AKP’nin seçim galibiyeti, Türkiye’nin siyaset tarihinde çığır açıcı mâhiyetteki başka seçimlerle mukayese ediliyor: Rejim güçlerince zan altında tutulan bir partinin tek başına iktidar, o rejim güçleriyle akraba bir partinin (CHP) tek başına muhalefet olduğu 1950 seçimleriyle... Liberal-muhafazakâr bir moralle zenginleşme ve “birazcık hürriyet” vaadeden 1983 ANAP’ının gelişiyle... Refah Partisi’nin tek başına iktidar olmasa da birinci parti konumunu aldığı 1995 seçimleri sonrasıyla...
Üç tarihsel tecrübeyle de mukayese anlamlı olabilir; üçünün de soluk bir kopyasından söz edilebileceğini zannediyorum. Bu solukluk, esasen, politika alanının daraltılmış olmasından kaynaklanıyor.
1950’lerin tecrübesiyle kurulan en büyük benzerlik, on küsur yıldır tüketilemeyen siyaset sosyolojisi şablonuyla tanımlanırsa, “çevre”nin “merkez”e doğru hareketinin bir siyasal güç yaratmayı başarması, “çevre” adına bir çoğunluk morali ve muzafferiyet duygusu üretmesidir. Yanısıra, bir miktar da rövanş duygusu. Ancak bu benzerlik, öncelikle, -birisi bizzat bir diğer mukayese nesnesi olan 1983 olmak üzere- “çevre”nin “merkez”e hareketinin artık birkaç kuşağı katlamış bulunan bir iş olması nedeniyle eskimiştir. Bugünkü “çevre”nin siyasal temsilcileri, “kimlik politikası” düzleminde, 1950 Hareketinin Cumhuriyet seçkinlerince üstlenilmiş olan siyasal temsilinden daha dolaysız bir vekâlete aday olabilirler; fakat 1950’deki kadar “naif” değildirler ve olamazlar.
1950’ler tecrübesinin “rejim genetiği” içindeki çağrışımı ise, kendini her şeye muktedir sayma gafletine düşen “istismarcı” bir siyasal çoğunluğun Atatürk ilke ve inkılâplarını tehlikeye düşüren icraati ve diktatörce yönetime yönelmesidir. Bu tecrübenin dramatize edilme biçimi, 1960 sonrasında kurumlaşan vesayetçi sistemin kaynağındaki ilk günahı, ana referansı teşkil eder. Merkezinde CHP’nin olduğu Kemalist muhit de, yer yer ve zaman zaman, bu tecrübeyi hatırlatmaktan bir enerji üretmeye çalışabilecektir. Buradaki problem, “millî irade” nosyonuyla bütünleşen çoğunlukçuluğun, yaygın bir güç/iktidar ideolojisi olarak işlev görmesi; oysa ’50’ler hatırâsında buna yöneltilen itirazın, buradaki anti-demokratik niteliği hedef almaktansa Kemalist-laisist rejim muhafazakârlığıyla malûl bulunmasıdır. “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” kampanyasını bulandıran bu problem, önümüzdeki dönemde de karşımızda olacaktır.
AKP’nin siyasal galibiyetinin 1983’teki ANAP çıkışıyla kurulan benzerliğinde nirengi noktalarından birincisi, ordunun tercihine rağmen iktidar olmak, ikincisi ise, kalkınma/zenginleşme ve “birazcık hürriyet” vaadidir. AKP’nin galibiyetinin, mukayese edilebileceği geçmiş tecrübelere nispetle soluk bir kopya olmadığı, tersine daha yeni, daha “merak uyandırıcı” olduğu tek nokta, orduya rağmen iktidar olmak meselesi olabilir. 1980’lerde ordunun vd. rejim güçlerinin siyaset üzerindeki vesayeti görece “kaba” ve yüzeysel bir nitelik taşıyordu. Geçen 20 yılda bu vesayet kurumsal ve “teknik” bakımdan sadece pekişmemiş, incelmiştir. AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın rejim nezdinde Özal’a kıyasla çok daha fazla “şüpheli” ve “sabıkalı” biri oluşu, bir başka zorluk etkenidir. Türkiye’nin marûz olduğu uluslaraşırı iktisadî ve uluslararası siyasî sıkıntının, zaten Kürt meselesi ve 28 Şubat icraatıyla daraltılan politik hareket inisyatifini iyice kısıtladığı da düşünüldüğünde, AKP’nin müphem “biraz hürriyet” vaadlerine alan açabilmesi müşkül görünüyor. Kalkınma/zenginleşme vaadi için de aynısı söylenebilir. Bu vaad, 1980’lerin başındaki görece tuzukuru koşullardan farklı olarak kitlesel ve mutlak hale gelmiş yoksulluk sorunuyla da yüzleşmek durumunda ve buna pansuman yapma imkânları kıttır. Tek başına iktidar olmanın büyüttüğü beklentiler karşısında bu dar alanda yapabileceği hamleler, AKP’nin kendi politik rüşdü kadar Türkiye’de politikanın rüşdü için de önemli olacaktır.
1983’le benzerliğinin daha pürüzsüz görülebileceği bir nokta ise, AKP’nin de, ANAP gibi bir “sağcılık karması” olmasıdır. ANAP gibi AKP de, Türk sağının temel motiflerinin, temsiliyet ilişkilerinin, sembollerinin meydana getirdiği bir bileşkenin taşıyıcısıdır. ANAP bunu 1983’ün ‘boşluğunda’ belirli bir omurgaya dayanmadan kurmuştu, AKP Millî Görüşçü omurgayı bu istikamete bükerek kuruyor.
1995’te RP’nin birinci parti olmasının Kemalist-laisist mihverde uyandırdığı infial, AKP’nin tek başına iktidara gelmesi karşısında hakikaten pek soluk bir kopya olarak tekrar etti. “Yaşam tarzı laikliği” ile ilgili endişeler (çarşaf, içki...), daha ziyade şaka cinsinden teâti edildi. Neden? Ertuğrul Özkök’ün 4 Kasım Pazartesi günkü Hürriyet’te aba altından gösterdiği eşek şakasındaki gibi “neyse ki ordu var” kanaatinin yaygınlığından, 28 Şubat tecrübesinin verdiği güvenden mi AKP’nin artık İslâmcı bir parti değil -bütün partiler gibi!- bir “merkez partisi” olduğunu söylemesinden ve bunun böyle olduğunun görülmesinden mi? Herhalde ikisinin de payı var. Fakat politik ve toplumsal kayıtsızlık etkenini de, belki en ağırlıklı etken olarak, eklemek lâzım. Ortamdaki apolitiklik ve umutsuzluk, müsekkin etkisi uyandırıyor. Nitekim AKP’nin “coşkusu” da, 1950’nin ve 1995’in zafer havasıyla kıyaslandığında, pek mütevazı. Tayyip Erdoğan’ın seçim gecesi ısrarla “vakarlı duruş”tan söz etmesi, taşkınlığa ve tahriklere karşı temkinli olmaktan öte, bu solgun durumu güzellemenin de bir yolu değil mi?
“MERKEZ”
“İdeolojik parti”, “davâ partisi” olarak kendilerini statükocu güçlerden ayrıştıran siyasal gelenekler, -ki bunların sağdaki anadamarları MSP/RP ile MHP’dir-, yaklaşık on yıldır kendilerini “merkez”de tanımlayageldi; buna karşılık klasik “merkez” partileri, -DP/AP damarı-, zayıfladılar. 2002 seçimleri, bu zayıflamayı son noktasına vardırdı: İlk defa, parlamentoda, DP/AP kökünden gelen herhangi bir parti temsil edilmiyor.
Bu ağır mağlubiyeti, liderlerin ferasetsizliği, yozlaşma/yolsuzluklar, bölünme vb. aktüalite sebepleri ötesinde, sözünü ettiğimiz yapısal değişim süreciyle açıklamalıyız. Partiler arasındaki ideolojik ayrımları kriminalize eden siyasal kültürün hâkimiyetini kurup eski “ideolojik partilerin” de dahil olmasıyla hemzemin hale gelen merkezde,[1] klasik merkez partilerinin herhangi bir mukayeseli üstünlüğü kalmadı. “Devlet tecrübesine sahip kadrolar”, sermaye sınıf(lar)ıyla bağlar, klientalist şebekeler vb. güç etmenlerini, MHP ve MSP kökünden gelen partiler de biriktirdiler. Öte yandan ağır toplumsal sorunlara politik çözümler üretme inisyatifinin daralıp “farkların” gitgide daha fazla imaj/halkla ilişkiler performansına bağlı hale geldiği koşullarda, klasik-merkez’in “renksizliği” büyük bir dezavantaja dönüştü. MHP ve MSP menşeli partilerin “kimlik siyaseti”, bu ‘darlıkta’, merkez partilerin daha iyisini bulamadığı bir ikâme maddesiydi. Geriye “lider karizması” kalabilirdi; ama onun da hudutları vardır ve zaten Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller’in bu bakımdan müthiş kudretler taşıdıklarını söyleyemeyeceğiz.
“Uç”tan merkeze taşınan partiler ise, ilk evrede merkezi dönüştürme iddiasında iken, merkez/rejim tarafından ehlileştirildiler ve bir krize girdiler. Bu kriz, uç ifadesiyle, ehlileşmeye teslim olmak ile ‘öze dönüşçü’ radikalizm arasında bir karar ânı idi. Belirleyici yönelim, beklenebileceği üzere, bu iki uç arasında bir orta yol oldu. Temsil edilen “davâ”nın esaslarını ve tabanın taleplerini “kitle çizgisine” uyarlayarak, merkeze/sisteme ‘haysiyetli’ bir entegrasyonu savunanlar galebe çaldılar.
MHP bu süreci iki kademede yaşadı: İlkin 1991-1995’teki “örtülü” iktidar ortaklığı, sonra 1999-2002’deki resmî koalisyon ortaklığı döneminde. 1991-95 döneminin ilk popülerleşme ve entegrasyon dalgasının parti/örgüt ‘bünyesini’ sarsan ve 1995 seçimlerinde kendi tabanını küstürerek % 10 barajını geçememe neticesini veren sarsıntısı, tam da demin andığımız “haysiyetli ehlileşme” stratejisiyle aşılmıştı. Devlet Bahçeli, bu orta yolcu stratejiyi temsil eder. Ancak 1999 seçimlerindeki büyük başarıyla girilen koalisyon ortaklığı tecrübesi, politik hareket alanının darlığı neticesinde MHP açısından büyük bir tatminsizlikle sonuçlandı. MHP, şimdi, önceki paragrafta sözünü ettiğimiz krizi hayli ağır yaşayacak. Uzun zamana yayılan uyarlanma stratejisi, belirli bir rehavete yol açtı ve bu rehavet, bu çizgi içerisinde revizyon yapmayı da zorlaştırabilir. Buna tepki olarak gelişebilecek öze dönüşçü radikalizmin ise, -ki böyle bir girişim MHP’nin tökezlemesinden kâr umarken hayal kırıklığına uğrayan BBP dolaylarından ek kaynak da bulabilir-, “merkezde” ikâmetin yarattığı siyasî konfor alışkanlıkları karşısında kendini kabul ettirebilmesi kolay değil.
MSP/RP çizgisi, merkeze entegrasyon/ehlileşme tecrübesinin teşkil ettiği meydan okumayı daha travmatik yaşadı. MHP’nin merkeze entegrasyonu, rejim güçleri ve egemen sınıflar açısından, şu veya bu figürle ilgili şüpheler duyulmakla birlikte toplamda fevkalâde hayırhâh karşılanan, hattâ -özellikle medyadan- teşvik gören bir süreçti. MHP’nin resmî ideolojiyle olan ortak paydası, zaten çok büyük bir kolaylık sağlıyordu. Oysa RP, merkeze buyur edilmedi; hattâ merkezin kendisine karşı tanımlandığı bir yere kondu. 28 Şubat süreci, merkezin bu karşıtlık üzerinden tahkim edilmesidir. Bu dışlanmanın RP sülbüne sağladığı bir avantaj, rehaveti engellemesidir. Marjinalleştirilmeye karşı, reel politikada çok mesai sarfettiler; öğrendiler ve yayıldılar. Yeni İslâmcı entelijensiyanın 1980’lerde elde ettiği müktesebatı, bu deneyim içinde sistem-dışı muhalefetten sistem-içi muhalefete tahvil ettiler. Bu arada tehdit/hasım mevkiinde da olsa siyasal alanda tanımlayıcı referans olmaları ve bununla birleşen mağduriyet, başlıbaşına, onların politik bekalarını güvencelemiştir. Sistem-dışı muhalefet müktesebatının sistem-içi muhalefete tahvil edilmesi de, esasen, bu bekayı sağlayan zeminde gerçekleşti: Sistemin kendisiyle değil, sistem içinde kendilerine yönelen baskıyla, kriminalize ediliyor olmalarıyla uğraşan bir muhalefet söylemi kurdular.
MSP/RP/FP sülbünden Saadet Partisi, bir yanda öze dönüşçü/cemaatçi tepkiler, diğer yanda örneğin Mehmet Bekâroğlu’nun dillendirdiği türden uzun vâdeli bir toplumsal muhalefet stratejisi ve bununla birlikte bir “demokratizm” yönelimi arasında bînamazken; Erbakan’ın gerçekten bezdirici egosantrizmi ve 1960’lara özgü vaazları tarafından zaten hareketsiz bırakıldı. Adalet ve Kalkınma Partisi ise, yukarıda sözünü ettiğimiz üzere, İslâmcılığın gerek sistem-dışı kuramsal söylemini gerekse sistem-dışılık izlenimi veren reel-politik söylemini, sistem-içi muhalefet söylemine dönüştürerek, kendi içindeki bütün çelişkileriyle birlikte “ileriye doğru kaçmaya” koyuldu. 3 Kasım 2002 seçimlerindeki huruç manzarası, böyle bir “kaçış” harekâtının sonucudur.
“YENİ” BİR PARTİ OLARAK AKP
Bu kaçış yolunda AKP, artık sadece RP sülbünden bir parti olarak değerlendirilemeyeceği bir noktaya gelmiştir. Kurucu ve taşıyıcı omurga elbette Millî Görüş kökenlidir, fakat AKP sadece personeliyle değil ideolojik yapısıyla da başka bir partidir. Sözün özü, sağcı bir partidir; Türkiye’de sağcılığın temel hususiyetlerini bünyesinde toplayan, bileştiren bir partidir: Milliyetçi-muhafazakâr değerler ve kimlik söylemi, bu değerlere ve kimliğe bağlılıkla/uygunlukla tanımlanan millî iradeyi temsil gücünden türetilen meşrûiyet, refah ve zenginleşme vaadi, politikanın bir “hizmet” olarak takdimi, “çözüm” pragmatizmi, “çoğunluk” olmanın büyüklenmesi...
AKP’nin bir politik ve toplumsal tepki potansiyelini yansıttığı doğrudur; fakat radikal bir tepkiyi, bir öfkeyi değil, çözüm ihtimalinden -henüz, diyelim- umudunu kesmemiş bir tepkiyi yansıttığını söyleyebiliriz. AKP’nin dili, kontrollü bir tepkinin dilidir. 28 Şubat’a dönük bir politik tepkiden pek söz edemeyiz; daha ziyade, “inananların” suçlandırılması, zan altında bırakılması karşısındaki -en az 50 senelik- süreğen yakınmanın ifadesi vardır. “Aşağıdakilerle”, yani hem yoksullarla, hem taşralı/dindar kimliğiyle itilen insanlara, Tayyip Erdoğan’ın geçmişi ve “beden dili” aracılığıyla empati sinyalleri yollanmaktadır; fakat mustazaflar olarak ajite ediliyor değildirler. Başlarda bahsettiğimiz gibi, müphem bir hürriyet kazancı, bir ‘hesaba katılma’ -belki, ‘gönlü alınma’- vaadidir, onlara sunulan. Tayyip Erdoğan ve AKP’nin Millî Görüşçü elemanları, kendi toplumsal kimliklerinden ve bu kimlikle ilgili mağduriyet ‘kazanımlarından’ ötürü, hürriyetçi/çözümcü vaadlerini somut “projelere” dönüştürmeksizin de, geniş bir aşağıdakiler/mağdurlar tabanının “başımızda onlar olsun” diyeceği bir kadro olmanın avantajına sahiptirler.
“Aşağıdakileri” bir nebze ferahlatacak neler yapabilir AKP? Sosyal devletin IMF direktiflerine rağmen sınırlı da olsa bir tamiratı mı? ‘Kayıtdışı’ ve kısmen sivil topluma emanet edilmiş bir hayır-hasenât faaliyeti mi? Yoksa daha ziyade sembolik, jestüel telâfi hamleleri mi? (Ki bunlar da, yoksulluğun görünmezleştirildiği, buna karşılık “tatlı hayat”ın hep gösterimde olduğu bu memleket koşullarında hiç önemsiz değildir kuşkusuz…) Gerçekten, merak konusudur.
AKP’nin RP türü bir örgüt ve hareket niteliği taşımadığını da söyleyebiliriz. Elbette gerek yüzyüze ilişki ağı gerekse profesyonellik açısından, sair “merkez” partilerle kıyaslanmayacak kadar ‘sağlam’ bir örgütü vardır; yine kendini reklam ve halkla ilişkiler uzmanlarına havale etmiş klasik ‘merkez’le kıyaslanmayacak kadar ‘fikir’ vardır yanında yöresinde... Ancak RP’nin 1995 öncesindeki cemaatsi yapısını, militanlığını bulamayız; AKP’yi “eski”-RP gibi kuşatan yoğun bir toplumsal ve ideolojik-entellektüel ağın varlığından da söz edemeyiz.
Milliyetçi-muhafazakâr devletlû ricâlin de (Ali Coşkun, Nevzat Yalçıntaş, Vahit Erdem, Vecdi Gönül, Köksal Toptan, Abdülkadir Aksu, Cemil Çiçek vd.) AKP’de bir ağırlığı var. Herhalde en halis biçimiyle Yalçıntaş’ın şahıslaştırdığı bu kanat, Özal’ın Cumhurbaşkanı olup ANAP’ın Mesut Yılmaz’a kalmasından ve 1991 RP-MÇP-IDP seçim ittifakından beridir, (merkez-)sağ’ın siklet merkezinin milliyetçi-muhafazakâr bir noktaya kaydırılması ve orada yeni bir güçlü sağ iktidar yaratılması misyonu için çalışıyor. Onların dilindeki “devlet-millet barışması”, devletin/rejimin rıza üretimi kabiliyetinin tahkim edilmesi emelini belirtir. “Ministrabl” (“bakanlık ehliyetine sahip”) nüfuzu yüksek olan bu hizbin, demokrasi ve özgürlükler açısından, Kemalist-laisist “şeriatçı” öcüsünden daha büyük ve daha sahici bir tehdit teşkil ettiğini düşünüyorum.
Millî Görüş kökenli ana gövdenin yanısıra, bu milliyetçi-muhafazakâr devletlû hizipten başka bir eğilimi daha saptayabiliriz: AKP’yi, özgürlükçü-liberal hattâ liberal-sol bir yönelimin yeni mecrası olarak gören eğilimdir bu. Kemalist seçkinciliğe ve vesayetçiliğe muhalefet ederek dindar halk çoğunluğunun siyasal katılımını geliştiren, böylece halkın/yurttaşların siyasal rüşdünü meşrûlaştıran hareketleri, demokrasinin (yurttaşlık hukukunun, parlamentarizmin ve devlet-toplum-piyasa ayrımlarının kurumlaşması anlamında) Türkiye şartlarında yerleşmesinin itici gücü olarak görür. “Ulusalcı sol” gelenekte Marksizmin sınıfsal kuvvetlerini Türkiye’nin tarihsel şartlarında Kemalist entelijensiya ve orduyla ikâme edenlerinkiyle, onun simetrik karşıtı olmaktan gelen benzerlikler taşıyan bir şema!.. İdris Küçükömer ilhamlı bu yaklaşımın, güçlü bir taban dinamiğiyle birleştiğini ve AKP’nin karar verici heyetleri içinde güçlü biçimde temsil edildiğini söylemek zordur; daha ziyade onun ‘gıyabında’ geliştirilen bir yorumdur. Fakat bu yorumun, kendi kavramsal çerçevesi içinde bir geçerliliği olduğu yadsınamaz; AKP, gıyabî de olsa, bir demokratik potansiyeli temsil etmektedir. İkincisi, AKP’nin kamuoyu oluşturma ve söz/kanaat üretim ağı içinde, bu yaklaşımın özgül ağırlığı fazladır (Kanal 7 ve Yeni Şafak’ın tesirlerini düşünün).
AKP’nin sınıfsal temsil hüviyetini gözden kaçırmamak gerek. “Tayyip”in gerek şehirli gerek taşra yoksullarından oy aldığı açık; beri yandan AKP ve R.T. Erdoğan, “Anadolu Kaplanları”nın temsilcisidir. 1970’ler MSP’sinden beri süreklilik arz eden bu temsiliyet ilişkisi 2002 seçimlerinde her zamankinden daha fazla belirginleşmiştir ve DYP’nin çöküşünün arkasındaki sebeplerden belki başlıcası budur: KOBİ’lerin ve “Anadolu” menşeli büyük sermayenin tescilli partisi, AKP olmuştur. AKP, bu “alternatif burjuvazinin” hem kaynaklara ve piyasalara erişimle ilgili, hem de daha önemlisi bir burjuvazi olarak tanınmayla ilgili talebine aracılık edecektir. Bu aracılığı kotaracak teknokratik elite sahip olmak bakımından MSP-RP silsilesinden, Saadet Partisi’nden, hele MHP’den daha ileride olduğuna şüphe yoktur. Burada kritik mesele, -ki bu 28 Şubat’ın arka planında da tespit edilmesi gereken bir meseledir-, ‘eski’/yerleşik büyük sermaye ile bu yeni sermaye arasındaki paylaşım mücadelesinin ve bu mücadeleyle ilişkili olarak globalleşme stratejisindeki tercihlerin nasıl sevk ve idare edileceğidir.
GENÇ PARTİ
Genç Parti’nin ifade ettiği, ‘kaşıdığı’ neo-faşist potansiyeli Birikim’in geçen sayısında ele almıştık. İki aylık Genç Parti kampanyasının, konserli ve ikramlı mitingler, döne döne tekrar edilen bir “fukaralık istismarı”[2] ve onunla birleşik milliyetçi öfke söylevi, genç-yakışıklı-kudretli işadamı imajı ve sular seller halinde reklamla % 7.2 gibi iri kıyım bir oy oranına erişmesi, çok çarpıcıdır. Bu plastik projenin aldığı sonuç, siyasal propagandada medya etkisinin ve poplaşmanın, yüzyüze siyasal ilişkiler, örgütsel etkinlik ve ideolojik gelenek karşısında kazandığı ağırlığın duyurusudur. Bir seferlik bir ‘vurgun’, bir fevkalâdelik miydi bu; yoksa siyaset işletmesinin bu tür “just-in-time” prodüksiyonlara, (tarihsel, toplumsal, örgütsel bağlardan arınmış) “stoksuz çalışmaya” gitgide daha fazla açılacağına dair bir işaret mi?
Genç Parti vurgununun, aynı potansiyeli ajite etmeye çalışan DYP ve MHP’nin baraj altında kalmasında etken olması, ironikti gerçekten. Bunun yanında, DSP’nin baraj altında kalmasında önemli bir âmil olmamakla birlikte, 1999’un DSP seçmenini de dikkate değer oranda cezbettiği anlaşılıyor. DSP, Ecevit imgesinden ibaret oluşuyla, ideolojik ‘naifliği’ ve örgütsel yokluğuyla, ‘şekilsiz’ ve ‘kopuklaşmaya’ müsait bir oy verme davranışını teşvik etmiş, kalıcılaştırmıştır. İsmindeki “sol”a verdiği en büyük zarar, milliyetçiliğinden önce, bu noktadadır.
Genç Parti oyları, Türkiye’nin orta ve Doğu’sunda % 5 ve altında seyrederken, Batı’da % 10 civarında. Cem Uzan’ın memleketi Sakarya’daki % 25’i bir kenara bırakırsak, oyların sıçradığı yer, İzmir: İki bölgede % 16 küsur ve % 18 küsur. Bu İzmir performansının üstünde düşünmeye değer. Kentli ‘kopuk’ oyların, yüzergezerliğin başkenti ilân edebilir miyiz burayı?
TEMSİLİYET VE MEŞRÛİYET PROBLEMİ - POLİTİKA PROBLEMİ
Daha önce yakındıkları seçim barajına kendi ikbal zamanlarında ilişmemişken, tam da şimdi, baraj kapakları iki partinin arkasından kapanınca seçim sisteminin adaletsizliğinden söz eden partiler elbette tutarsızdırlar. % 10 Seçim barajı, hayal ve tasavvur edilmeye başlandığı andan itibaren bir skandaldı. Bu skandalın en büyük mağduru, 1995’ten beri, HADEP-DEHAP silsilesidir. Bu seçimde DEHAP’ın 10 ilde % 20’den fazla oyu var ve bu illerde % 10’un altında oy alan partiler milletvekillikleri kazandılar. Salt HADEP-DEHAP örnekleri, seçim barajının meşrûiyetini ve adalet ölçülerine uygunluğunu tartışmaya yeterlidir. Hep yeterliydi, hâlâ da yeterlidir. Oyların % 45’inin parlamentoda temsil edilemiyor olması, bunun AKP’ye karşı bir “mızıkçılık” bahanesi olarak istismar ediliyor olmasından bağımsız olarak, pekâlâ, bir meşrûiyet tartışmasına temel oluşturur.
10 milyon civarında seçmenin, yani seçmenlerin % 25’ten fazlasının oy kullanmadığını ve 1.5 milyona yaklaşan geçersiz oylar içinde protesto oylarının muhtemel varlığını da hesaba katmalıyız. “Seçmeme”nin cezâî takibat konusu yapıldığı 1980 sonrasından beri, en yüksek “seçmeme” oranıyla karşı karşıyayız.
Bu da, sadece AKP ve hükümet açısından değil, siyasal partiler ve sistem açısından bir temsil ve meşrûiyet problemine işaret eder.
Fakat burada püf noktası şudur: Temsil ve meşrûiyet problemi ya da krizi, istatistiksel çıkarsamalarla ve siyaset sosyolojisi mütalalarıyla değil, ancak bir politik etkinlikle husûle gelir. Mevcut temsiliyet yapısının meşrûiyetini tartışmaya getirecek ve bunu değiştirmeye aday bir politik iddia yoksa, sistem, çok daha düşük bir katılımla da kimse bundan rahatsız olmaksızın işleyebilir.
Türkiye’de 2002 seçim ortamının temel özelliği, böyle bir temsiliyet ve meşrûiyet tartışmasından öte, genelde politik tartışma içeriklerinden mahrûm oluşuydu. Birçok yorumcu bu seçim mücadelesine girerken bazı eksenler tayin ettiyse de, herhangi bir eksen çizici, ayrıştırıcı politik “konu”nun hâkimiyeti çıkmadı ortaya. Örneğin “turnusol kâğıdı” olarak anılan Avrupa Birliği’yle ilgili tutumların, gerek partilerin seçmenlerini ‘bağlamada’, gerekse seçmenlerin parti beğenmesinde tayin edici bir ölçü olarak belirdiğini iddia etmek zordur. Hattâ AKP’nin bir tehdit olarak sunuluşunda laiklik konusunun ‘lâyıkı veçhile istismar edildiğini’ dahi söyleyemeyiz!
Buradan, yazının başındaki noktaya geri dönebiliriz. AKP’nin büyük seçim galibiyetinin, büyük tarihsel dönüm noktalarıyla mukayese edilmesine karşılık “solgun”, “silik” bir manzara arzediyor oluşuna dikkat çekmem, sinizmden değil,[3] bu politika açığını her şeyden fazla önemsememden kaynaklanıyor.
Peki, 12 Eylül’ün kurumsallaşmış ve ara ara tahkim edilmiş baskısının, 1990’ların olağanüstü rejiminin, 23 Şubat’ın birikmiş tazyiki altında ezilerek, yorularak“politik” bir reel-politikadan uzaklaşmış bir ‘kamu hali’nin bazı avantajları da olabilir mi? Kutuplaşmaktan -en azından yasak olduğu için!- geri duran, inisyatif alanı muhtelif mecburiyetler ve denetimlerle sınırlanmış bir siyasal kamular platformu, bizzat kendi meşrûiyetini ve iktidarını güvencelemek kaygısıyla ve o yorgunluğa uygun bir yordamla, usul usul, teenni ile, demokratik-reformist bir dönüşüme yönelebilir mi? AKP’nin âkil-adamları, “toplumsal barış” ve “normalleşme” gibi kodlarla, böyle bir avantajı işaret ediyorlar. Bu “normalleşme” imâsının, bilinen muhafazakâr-statükocu imâsı yanında, bir yanıyla da, Türkiye’nin vesayetçi-otoriter siyasal sistemini görece demokratikleştirmek gibi bir imâsı var. Her iki imâ da geçerlilik alanlarına sahipler ve önümüzdeki dönem, bu iki açılım arasındaki bir gerilimle de belirlenecektir.
Bir siyasal kamular platformundan bahsetmekle, AKP dışı aktörleri, bilhassa CHP’yi de bu gerilime dahil sayıyoruz. CHP açısından bu önemli bir gerilimdir. Esas itibarıyla, “devlet partisi” kökü ile, vesayetçi rejimin temsilciliğini üstlenmek ile, politik hareket alanını ve demokratikleşmenin imkânlarını genişletmeyi (böylece “AB dinamiğini” “yerlileştirmeyi”) önceleyen sosyaldemokratik yönelim arasında bir gerilim... “Eğitim düzeyi yüksek şehirli orta sınıfların” partisi olarak bir çeşit “temiz yüzlü”-ANAP’a dönüşmeye, ilânihâye “emekçilerden ve yoksullardan oy alamamak”tan yakınmaya ve bekalarını konjonktür şanslarına (ve o şansla oynamaya dönük imaj işlerine) bağlamaya razı değilseler, ciddiye almaları gereken bir gerilim. CHP’nin bu gerilimi ciddiye alacak, tabiî öncelikle onun farkında olacak bir kollektif akıl zemini ve bir örgütsel dinamizmi var mıdır, göreceğiz.
SOL?
Seçim sonuçlarının, -yerindelik şüpheleri itibariyle sosyalistlik ölçütünü askıya alarak konuşalım-, “CHP’nin solunda” denilen partilerin hepsi için maneviyat bozucu olduğu ortada.
DEHAP çatısı altında gerçekleşen ittifak ile, “devrimci-demokrat”-sosyalist solun o ittifakın dışında kalan ÖDP merkezli kısmı arasındaki ilişkideki problemler ayrıca bir sıkıntıyı haber veriyor: Kürt sorunu ve Kürt hareketi ile sosyalist/sol yapılar ve fikirler arasındaki münasebetin artık geçiştirilemeyeceğini, geçiştirilmemesi gerektiğini ihtar ediyor. Bu ittifakın gerçekleşme ve kimileri açısından da gerçekleşmeme hikâyesi, gerek stratejik akıl cephesi gerekse etik cephesiyle soldaki politika anlayışının da ciddi biçimde gözden geçirilmesini gerektiriyor.
Birikim’de, Türkiye’de sosyalist solun durumuna ilişkin başlıbaşına bir dosya hazırlanacak. Orada da tartışılacağını umuyoruz ki...:
• “Onca yoksulluk varken”, radikal solun, sosyalistlerin “hattâ” adlı adınca komünistlerin teveccüh görmemesinin nedenleri ciddiyetle aranmalıdır. Ciddiyetle, yani mazeretlerin geçerlilerini bile bir kenara bırakarak...
• Radikal solun, sosyalistlerin “imajlarını” da, “mesajlarını” da, politik etkinlik tarzlarını da, zihniyetlerini de sorgulaması gerekir. Bunları bir bütünlük içinde ve tutarlılıkla sorgulaması gerekir. Elbette sadece seçimde ağır bir hüsrana uğrandığı için değil - fakat seçimde sınanmaya belirli bir önem veriyorlarsa, bu seçim sonuçları da başlıbaşına bir kendini sorgulama nedenidir.
• Bütün bunlar için, bir yeni başlangıç duruluğuna gönül indirmek gerekir. Geleneklerin, örgütlerin, yapıların, metinlerin, alışkanlıkların, ilişkilerin, dilin, söylemin birikimini ve devamlılığını yok saymak elbette saçmadır; fakat sol/sosyalist politikayı bunların sıfır toplamlı bir oyunu gibi tasarlamaktan kurtulamamak daha büyük saçmalıktır. Söz konusu birikimi, gerçekten yeni bir başlangıç için süzebilecek, ‘damıtabilecek’ bir politik kültür, ilişki ve örgütlenme biçimini başarmadan, hiçbir şey başarılamaz.
• Radikal solun, sosyalistlerin toplumsal ve politik ilişkilerinin vasatlarını hatırlayarak bunu açalım. Nelerdir bunlar? Gerek asabiyye/tutunum sağlayıcı sosyalizasyonuyla gerekse -yine tutunuma da hizmet edebilen- kriminal meşakkatiyle örgütsel tecrübeler... Büyük oranda içedönüklükle malûl geleneksel parti formu... “Büyük medya” evreninde dakika/sütun kapmakla, “alternatif” olma niteliği pek şüpheli iç medya jargonu arasında sıkışan kamusal iletişim vasatı... Umulan/istenen hedef kitlenin bir ‘örneklemini’ teşkil eden ve fakat çoğu durumda o hedef kitle içinde bir çokluğa ulaşmanın önünde engel oluşturan mahdut taban ilişkileri - ki “demokratik kitle örgütleri”nin birçoğu da bu darlık buhranının kurumlarıdır... Bu ilişki ağının toplamının, solun sahici, yaygın ve örgün politik bağlar kurmasına elvermediği ortadadır.
• Tekrarlayarak bağlayalım: Bu temel soruları kendine sormayan bir yeni başlangıç perspektifi ve bu sorulara uygun olmayan bir ilişki/örgütlenme tarzı, neticede mazeret üretimine hizmet edecektir.
[1] Türkiye’de merkezin ve sağın koordinat sistemindeki değişim sürecinin erken bir aşamasında yazdıklarımı hatırlatayım: bkz. “Türkiye sağının ideolojik ve siyasî bunalımı: Oynak merkez – ‘merkez’siz oynaklık.” Birikim 64 (Ağustos 1994), s. 11-23.
[2] Türkiye’de sosyalistler, solcular onyıllarca “fukara edebiyatı yapmak”la, “fukaralık istismarı”yla suçlandılar. Önceleri eşitlikçi toplumsal taleplerin bastırılmasına hizmet eden bu anti-komünist karalama, daha yakın zamanda, yoksulluğun bütünüyle görünmezleştirilmesine, hatta aşağılanmasına zemin hazırladı. Türkiye’de sosyalist solun “fukaralık istismarı” gibi bir cürmü yoktur; insanların yoksulluk hallerinden kaynaklanan sıkıntılarına ve öfkelerine hitap eden ‘kolay’ bir ajitasyona ‘tevessül etmemiştir’. 1960’larda ve kısmen 1970’lerde, sosyalistler insanların yoksulluk hallerine hitap ederken yoksullarla sahici bir toplumsal ilişkiye yaslanıyor ve bu hitaplarıyla kendi ideolojik referansları arasında bir tutarlılığı gözetiyorlardı. Yoksullarla, araçsal bir bakışla, onların “aklını çelmek” için değil, dünya görüşleri, öncelikleri gereği önemsedikleri için ‘ilgileniyorlardı’; onları propaganda nesnesi değil eylem öznesi olmasını istiyorlardı. 1980’ler ve daha çok 1990’lar sonrasında ise solun sorunu, “fukaralık istismarı” yapması hiç değildir; belki tersine, “fukaralık istismarı”nın bile eksikliğini hissetirecek derecede, yoksulluk hallerine ilgisizleşmiş olmasındadır.
Cem Uzan’a yazılan metinler ise, geçmişte sola haksızca isnat edilen “fukaralık istismarı”nın ta kendisidir. Yoksullara reklam hedef-kitlesi olarak yönelmekte; onları özneleştirmeyi vaadetmemekte, nesneleştirerek, reaksiyoner desteklerini kazanmayı hesaplamaktadır.
[3] Bu yazının 10 Kasım tarihli Radikal Iki’de yayımlanan, “2002 = 1950, 1983, 1995?” başlıklı modülünün sinik bir tavır izlenimi verebileceğini kabul ederim; ve bu noktadaki eleştirisi için Soli Özel’e teşekkür ederim.