistinli olmak üzere 180 kişi öldürüldü. Filistin topraklarında yaşananların, medyanın ya da bölge konusundaki bazı uzmanların “çatışma” dediği noktayı aştı. Filistin’de tarafların fiziksel ve zihinsel olarak birbirlerinden tamamen koptuğu bir savaş var artık.

11 Eylül sonrasında dünyanın neredeyse gözlerini kapadığı bölgede İsrail, yaşanan toz-duman arasında esen anti-İslâm havayı da arkasına alarak o tarihten itibaren yoğun bir saldırı, sindirme ve apartheid kampanyasına başlattı. Her Filistinliyi potansiyel “terörist” kabul eden Ariel Şaron liderliğindeki İsrailli şahinler bu havayı bir anti-terör kampanyası biçiminde sunmayı bir süre için de olsa başardı. Tepkisizlik, Şaron yönetimini Arafat’ı kendi karargâhına hapsedecek, Filistin topraklarını bir çeşit toplama kampına dönüştürecek kadar küstahlaştırdı.

Bölgede yaşananlar bombalı intihar saldırıları ve İsrail’in bu saldırılara F-16’lar, Apaçi helikopterleri ve tanklarla verdiği şiddete şiddetle karşılık verildiği bir döngü değil artık. Ariel Şaron liderliğindeki şiddet yanlılarının Filistinlilere hayat hakkı tanımayan, sömürgeci anlayışının ulaştığı nokta. Birincisi, Ariel Şaron ve İsrail “devleti” -derin devleti diye de okunabilir- hâlâ Filistinlerin varlığını kabullenemiyor, hâlâ bir Filistin devletini içine sindiremiyor. İntifadanın başladığı 28 Eylül 2000 yılından bu yana, ama özellikle son 4 aydır Filistin toplumu üzerinde tam bir apartheid politikası uygulanıyor. Batı Şeria ve Gazze’deki kuşatma ve kontrol noktalarındaki aşağılamalar dayanılmaz bir hal almış durumda. Yahudilerin 2. Dünya Savaşı’nda marûz kaldıkları toplama kampı zulümlerinin benzerlerini Filistinlilere uygulamaları, dikenli teller arkasına yüzlerce Filistinli erkeği toplayarak, Nazi Almanya’sını hatırlatırcasına kollarına dövmeyle kimlik numarası yazmaları, elleri ve gözleri bağlı olarak bilinmeyen yerlere götürmeleri, İsrail toplumunda bile bazı kesimlerin tepkisini çekti. Kuşattıkları şehirlerde ambulanslara ateş etmekten çekinmeyen, yiyecek ambargosu uygulayarak bebeklerin sütsüz kalmasına aldırmayan, gazetecileri öldüren bu anlayışı kavramak çok güç.

Ama tüm bunların karşısında, Ramallah’taki otel görevlisinin Kudüs’te 11 kişinin öldüğü intihar saldırısını sırıtarak anlatması ya da Gazze’deki Cebelliye Mülteci Kampı’nın duvarlarındaki “Hey hayvanlar! Saldırılarınıza yanıt vermeye yemin ediyoruz. Sadece bekleyin” yazısı Filistinlilerin geldiği noktayı da çok iyi anlatıyor.

Çünkü, Ariel Şaron artık intihar saldırılarına bombardımanla karşılık vermek noktası çoktan aşmış durumda. Filistin ekonomisinin, siyasetinin kalbi Ramallah’ı işgal etmenin İsrail için tek bir anlamı var:”İstediğimiz zaman kentlerinize girip sizi ezeriz. Üstelik, lideriniz de sizi kurtaramaz.” Aralık ayında Arafat’ın Gazze’deki karargahını bombalayarak helikopterlerini yok ederken, Filistin liderine aynı mesajı veren Şaron, Arafat’ı kendi toplumu nezdinde küçük düşürüp, iğdiş etmeye niyetlenmişti. Arafat, bir anlamda hapsedildi. Ama, intifadanın başından bu yana kendi toplumu içinde de eleştirilen Arafat’ın hapsedilmesi bumerang etkisi yaptı ve Şaron’u vurdu. Arafat içinde bulunduğu konum nedeniyle kendi toplumu içinde mazlum olarak görüldü ve son yıllarda hiç olmadığı kadar destek kazandı. Arafat, Filistin toplumu içinde popülaritesini yükseltmiş ve neredeyse eski günlerine dönmüş gibi görünüyor. Şaron’un Filistin içinde başlatmaya çalıştığı “alternatif lider” tartışması gibi, dünya ülkelerini arkasına alarak başlattığı Arafat karşıtı kampanya da başarısızlığa uğramış durumda.

İsrail saldırıları karşısında klişe deyişi ile “topyekün savaş”a başladığını söylemek yanlış olmaz. İsrail- Filistin arasındaki savaşta Filistin toplumu intifadanın başlangıcından bu yana ortaya çıkan iç çelişkilerini de bir yana bıraktı. Üstelik uzun yıllardır Filistin toprakları dışında büro örgüt şeklinde faaliyet gösteren Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin’in Kurtuluşu için Demokratik Cephe gibi örgütler yeniden toparlandı ve eylemlerde, yürüyüşlerde görülmeye başladı. İntihar bombacıları daha önceleri Hamas, İslami Cihad gibi İslami söylemlerle yola çıkarak, El Fetih’e, Filistin Yönetimi’ne alternatif oluşturmaya başlayan örgütlerden çıkarken son aylarda “laik” kimlikli El Fetih, Tanzim gibi örgüt üyeleri intihar saldırılarına başladı, 2 kadın militan yıllar sonra eylem gerçekleştirdi. Tüm bunlar, intifadanın 2. yılında Filistin insanının daha kolay ölüme gider oluşunun ve İsrail’e karşı daha ölümcül bir savaşı tercih ettiklerinin örnekleri arasında; çünkü kaybedebilecekleri çok şeyleri olduğunu düşünmüyorlar; Filistinlilerin yüzde 75’i intihar saldırılarını destekliyor.

Kaybedebileceklerini düşünenlerin arasında Arap ülkeler geliyor. Suudi Arabistan Usame Bin Ladin ve El Kaide’den Filistin sorununu hallederek kurtulmaya çalışıyor. Irak konusunda bu kez Amerika’ya şimdilik destek vermemesinin nedeni, öncelikle Filistin sorununu çözmek istemesinden kaynaklanıyor. Çünkü Filistin sorununu halletmiş ya da hallediyor gözüken Arap dünyasının Irak konusunda Amerika’nın isteklerine daha sıcak bakması daha muhtemel gözüküyor. İsrail’in en büyük düşmanlarından Suudi Arabistan böyle bir planla ortaya çıkarak kendi kamuoyundaki muhalif sesleri de susturmayı amaçlıyor. İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi karşılığında Arap ülkelerinin İsrail’i tanıyacağına öngören plan, genel hatlarıyla, bir Arap ülkesinin bugüne kadar öne sürdüğü en ileri plan; İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklarda çekilmesiyse Filistinlerin en doğal haklarından biri.

Irak operasyonuna yönelik bir diğer manevra ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin ilk defa yanyana, sınırları çizilmiş ve güvenlik içinde yaşayan İsrail ve Filistin devletlerinden söz etmesi. Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri Robert Fisk, Güvenlik Konseyi’nin “ Amerika’nın önerdiği bu kararın olası bir Irak operasyonuna Arap dünyasından destek sağlayabilmek için” kabul ettiğini yazdı. Ama Şaron’un onayı olmadan Amerika’nın böyle bir kararı teklif etmesi bile güç görünüyor.

Filistin toplumunun yıllardır geçirdiği travmanın benzerini bu kez İsrail toplumu yaşıyor. Geçtiğimiz Şubat ayında “intifadayı 1 ay içinde bitirme” sözü ile gelen Ariel Şaron ise İsrail toplumunu ikiye bölmüş durumda. Şaron’un iktidara gelmesinden sonra, karşılıklı olarak şiddetin en üst noktaya varması İsrail’deki barış yanlılarını pasifize etmişti. Şaron’un politikası sadece Filistin topraklarını değil İsrail kentlerini de yaşanmaz hale getirdi, Filistinli intihar komandolarının saldırıları, yerleşim birimlerine sızmaları sonucu İsrail halkının yaşamı tam bir paranoyaya dönüştü; insanlar sokaklara çıkamaz hale geldi. İsrail ekonomisi ve turizmi büyük darbe yedi. Geçen ay yapılan kamuoyu yoklamalarında Şaron’dan “memnun olmayanlar”ın oranının yüzde 60’a yükseltti. Haziran ayında yapılacak seçimlere Likud cephesinin liderini değiştirerek, Şaron’un yerine bir başka şahin, Netanyahu’yu başbakanlık yarışına sokacağı şimdiden konuşuluyor. Şaron’un politikalarını “yumuşak” bulan İsrail aşırı sağı daha sert önlemler alması için yoğun bir kampanya başlattı. Bu kesimin İsrail’de hep var olduğunu düşünecek olursak, asıl dikkat çekici gelişme barış cephesindeydi. Me’ertz gibi sol partiler Arafat’ın masaya dönmesi ve Şaron’un istifası için kampanya başlatırken, İsrail ordusu için de “red cephesi” oluştu.

İsrail gibi tamamen militarize olmuş, askerliğin hayatın her alanına yayıldığı ve herkesin her yıl belli sürelerde askere gitme zorunluluğu olan bir ülkede büyük cesaret isteyen bu cepheye katılanların sayısı şimdilik az olsa bile umut verici. Çoğunluğunu, rezerv subayların oluşturduğu cephenin lideri İşay Menuhin gerekçelerini The New York Times gazetesine şöyle açıklamış:..1967 sınırlarının ötesindeki görevlerde bulunmamı gerektiren talimatlara uymayı reddediyorum...Benden potansiyel teröristleri infaz etmemi veya sivil göstericilere ateş etmemi isteyen emirlere uymayacağım...İsrail’i daha az güvenli ve insanî bir yer haline getirmekten başka işe yaramayan bir işgalin parçası olmayacağım.”

Ve İsrail toplumu, Şaron’la birlikte artan yerleşim politikasının da Filistin şiddetini körüklediğini düşünerek yavaş da olsa bu politikaya karşı sesini yükseltmeye başlıyor.

Şaron hiçbir sonuç alamadığı, aslında herhangi bir sonucu amaçlamadığı Batı Şeria’daki işgali Mart ayının 15’inde kaldırdı, tanklar geri çekildi. İsrail başbakanı, sadece İsrail toplumunun tepkisini biraz azalttı ve Filistinlilere gözdağı vermeye çalıştı ki Filistin toplumu İsrail’in bu politikasını yıllardır kanıksamış durumda.

Varılan ateşkes anlaşmasının ne kadar süreceği, anlaşmaya ne kadar uyulacağı belli değil. İsrail’in “teröristleri bize teslim edin ya da tutuklayın” talebi uzun vadede Filistin toplumunun talepleri karşısında hiçbir anlam taşımıyor. Çünkü, Filistin toplumu yıllardır hiçbir talebinin yerine getirilmediğini; ateşkes ve ateşkes sonrasının da yeni bir şey getirmeyeceğini, Şaron olduğu sürece İsrail’in bugünkü politikasından herhangi bir sapma olmayacağını biliyor. İsrail’in faşizan politikaları karşısında Filistinlilerin her geçen gün kaybedecek şeylerinin azaldığını ve intifadanın süreceğini unutmamak gerekiyor. Çünkü, Filistinlilere hayat hakkı tanımayan İsrail artık kendi geleceğini de tehlikeye atıyor.

METE ÇUBUKÇU