YÖK Yasa Tasarısı: Bir Bardak Suda Kopan Fırtına

Geçen ayın kuşkusuz en sıcak gündemlerinden biri aniden Hükümetin gündemine giren ve apar topar Meclise sevk edilecekmiş gibi gözüken YÖK yasa tasarısıydı. AKP hükümetinin kuruluşundan itibaren, Türkiye’nin en muktedir kurumlarından biri, üniversite, hep tetikte bekliyor.

Hem parti programında hem de açıkladıkları Acil Eylem Planı’nda yüksek öğrenim reformu vaadeden yeni hükümetin böyle bir hamleyi gerçekleştirmek için birden fazla nedeni var, bunlardan en önemlisi kuşkusuz 28 Şubat sürecinin, esas olarak eğitim sisteminde bir “müdahale” gerçekleştirmiş olması. Bu nedenledir ki “Müslüman demokratların” daha layıkıyle “Müslüman demokrat” olamamış kimi kesimlerin de hiç değilse bir sayı yapma hattâ bir rövanş beklentisi var gibi görünüyor.

Yüksek öğretim sisteminde reform amacıyla bir tasarı oluşturma çalışmaları Abdullah Gül kabinesinin Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu’yla başladı. Gerek ortaya çıkan taslaklar, gerekse de bunların hazırlanış yöntemi Mumcu’nun koltuğunun değişmesinde rol oynamış olmalı. Mumcu’nun başarısızlığından sonra halefi Hüseyin Çelik bu konuyu daha farklı bir stratejiyle sonuçlandırmak niyetinde gözüküyor. Hükümet bu noktada bir kez daha girişimlerinin akim kalmasını göze alamaz, zira AKP’nin parlak seçim zaferinden beri mesele biraz da “üniversite”nin temsil ettiği müesses Türkiye’yle hükümet arasında bir prestij mücadelesi hattâ bilek güreşi gibi algılandı. Kısacası hükümet için iktidar olma testi.

YÖK karşıtlığı son yıllarda eskisi kadar destek bulmuyor bunun birkaç nedeni var. Bir önem sırası gözetmeden bunları sayacak olursak önce yukarıda da bahsettiğimiz “müdahalede” oynadığı role değinebiliriz. YÖK özellikle taşra üniversitelerinde ve hattâ İstanbul’da Marmara Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği rektör değiştirme operasyonlarıyla kimisinde medrese nizamı geçerli olan bu kurumların müesses laiklik anlayışına uyumlu hale getirilmesinde kilit rol oynadı. Üstelik siyasal İslâmın en popüler tezahürü haline getirilen tesettürlü kız öğrencilere karşı da tavizsiz bir politika izledi ve İmam Hatip mezunlarının İlahiyat Fakülteleri dışındaki okullara girişini önemli ölçüde kısıtlayan düzenlemelerin de arkasındaydı. Bugünden geriye bakınca 28 Şubat’ın en kalıcı ve somut fiilleri de bunlar zaten. Bu performans YÖK’ü Kemalist cenahtan kimi karşıtlarının gözünde muteber hale getirdi.

Bundan başka, Kemal Gürüz yönetimindeki YÖK’ün, adıgeçenin kurumun başına geçirilmeden TÜSİAD için hazırladığı rapor doğrultusunda üniversitenin yönelim ve yönetiminde gerçekleştirdiği değişim de toplumun sözünü dinletebilen kimi zümrelerinde sitayişle karşılandı. Yüksek öğrenimi toplumsaldan ziyade kişisel fayda yaratan bir süreç, bilgiyi ise bir meta olarak tanımlayan bu anlayış doğrultusunda yapılandırılan yeni yönelimi* cisimleştiren 1981 yılından kalma 2547 nolu yasanın son hali ve buna bağlı olarak yayımlanan tüzük, yönetmelik ve kararnameler genel olarak yüksek öğrenim sistemine özel olarak ise YÖK’e karşı üniversite içinden muhalefeti zayıflattı. Özellikle yetkileri genişleyen ve mali özerklik yönünde belli bir mesafe kat eden üniversite yöneticilerinin yani rektörlerin ve muhtemel rektörlerin büyük çaplı bir yenilik istemediği ortada.

Aslında kamuoyuna yansıyan biçimleriyle ne Mumcu döneminde ne de şimdi ortaya konan taslaklar bahsettiğimiz yönelime karşı hazırlanmışlardı. Müslüman demokratlarımızın ne bilginin metalaşması sürecine ne de üniversite ile toplum arasında bağ kurma ifadesinden sadece üniversite ile sanayi arasında işbirliğinin sağlanmasının anlaşılmasına bir itirazları var. Gerçi haklarını yemeyelim belki bu ikincisine bir de üniversitenin kapılarının tesettüre uygun giyinen kız öğrencilere de açılmasını ekliyorlar. Açıkçası hükümette CHP olsaydı önümüze gelecek olan yasa taslağının şimdikilerden farkı sadece tesettür, imam hatip mezunlarının üniversitelere girebilmesi konularında olurdu, bir de taslakta laiklik ve Atatürkçülük sözcüklerine daha sık rastlardık. Bu da şaşırtıcı değil, çağdaş üniversitenin verimli bir kurum olması gerekli olduğu söyleniyor, verimli ise kârlı anlamına geliyor, üniversitenin toplumla bütünleşmesi gerektiği söyleniyor, toplumdan kasıt ise ne hikmetse vergi rekortmenleri ve ar-ge masraflarını kamuya yıkmak isteyen sanayi kuruluşları oluyor. Çok sahiplendiğimiz özerklik kavramı da artık genişçe destek buluyor, onun anlamı ise artan oranlarda kamu kaynaklarından bağımsızlaşan ticari-akademik gelirlerin de yer aldığı üniversite bütçelerinin kamu kontrolünün dışına çıkması, yani mali özerklik. Bilginin bir meta olarak kurgulanmasıyla beraber Türkiye’nin tüm müesses iktidar odakları, ister Müslüman demokrat, ister Kemalist hangi yaftayı kendilerine bayrak ederlerse etsinler sahici bir alternatif üniversiter tahayyülü tüm mümkünlerin dışına itmeye çalışıyorlar. Yeni çağın yeni meta efsanesine karşı insanlık mirasını savunacak bir hükümeti ancak mücadele ederek elde edebiliriz.

Eğer YÖK ve yüksek öğretim tartışmalarının en dar anlamıyla politik gündemine dönecek olursak, geçtiğimiz ay yaşananların özgünlüğünü kavramak için Mumcu ve Çelik arasındaki yaklaşım farklarının altını çizmek gerekir. Erkan Mumcu’nun taslağı çok daha şumullüydü, hazırlanışındaki katılımın olabildiğince geniş olduğu havası kamuoyuna yansıtılmak istendi. Genel olarak YÖK muhalifi bilinen isimlere de danışıldı ve böylesi bir reforma taraf olması gerektiği düşünülen demokratik kitle örgütlerinin de görüşleri alındı. Bunlara, düzenlediği eylemlerde “YÖK’e Hayır” sloganından neredeyse hiç vazgeçmeyen Eğitim-Sen bile dahildi. Süreç sonuçlanmadığı için bunların katılımının sahici bir değeri olup olmadığını bilmiyoruz. Üstelik o süreç boyunca masada neyin olduğu bir türlü anlaşılamadı, bunun bir nedeni de müesses üniversitenin tavrıydı ki kendi açısından başarıya da ulaştı. Yine de tüm bunların politik bir strateji olduğunu düşünüyorum. YÖK gibi mühim ve kuvvetli bir rakibe mümkün olan en geniş cepheyi ardına alarak yüklenmek isterken kamuoyuna da demokrasi ve katılımcılıktan yana olan tarafın kısacası iyi adamların hükümet olduğu izlenimi verilmek istendi. Bu o zaman Mumcu ve ekibi tarafından Kemal Gürüz’ü ve temsil ettiklerini alt etmenin tek yoluymuş gibi görünmüş olmalı.

Temsil ettikleri derken kastettiğim kesinlikle ticari üniversite kavramı değil. Her ne kadar aslolarak bunu temsil ediyorsa da hükümetle esas ayrım noktaları çeşitli simgesel konularda yatıyor. Bunların içeriği toplumda hakikaten var olan ayırımlara tekabül etse de yüksek bir soyutlama düzeyinde gündem kirliliğinden başka bir şey değiller. Bilginin alınıp satılabilir, dolayısıyla tasarruf edilebilir gelirleri olmayan toplum kesimlerince ulaşılamaz olduğu bir sosyal siyasal tahayyülde tesettürün yeri tartışması bana tali gözüküyor. Fakat bu noktalarda çekinceler öne sürebilmenin asgari önşartı başka bir toplum tahayyülünü kamuoyunun gündemine sokmak. YÖK ve temsil ettiği değerlere kuruluşundan itibaren cephe alanların temel sıkıntısı da bu noktadaki yetersizlikleri. Bu yetersizlik, yani en genel anlamıyla kendi gündemini bu çalışmalara yansıtamamak böylesi platformlara dahil olan muhalif unsurların özgünlüğünün bulanıklaşmasına, daha da kötüsü bunların hiç de tasvip etmedikleri menzillere giden katarların yolcusuymuş gibi algılanmalarına yol açıyor. Herhalde bu durum Eğitim-Sen’in o süreçten çekilmesinin de nedeni olmuştu. Görünür gelecekte yapılacak hiçbir Yüksek Öğrenim reformunun bu temel meselenin yakınından dahi geçebileceğini düşünmemiz için bir neden yok, zira hala kamuoyunu böyle bir sorunun varlığına ikna edebilmiş değiliz.

Gündemi meşgul eden tartışmalar ise tamamen başka bir havada. Yeni yüksek öğrenim yasası girişimlerinin geçen ay tanık olduğumuz son perdesi hükümetle, neredeyse ülkedeki temel politik muhalefet odağı olan müesses üniversite arasında daha iyi hesaplanmış bir karşılaşmaya sahne oldu. Milli Eğitim Bakanı selefinin tersine kendi projesi etrafında bir toplumsal seferberlik havası yaratmaktan kaçındı ve daha baştan oyunu kuralına göre yani elitler arası oynamak niyetinde olduğunu gösterdi. Basına yansıtılan tasarı üniversite yönetimlerinde kapsamlı bir tasfiyeyi, taşra üniversitelerinde hükümetin belirleyiciliğini ve YÖK’ün yetkilerinin Üniversiteler Arası Kurul lehine azaltılmasını, bu arada işe almalarda kilit bir konum elde eden ÖSYM’nin de hükümet kontrolüne alınmasını öngörüyordu. Bunlardan başka kılık kıyafet yönetmeliklerinin yumuşamasına ve Meslek Lisesi mezunlarının, bu arada İmam Hatiplilerin de, üniversiteye girişlerindeki kısıtlayıcı hükümlerin kaldırılmasına da cevaz vermekteydi.

Bu girişim ve tepeden inme tarzı infial yarattı, Üniversiteler Arası Kurul toplanma kararı aldı. Kurul başkanı Tunç Erem’in ifadesine bakılırsa Bakan, Kemal Gürüz’ün katılmadığı bu toplantıya kendini davet ettirdi. Toplantıdan sonra yaptığı açıklamada, Gürüz’ün kendisine daha önce 2547’de bir değişikliğe gerek olmadığını ifade ettiğini oysa hükümetlerinin yüksek eğitimde muhakkak reform gerektiğini düşündüğünü, YÖK’ün bu konuyu her türlü müzakereden kaçınan tutumundan dolayı son tasarının kimseyle görüşülmeden hazırlandığını ifade etti. Fakat, Bakana göre Üniversiteler Arası Kurul’un önemli bir kısmı bu tavırda değildi. Bu yüzden o zaman yapılması gereken şimdi yapılacak ve taslak, rektörlüklere görüş bildirilmesi için yollanacaktı. Hükümet sonunda üniversite reformu için doğru adresi, yegâne yetkili makamı bulmuş gözüküyor, rektörler. Böylece 2547 değilse bile, hakim zihniyetin değişmesine bir gerek olmadığını Bakan Bey de ikrar etmiş oldu. Ama böyle düşündükleri zaten Mumcu döneminde de belliydi.

Hüseyin Çelik’in bu hamleleri stratejik düşündüğünü varsayıyorum. Şöyle ki, bu politik hesaplaşmanın bir tarafında Üniversitelerde başta değindiğimiz “müdahaleyi” yürüten YÖK ve kimi rektörler var. Bunlar bu hükümeti kesinlikle meşru görmüyorlar. Bırakın taviz vermeyi, normalde destekleyecekleri mali özerkliği (harcamalarının hesabını kimseye vermemeyi) içeren bir paketi dahi sadece AKP’nin imzası var diye desteklemezler. Zaten büyük olasılıkla, Gürüz’ün 2547’de değişikliğe gerek yok derken kastettiği de sizin hükümetiniz tarafından yapılacak bir değişikliğe gerek yok. Mumcu’nun Milli Eğitim Bakanlığından alınması onların hanesine skor olarak kaydedilebilir. Eski Bakanı, onun İslamcı olmayan YÖK muhalifi danışmanlarını ve tesettür ile İmam Hatipler meselelerinden kendilerine diş bileyen Milli Görüşçüleri geçen sefer püskürtmüşlerdi. Sanırım hükümet olup iktidar olamamaktan kasıt bu.

Bu hesaplaşmanın ortasında Üniversiteler Arası Kurul’un çoğunluğu var. 2547’ye göre her üniversitenin rektörü ve senatosunun seçeceği bir profesörün yanısıra Genelkurmayca atanan bir asker profesörden oluşan Kurul, pozisyon itibariyle merkezi durumda. Mali özerklik ufkuna doğru ilk ve önemli kulaçları atmış olan ve 2547’nin Yüksek Öğretim kurumlarının görevlerini tanımlayan 12. Maddesinin g bendine göre “Yörelerindeki tarım ve sanayinin gelişmesine ve ihtiyaçlarına uygun meslek elemanlarının yetişmesine ve bilgilerinin gelişmesine katkıda bulunmak” ve aynı maddenin ı bendine göre “döner sermaye işletmelerini kurmak, verimli çalıştırmak ve bu faaliyetlerin geliştirilmesine ilişkin gerekli düzenlemeleri yapmak” ile mükellef olan bu üniversite idarecilerinin böylesi tartışmalarda taraf olarak iyi kötü kurmakta oldukları akademik-ticari düzeni tehlikeye atmak için bir nedenleri yok. Müesses üniversiteyi gerçek anlamıyla bu kurul temsil ediyor, üstelik YÖK gibi kamuoyunda yıpranmış da değil. Bu durum, Üniversiteler Arası Kurula gelecekteki herhangi bir reform ve o reformun kaderi için kilit bir rol biçiyor.

Bunlar her ne kadar birincilerle aynı dünya görüşünü paylaşsa da onlar kadar politik, Schmitt’in dost-düşman ayrımı üstünden, düşünmüyorlar. Rektörlerin son dönemde edindiği kuvvetli konum düşünülürse zülf-i yare dokunmayan değişikliklere sırf bu hükümet yapıyor diye hayır demeleri için bir neden yok sadece, yok yere politik mücadele yapmanın külfeti var. BÜ rektörü Prof. Sabih Tansal’ın Üniversitelerin mali mesele dışında büyük bir sorunu yok diye verdiği demeç böyle bir tutuma örnek olarak verilebilir.

Esas oyuncunun yani Bakan Beyin, halefinin kaderini paylaşmak istemediği ortada. Büyük bir tasfiyeyi içeren bir paketi basına sızdırdı ama halefinin tersine müesses üniversiteye karşı onun dışında kalanlarla bir seferberliğe girişmedi. Böyle bir tasfiyeyi gerçekleştirmenin pek mümkün gözükmediğini düşünürsek buna Kurul toplantısından sonraki açıklamalarını da eklersek daha çok kendini muhattap olarak kabul ettirmeyi amaçladığını söyleyebiliriz, kamuoyuna yansıtmaya çalıştığı görüntü de bu. Rektörler artık tartışıyor. Çünkü onlar Üniversitenin asıl sahiplerdir. Üstelik resmi olarak ortaya çıkarmaktan imtina ettiği reform tasarısını da Bakanlıkta ve kamuoyunda yıllardır yapılagelen tartışmalara dayandırıyor. Yani olması gerektiği gibi (comme il faut) bir yöntem. Başarı şansı ise ayrı bir hikâye.

Müneccimlik ithamlarını şimdiden göze alarak bu müzakerelerin olası sonuçlarına dair şunlar ileri sürülebilir. Rektörlere bir ay süre tanınması meselenin birinci gruptakiler tarafından zamana yayılarak sabote edilmesini önlemeye yönelik olsa gerek. Bakan kendi kamuoyunu tatmin için de böyle yapmak zorunda. Pazarlıkta masadan ilk çekilen görevinin tamamlayan tasfiye olur YÖK’ün yetkileri Üniversiteler Arası Kurul lehine azaltılır ki bu mesela CHP’nin de iktidarda olsa yapacağı bir düzenlemedir tıpkı genişletilecek mali özerklik, mütevelli heyetlerinde sermaye kesiminin temsili vs. konular gibi. AKP tabanının beklediği simgesel düzenlemelere gelince bu noktalarda Çelik’in tabanını tatmin edecek bir sonuç alması olası değil, zaten Üniversite yönetimlerine görev süresi dolanlar yerine daha az müfrit isimler seçilirse dahi onun başarı hanesine yazılmalı, zira CHP’nin Meclis grubu bile hükümete husumet konusunda Üniversitenin gerisindedir.

GÖRKEM DOĞAN