Söze bir kişinin tek başına tarihin akışını değiştirip değiştiremeyeceğini tartışarak başlayalım. Tarihin asıl özneleri kimlerdir? Bismarck, olmasaydı Almanya birleşir miydi? 2. Dünya Savaşı Hitler’in kişisel zaaf ve ihtirasları yüzünden mi patlak verdi? Yaser Arafat olmasaydı, Filistin mücadelesi olmaz mıydı? İsterseniz Rusya’da Marksizmin gelişmesinin mimarı sayılan Plehanov’un klasikleşmiş Tarih’te Bireyin Rolü eserini bir hatırlayalım:
“Bireyler kişiliklerinin özellikleri sayesinde toplumun kaderini belirleyebilmektedirler. Bazen bu etki oldukça güçlü de olabilmektedir, ancak bu etkinin oluşma olasılığı ve yaygınlığı, toplumun örgütlenme biçimi tarafından, toplum güçlerinin ilişkileri tarafından belirlenmektedir. Bireyin kişiliği, ancak toplumsal ilişkiler izin verdiği zaman ve bu ilişkiler izin verdiği ölçüde, toplumsal gelişmenin bir “etkeni” olur.” (G.V Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1982, s.35.)
Tarihte çarpıcı biçimde öne çıkan büyük adamlar, rastlantı ögesi ile de birleşerek tarihsel olayların tikel yanlarını belirler, bu anlamda yönlendirici olabilirler. Tarihsel olayların genel yönelimini ise kabaca üretici güçlerin gelişimi ve sosyo-ekonomik üretim süreci içerisinde insanlar arasında kurulan karşılıklı ilişkiler belirler. Bu anlamda tarihin asıl öznesi bu ilişkiler içerisindeki küçük insanlardır. Yaser Arafat’ı ve ölümü sonrasında Filistin ulusal mücadelesinde yaşanabilecekleri tartışacağımız yazımıza bu hatırlatmaları yaparak başlamanın doğru olacağını düşündük.
Hepimiz hergün müthiş bir enformasyon bombardımanı altında eziliyoruz. Seçmeyerek gayri iradi aldığımız birçok olgu, biz farkında olmasak da dimağımıza yerleşip idrak sürecimizde belirleyici olabiliyor. Oysa olay ve olguların ardında yatan gerçekler, ancak derinlemesine bir analizle gün ışığına çıkabiliyor. Böyle bir analizin yapılabilmesi içinse gerçekleşen olayların sıcaklığından kaynaklanan sis bulutunun dağılıp belli bir zaman geçmesi gerekiyor. Bu sebeple Yaser Arafat’tan sonra Filistin’de politika üzerine derinlemesine bir tahlil yapabilmek çok zor olsa da Arafat ve bıraktığı miras üzerine konuşulabilir.
Yaser Arafat’ın hayatı tam bir muammadır. Doğduğu yer ve ait olduğu aile konusunda bile biyografisini yazan yazarlar arasında bir görüşbirliğinden bahsetmek mümkün değildir. Bunda da tabiî ki en büyük pay Arafat’ın kendisinindi. Kendisi hakkında bir mitos yaratılmasına yardım eden Arafat, söylemin gücüne erken yaşlarda vakıf olmuş, çok pragmatik bir insandı. Doğum belgeleri 1929 yılında Filistinli bir ailenin çocuğu olarak Kahire’de doğduğunu ispatlasa da politik nedenlerle Kahire doğumlu olduğunu hep reddetmiş, Kudüs’te doğduğunda ısrarcı olmuştur. Tam adı Muhammed Abdurrahman Abdurrauf Arafat el-kudva el-Hüseyni’dir. Mısır’da Fetih’in diğer kurucuları Ebu Cihad (Halil el-Vezir), Ebu İyyad (Salah Khalaf) Müslüman Kardeşler örgütü içerisinde faaliyet göstermiş, Yaser ismini sahabeden Yaser bin Ammar’a atıfla sonradan almıştır. Zaten kullandığı kod isim de Ebu Ammar’dır. El-Fetih örgütünü kurdukları yıllarda politik ikbal uğruna Kudüs’ün ünlü el-Hüseyni ailesinden geldiğini iddia etmişse de bu mesnetsiz bir iddiadır. Yaser Arafat, Mısır’daki üniversite günlerinden itibaren Filistinli kimliğiyle siyasete dahil olmuş, 1948-49 Arap-İsrail Savaşı’nda Mısır Müslüman Kardeşler Örgütü’ne bağlı gönüllüler arasında Gazze’deki çatışmalara katılmıştır. Arafat’ın retorik ve mübalağa sanatı konusundaki ustalığı iyi bilinirdi. Biyografisini yazanlardan birine Gazze’deki çatışmalarda en öndeki ve en arkadakini vurarak on zırhlı personel taşıyıcısından oluşan bir İsrail birliğini durdurmayı tek başına başardığını anlatmıştır. (Alan Hart, Arafat: Terrorist or Peacemaker, Sidgwick and Jackson, London, 1984, s.53.)
Oysa savaşta İsraillilerin Gazze’de o kadar aracı hiç olmamıştır. Hemen şunu belirtmek gerekir ki Arafat’ın savaşta gözüpekliği, cesareti, üstün komuta yeteneği çevresindeki herkes tarafından gözlenmiş ve takdir edilmiştir. (Said Aburish, Arafat: From Defender to Dictator, Bloomsbury, Londra, 1999, s.15.)
Söz konusu edilen Arafat’ın olanı süsleme ve abartma maharetidir. Benzer bir şekilde 1968 yılında Ürdün nehrinin hemen doğusunda El-Karame denen yerde gerilla kamplarına karşı askerî harekât yapan İsrail birliklerine karşı gerillaların gösterdiği direnişte en ön saftadır. Aslında bu direniş askerî anlamda bir zafer değildir, üstüne üstlük Ürdün Ordusu’nun bu muharebeye katılımı gerilla gruplarınca özellikle Arafat tarafından yok sayılarak, bu muharebe kamuoyuna İsrail’e karşı Arapların onurunu kurtaran gerillaların direnişi olarak takdim edilmiştir. (Arapça karame onur anlamına gelir). Karame Savaşı, Filistinlilere ulusçuluk için gerekli olan miti yaratma imkânını sağlamıştır. (W. Andrew Terrill, “The Political Mythology of the Battle of Karameh”, The Middle East Journal, Kış 2001, s.91.)
Bu anlamda Arafat’ın olguları abartması gittiği her yerde aşağılanmış, özgüvenini yitirmiş Filistinlilere ihtiyaç duydukları güveni geriye sağlamış, binlerce Filistinli genç bu olaydan sonra gerilla örgütlerine akın etmiştir. Arafat’ın en önemli özelliği pratik siyaset zekâsıydı. Gerek iç dengeleri gerekse de dış dengeleri iyi gözetir, bunlara göre kolayca pozisyon değiştirirdi, “dün dündür bugün bugün” Arafat’ın da kolayca telaffuz edebileceği bir vecizeydi. Ancak uzun vadeli düşünme, strateji geliştirme, kurum inşâ etme konusunda bir o kadar başarısızdı. Önce Ürdün, sonrasında FKÖ’nün devlet içinde devlet konumuna geldiği Lübnan deneyimleri bunu gözler önüne sermişti. Bütün finansal kaynakları tek başına yönetme, bu kaynakları dağıtırken liyakat değil sadakate önem verme, tek başına karar verme, kimseye hesap vermeden otokratik bir yönetim arzusu onun bariz özelliklerindendi.
Ancak 1950’li yılların sonundan itibaren yanında olan El-Fetih’in kurucu kadrosundaki Ebu Cihat ve Ebu İyyad bir ekip ruhu içerisinde Arafat’ın olumsuz yanlarını törpülüyorlardı. Ancak Ebu Cihat 1988 senesinde Tunus’ta İsrailli komandolarca öldürüldü, Ebu İyad ise 1991 yılının hemen başında Yemen’de bir suikaste kurban gitti. Onların ölümünden sonra Arafat’ın kişisel ihtiraslarının önüne geçebilecek, onu dizginleyebilecek kimse kalmamıştı.
Burada Arafat’ı da belirleyen ana bir sorunsaldan bahsetmek yararlı olacaktır. FKÖ içerisindeki gerilla grupları, başta el-Fetih olmak üzere popülist ve neo-patrimonyal ögelerle bezenmiş milliyetçi ideolojilere sahiptiler. Ufukları silâhlı mücadele yoluyla bir devlet kurmakla sınırlı olunca toplumu dönüştürmek, yeni toplumsal kurumlar yaratmak düşüncesi bir siyasal öncelik teşkil etmiyordu. Bu milliyetçi hareketler, içinde yer alan bireylere belirli bir aidiyet duygusu vermekle beraber, siyasal bilinç ve örgütlenme yeteneği sağlama açısından sınıfta kalıyorlardı. Milliyetçi ideolojinin kısırlığı, rasyonel siyaset araçları geliştirmekteki başarısızlığı Filistin ulusal hareketini örgütsel bir zayıflık ve istikrarsızlığa mahkûm ediyordu. Popülizm ve neo-patrimonyalizm, diasporaya dağılmış bir toplumun içerisinde faaliyet gösteren bir örgütü ayakta tutabilmek için bir dereceye kadar gerekliydi. Filistin meselesine dahil olmaya çalışan Arap devletleri tarafından veya bu devletlerin zengin ekonomileri tarafından cezbedilebilecek kadroları birarada tutmanın belki de en iyi yollarından biriydi. Ancak Arafat, bu ifrada kaçan klientalist ilişkilerin mahiyetinin ne gibi yıkıcı siyasal sonuçlar doğuracağını tahmin dahi edemedi. O hayatının sonuna kadar bildiği, öğrendiği şekliyle gündelik siyaset yapmaya devam etti.
Kırk yıldır süren mücadelesinde artık öyle bir konuma gelmişti ki, bütün karar alma süreçlerinde öncelik onun eline geçmişti. Körfez Savaşı sırasında Arafat, yanlış tarafı tutarak Saddam’ı destekledi. Bunun sonuçları zengin Körfez ülkelerinin parasına muhtaç olan FKÖ için çok ağır oldu. Örgüt çok büyük bir mali sıkıntıya sürüklendi. 1991 yılında başlayan ve 1993’e kadar aralıklarla devam eden Madrid Barış Görüşmelerini yapan heyetin Arafat’ın salt kendi inisyatifiyle yürüttüğü ve Oslo Antlaşması’yla sonuçlanan gizli görüşmelerden haberleri dahi olmamıştı.
Filistin ulusal yönetiminin kurulmasından sonra dışarıdan gelen FKÖ kadroları ve Arafat bütün bu zaafiyetlerini de yanlarında getirdiler. İlk İntifada sırasında halkın geliştirdiği direniş taktikleri, oluşturulan taban örgütlenmeleri, edinilen siyasal mücadele deneyimi aktarılamadan uçup gitti. Arafat ve işgâl altındaki Filistinlilerin çoğunluğu önemli tavizler içeren Oslo Antlaşması’nı ileride kurulacak bir Filistin Devleti’ne ön adım oluşturacak, onun gerekli altyapısını hazırlayacak bir imkân olarak algılayıp yukarıda sayılan tüm kötü şartlarıyla sahiplenmişlerdi. Arafat, 1995 Ağustos’unda El-Ezher Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada Oslo Antlaşması’nı imzaladığı için kendisine muhalefet edenlere Hz. Muhammed’in Mekkelilerle imzaladığı Hudeybiye Barış Antlaşması’nı (628 yılında imzalanan bu antlaşma, on senelik bir saldırmazlık antlaşmasıydı. Bu antlaşma ile Müslümanlar güçlenmek, İslam dinini yaymak açısından çok gerekli olan zamana ve imkânlara kavuşmuşlardı. Antlaşmanın imzasından iki sene sonra bir Müslüman kafilesine saldırılınca Mekke, Müslümanlarca ele geçirildi) hatırlatıyor; Oslo Süreci’nin Filistin Devleti’ni kurma yolunda Filistinlilere gerekli zaman ve imkânları yaratacağını savunuyordu. (Aktaran: Avram Tal, “Arafat’s Hudaybiyah agreement”, Ha’aretz, -internet baskısı- Ekim 13, 2000.)
Ama Arafat, bu süreci doğru tahlil edemediği gibi zamanı da hiç iyi kullanamadı. Tek yaptığı en iyi bildiği şeyi uygulamaktı: siyaseten hayatta kalmak.
FKÖ kadroları Tunus’tan Filistin’e döndüklerinde, toplumsal bağlarına rağmen aralarında fiili siyaset yapmadığı bir halkla karşı karşıya kalmışlardı. İlk yapılması gereken sosyal destek mekanizmalarının yaratılması ve alternatif iktidar odaklarının dağıtılması veya baskı altına alınmasıydı. Baskı altına alınması gereken bu odaklara ‘içerideki’ FKÖ kadroları da dahildi. Bu kadroları meydana getiren yeni elitlerden bazıları- hemen hepsi Fetih taraftarıydı- oluşturulan yeni yönetime devşirilirken, çoğunluk karar alma mekanizmalarının dışında bırakıldı. İsrail, Oslo’ya gelininceye kadar İntifada ile yaşamayı öğrenmişti ama örgütlü Filistin direnişini kırmayı başaramamıştı. İşte Filistin Yönetimi’nin kurulmasıyla bu örgütlü direniş sona erdi. Artık direnişi yönetecek bir Filistin Yönetimi vardı, taban örgütlenmelerine ve buralarda yapılan siyasete ihtiyaç yoktu. Filistin Yönetimi bu çerçevenin dışına çıkanlara her türlü baskıyı yapmaktan kaçınmadı. Arafat, bütün Oslo Süreci boyunca bölüp yönetme taktiğini uyguladı, güvenlik aygıtını birçok birime bölerek önce aralarında bir rekabet ortamı yarattı, sonra da anlaşmazlıklarda hakem rolünü oynadı. Bu aygıt vasıtasıyla çoğunluğu dışarıdan gelenler olmak üzere binlerce Fetih yandaşı istihdam edildi, Arafat bu patronaj ağının nimetlerinden sonuna kadar faydalandı. Filistin gibi işsizliğin yüzde 50’lere vardığı (özellikle İsrail’in Filistinli işçilere kapıları kapatmasından sonra) bir toplumda yönetime kapılanmak yaşamı sürdürmenin anayollarından biri haline geldi. Arafat’ın tüm hataları gerçekti, ancak hepsinden gerçek olan bir şey vardı ki o da İsrail’in Filistinliler üzerinde hiç dinmeyen baskısıydı. Oslo süreci boyunca Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde yerleşimcilerin sayısı iki katına çıktı, Filistinlilerin yaşam standartları daha da kötüleşti. 2000 senesinin yazında Camp David’de yapılan görüşmelerde Arafat, bu sefer taviz vermemeyi seçti. İsraillilerin barıştan öncelikle İsrail’in güvenliğini ve değişik yollardan olsa da Filistinliler üzerindeki tahakkümlerinin devamını anladıklarının farkına varmıştı. Arafat, Camp David dönüşünde Oslo’dan sonra Gazze’ye ilk gelişinde olduğu gibi coşkuyla karşılandı. Halkı artık taviz vermek istemiyordu, Arafat mesajı almıştı.
2. İntifada, Camp David görüşmelerin sonuçsuz kalmasının hemen ertesinde patlak verdi. Bu tepki İsrail’e olduğu kadar Filistin Yönetimi’ne de karşıydı. İşgâle karşı verilen onca mücadeleden sonra kurulan yönetimin sunduklarının bu kadar az olması, ekonomik hayatın daha da kötüye gitmesi, anti-demokratik uygulamalar, insan hakları ihlalleri, ayyuka çıkan yolsuzluklar Filistin halkının özellikle de yönetimin hiçbir nimetinden yararlanamayan genç elitlerin sabrını taşırmıştı. İsrail’e karşı direniş hızla silahlı bir nitelik göstermeye başladı. Özellikle yönetimde yer bulamayan genç Fetih kadroları Hizbullah’ın 2000 Mayıs’ında İsrail’i Lübnan’dan çekilmeye zorlamasından etkilenerek İsrailli askerlere ve yerleşimcilere yönelik silahlı eylemlere giriştiler. İsrail’in baskısından bunalan ve Filistin Yönetimi’nden yüz çeviren halk bu eylemlere büyük destek verdi. Destek arttıkça İsrail tarafından fiziksel gücü yıpratılan Filistin Yönetimi ve Arafat iktidarını gittikçe kaybetti. Aynı şekilde Hamas ve İslami Cihad’ın intihar saldırıları toplum nezdinde itibarlarını artırdı. İntifada başladığında İslamcılara olan destek yüzde 17 iken 2004 ortalarında yüzde 35’e fırladı. (Khalil Shikaki, “The Future of Palestine”, Foreign Affairs, Kasım-Aralık 2004, s.46.)
Buna karşılık otoritesini kaybeden Arafat’ın desteği hızla düştü. Ancak İsrail’in 2002 Mart’ında Arafat’ın Ramallah’taki karargahını bir ay süreyle kuşatıp top ateşine tutması ve karargahın büyük bir bölümünü yıkması Filistinlilerin Arafat’ın özelinde bir kez daha kendilerini görmelerine yol açtı. Kuşatılan kendileriydi, gelecekleriydi. Kırk yıllık silahlı mücadeleden sonra gelinen noktaydı. O yüzden Arafat’a destek tekrar yükseldi, o hatalarıyla sevaplarıyla Filistin ulusal mücadelesinin cisimleşmiş haliydi, Filistin ulusal kimliğinin yaratılmasında en büyük pay ona aitti. Filistinlilerin bir halk olarak yok oluştan kurtulmasında öncü rolü oynamıştı. İsrail’in geri dönmesine izin vermeyeceği korkusuyla Arafat Ramallah’taki karargahından iki sene boyunca ayrılamadı. Bu süre zarfında Filistin’de iç iktidar mücadelesi devam etti, bir yandan İslâmcıların nüfuz artırma çabaları, bir yandan Fetih içerisindeki çıkar kavgaları sürdü. Ancak o ölünceye kadar kimse onu doğrudan karşısına almaya cesaret edemedi.
ARAFAT SONRASI
FİLİSTİN’DE POLİTİKA
Arafat’tan sonra Filistin’de uzun bir geçiş döneminin yaşanacağını söylemek siyasal bir kehanet olmayacaktır. Ardılları arasında hiç kimse Arafat’ın gücüne ve karizmasına sahip değildir. Arafat’ın ölümünden sonra Filistin Yasama Meclis Başkanı Ruhi Fettuh geçici devlet başkanlığına getirildi ve başkanlık seçimlerinin 9 Ocak 2005 tarihinde yapılacağını açıkladı. Eski başbakan, Oslo’nun mimarı Mahmut Abbas (Ebu Mazin) Filistin Kurtuluş Örgütü Yürütme Komitesi Başkanlığına getirildi. Fetih’in başına ise Oslo Antlaşması’na muhalefeti ile tanınan ve Filistin’e dönmeyen Faruk Kaddumi (Ebu Lutuf) geçti. Böylece Oslo Antlaşması neticesinde diaspora ile kopmuş olan bağlar simgesel olsa da onarılmış oldu. Kaddumi ile Abbas’ın arasının pek iyi olmadığı biliniyor. Kaddumi, silahlı mücadele taraftarıyken Mahmut Abbas’ın Mart-Eylül 2003 arasındaki kısa başbakanlığı sırasında silahlı mücadeleye karşı çıkması ve Şaron’a karşı daha ılımlı tavrıyla tanınıyor. Abbas’ın iç çatışmaya meydan verilmeden bu geçici dönemin atlatılması saikiyle büyük ihtimalle Ocak ayındaki seçimlerde başkan seçilmesi bekleniyor. Ancak 14 Kasım’da Gazze’de meydana gelen bir hadise işinin hiç de kolay olmadığını gösterdi. Arafat’ın taziyesi için kurulan bir çadırda Abbas ve Gazze Güvelik Şefi Muhammet Dahlan gelenleri kabul ederken Fetih’in Gazze sorumlusu Ahmet Hallas’a bağlı oldukları söylenen silahlı kişilerin çadıra girip ateş açmalarıyla iki kişi öldü. Abbas ve Dahlan bunun bir suikast girişimi olmadığını söylemekte ısrarcı olurken olay sonrasında Hallas’a yönelik hiçbir harekette bulunmamaları da yeni dönem konusunda ipuçlarını bize veriyor. Mahmut Abbas, bütün grupların üzerine gidip Filistin Yönetimi’nin kaybolan otoritesini yeniden sağlayabilecek güçlü bir kişilik değil. Bütün bu gruplar, aşiret (Filistin’de hamula) ilişkilerine dayanırken Abbas’ın böyle bir imkânının olmaması (ailesi şimdi İsrail’de kalan Safed’dendi) siyasal karizması parlak birisi için birleştiricilik vasfı yaratabilir. Ancak bu karizmanın yokluğunda ciddi bir dezavantaj oluşturuyor. Yukarıda bahsedildiği üzere II.İntifada sonrası silahlı eylemlere girişen Fetih kadrolarının örgütlenmesi Tanzim’in halen İsrail’de tutuklu bulunan lideri Marvan Barguti’nin yıldızı ise gün geçtikçe parlıyor. Marvan Barguti’nin başkanlık seçimlerinde aday olmamaması karşılığında Abbas’la tutukluların durumunun gündeme getrilmesi için bir pazarlık yaptığı söyleniyor. (Graham Usher, “The politics of transition”, Al-Ahram Weekly, 18-24 Kasım 2004.)
İslamcılar ise başkanlık seçimlerinde aday göstermeyeceklerini açıkladılar, genel seçimlerin yapılmasına kadar güç biriktirme stratejisi izleyecek görünüyorlar, Filistin ulusal hareketinin belkemiğini oluşturan Fetih’in bir anda dağılması, bunun neticesinde ortaya çıkabilecek kargaşa onların da işine gelmez gözüküyor.
Önümüzdeki dönemde İsrail’in Gazze Şeridi’nden çekilme planını yürürlüğe koyması, bunun neticesinde Gazze’de Filistin Yönetimi’nin iktidarı sağlayıp sağlayamamayacağı -daha Arafat’ın sağlığında 2004 yazında güvenlik güçlerinin içinde ve dışında var olan değişik gruplar arasında zaman zaman silâhlı çatışmalara varan mücadele henüz unutulmamışken- merak konusu olmaya devam ediyor. Meşrûiyetini seçimlerden alacak ve bütün grupların üzerinde hâkim olabilecek bir liderlik ise henüz ufukta gözükmüyor.
Yazının başında da belirtildiği üzere liderler tarihin gidişatında rastlantı ögesi ile birlikte ancak tikel bir rol oynarlar; Ortadoğu gibi büyük güçlerin mücadele alanı olan, Arap devletlerinin birbirleriyle husumet içinde olduğu, İsrail gibi bir gücün esas rakip olduğu bir yerde Arafat’ın önderliğindeki Filistin hareketinin gelebileceği nokta öyle veya böyle ancak biraz daha iyi bir noktada olabilirdi. Sorun Arafat’ın bu noktaya gelirken irrasyonel politikalarıyla, otokratik yönetimiyle ve liyakat yerine sadakati önde tutmasıyla, kırk yıllık mücadelenin birikimini yeni nesillere aktaracak mekanizmaları yaratamamış olmasıyla Filistin halkının ödediği bedeli maksimize etmiş olmasıdır. Filistin’de şu an yaşanan parçalılık ve kaosun baş sorumlusu Arafat’tır.
ERHAN KELEŞOĞLU