4 Kasım’da AKP, ‘Anadolu ihtilali’ (Sabah), ‘Seçmen ağır konuştu’ (Radikal), ‘Sosyal patlama sandıkta oldu’ (Hürriyet), ‘Milletin zaferi/Tarihi tasfiye’ (Yeni Şafak) başlıkları ile iktidarını ilan etmiş oldu. Bu iktidarın asla ve asla siyasî iktidar demek olmadığını, daha çok siyasetin merkezinde AKP’nin elde ettiği mevziyi genişletmeye çalışacağı manasına geldiğini partinin yöneticileriyle beraber, akıl ve sağduyu sahibi herkes biliyor. İlk günden itibaren Cumhuriyet dışındaki gazetelerde laik tepkiler yerine AKP’nin merkeze nasıl da uygun bir hareket olduğu hakkında yorumlar okumamızın bir nedeni de bu. Elbette sorunlu bir bakış açısının ve genelde rejimin aslî sahipleri olduğu “güveni”nin beslediği bu yaklaşımları tartışmayacağız. Zira 8 Kasım itibariyle bu konuda bir hayli yorum mevcut. Seçim sonrasının en can sıkıcı sonuçlarından birinin ‘piyasa’ya bağımlı kılınmış bir anlayışın ve bunun beslediği bir güven duygusunun/istikrar beklentisinin kamuoyuna yayılmış bulunması olduğunu işaret etmek istiyorum. Zinhar bir kaos beklentisinin bizleri daha mutlu kılacağı iddiasında değilim. Ama bu kadar ‘piyasa’nın istikrarına bağlı bir huzur duygusunun, sukûnetinin problemli olduğu kanısındayım. Ve daha da can sıkıcı olanın kenarda bırakılmış, dışlanmış bir hareketin (AKP’nin), bütün gazete birinci sayfalarını kaplayan istikrar oynaşmalarına itibar etmesinin, suskunlukla kabullenmesinin ve bizatihi bu istikrar anlayışına oynamasının kendi politik perspektifini neredeyse teslimiyetçi bir sunuma tâbi kılması olduğunu düşünüyorum.
AKP kendisinden önce izlenen yolu takip ederek DP, AP, ANAP, RP çizgilerinin peşisıra ve onlarla benzer şekilde iktidar oldu. Şimdiye kadar yapılan açıklamalara göre yukarıda adları sayılan partilerin (yarım iktidarlı RP hariç) genellikle iktidarlarının ilk döneminde yaptıklarına benzer iktisadî ve siyasî faaliyetlerle merkezde kendisine tanınmış alanı genişletmeye çalışacak. Bunu yaparken şimdi üzerine aldığı rolün hakkını vermesi bekleniyor. Piyasanın ne kadar canlanacağı, istikrarın ne kadar uzun ömürlü olacağı AKP’nin kalıcılığını belirleyecek. Ama bu bakış açısının siyasî olmadığı kesin. Bu piyasada piyasayla oynanan bir oyun. Somut aktörleri olmayan ve spekülasyonlar üzerinden oynayan piyasaya karşı daha baştan teslim olmak nasıl bir siyasî kalıcılık ve siyasî hareketlilik sağlar bunu hep birlikte göreceğiz. Şimdiye kadar İslâmi kesimin partilerinin elde ettikleri seçim başarıları genellikle rejimin laik niteliğine yönelen bir tehlike, Türkiye’nin medenî yüzüne atılmış bir faça tepkisi gördü. İslâmi hareketin siyasî temsilcileri bu tür tepkileri ya savunma mevzilerinde karşılamaya ya da pişkin bir umursamazlıkla kaşımaya meyilli davrandılar. Bu kaşımalar siyaseti yeniden üreten ve karşısındakini siyasî bir mücadeleyle yüzyüze getiren bir faaliyetin üretilmesine izin vermedi. Dolayısıyla AKP’nin siyasî alandaki yerini sağlamlaştırmak ve genişletmek için katedeceği yolun şimdilik yine siyaseti yeniden üretmeye çalışmak yerine, sisteme uygun bir ‘icraat’tan geçeceği aşikâr. İcraatın önemli ölçüde IMF politikalarıyla uyumlu ve ‘80’lerden beri damgasını tüm üretim, bölüşüm ilişkileriyle beraber toplumsal yaşama da vurmuş olan neo-liberal akıl etrafında örüleceği seçim öncesinde AKP tarafından ilan edilmişti. Bu ilan, kendisini o neo-liberal aklın kutsalı olan piyasaya bağımlı kılan AKP’nin tüm siyasî performansını sergilemek için tercih ettiği ve bu tercih doğrultusunda kurduğu mantığın sonucudur. Bu mantığın ekonomik alanda piyasayı rahatsız etmeyecek hatta piyasanın istikrarını muhafaza edecek bir pratiğe indirgenmesi, AKP’yi “istikrara” bağımlı kılacaktır. Bu bağımlılığın, medya seçkinleri ve kanaat önderleri tarafından iki kanatlı demokrasinin iki bileşeninden biri olarak tarif edilen muhafazakâr-demokrat parti imajına uyarak kendini idame ettirmesi kaçınılmazdır. Sadece denge mantığına oturan bu siyasî alan tasavvuru, istikrarlı bir piyasa beklentisine/önkabulüne de dayanacaktır. Bu kadar çok denge üzerinde durmaya çalışan bir siyasî partinin kendi özgüllüğünü yitirerek sıradanlaşması ve sistemin merkezinde istediği yere oturması mümkündür. Ancak AKP’nin tercihiyle seçmenlerinin istekleri bu süreçte birbiriyle ne kadar uyumlu olacaktır sorusu ortada durmaktadır.
Piyasanın kurgulanmış bir iktisat anlayışının ürünü olduğu yıllardır iktisatçılar tarafından tartışılan bir olgu. Bugünlerde neredeyse hava/su gibi olmazsa olmaz şeklinde sunulan piyasa ve piyasanın mekanizmaları, asla görülmeyen sadece eğilimleri yansıtmasıyla geçerlilik kazanan bir beklenti havuzu. Paranın asla somut olarak görülemediği ancak bununla beraber dünyanın dört bir tarafını sadece dakika farklarıyla dolanabildiği, ülkelerin yerel “piyasa”larına hızla girip yine aynı hızla terkeden bir akıştan bahsediyoruz. Bu akışı kimse görmüyor ancak etkileri herkes tarafından görülmekle kalmayıp aynı zamanda büyük bir ızdırapla yaşanıyor. Çünkü spekülatif amaçlı bu hızlı para ve sermaye hareketleri arkalarında bıraktıkları “leş”lere bakmadan ve dönüp bakmaya ihtiyaç duymadan varoluyorlar. Kimsenin tanımadığı insanlar isimleri bilinmeyen insanlar adına işlem yaparken, adlarına işlem yapılanların da sadece elde ettikleri gecelik kârlarla ilgilendiği bir vahşi tabiat resminden bahsediyoruz. Piyasa bu noktada sadece kurgulanmış olması özelliğiyle değil aynı zamanda bu mündemiç özelliği herkesin tâbi olması gereken doğal bir varoluş formu şeklinde sunmuş olmasıyla da ilgi çekici hale geliyor. Bu bahsi uzatmamın nedeni AKP’nin daha seçim arefesinde varolan sisteme biat ettiğini açıklaması, daha önceki “karşıcı” tezlere itibar etmeyişi ve seçim sonrasında “piyasa” için istikrar sağlayıcı bir parti rolü oynayışı. Ancak çok basit ittifaklar üzerine kurulan piyasa istikrarının, aynı zamanda Türkiye gibi sunî gündemlerle piyasa şoklarına alışık bir ülkede ne kadar kolay kırılabilir olduğunu unutmamak gerekiyor. Piyasanın istikrarına karşı kabul edilmiş bir iktidarın, yeni bir biat dile getirmediği sürece, sıkıştığı anda tutunabilecek bir dal bulması mümkün görünmüyor.
“Benim burada üzerinde durmak istedigim sorun, bu kadar insanın, bu kadar köy, kent ve bu kadar ulusun nasıl olup da, erkini, yalnızca onların kendisine verdikleri güçten alan tekbir tirana (piyasaya) katlanabilmeleridir... Eğer tirana (piyasaya) katlanma arzuları olmasaydı, tiranın (piyasanın) onlara zarar veren erki olmayacaktı; eğer ona (piyasaya) karşı koymak yerine, onun (piyasanın) verdiği acıyı sevmemiş olsalardı, tiranın (piyasanın) onlara en ufak bir kötülük yapma olanağı olmayacaktı. Boyunduruk altında bir milyon insanın kendinden daha üstün bir gücün zorlamasıyla değil de, sanki tek bir kişinin (piyasanın) adıyla büyülenerek sefilce hizmet etmesini görmek öylesine olağan bir şey ki, buna şaşırmaktan çok üzülmek gerekir.”(Etienne de La Boétie)
Peki ya sonra?