Bitmeyen Çocukluk, Erken Yetişkinlik ve Yeni Kapitalizm

Yakınlarda Türkiye televizyonlarında izlemeye başlayacağımız “Çaresiz Ev Kadınları” adlı dizinin temizlik hastası, çocuk yetiştirme üstadı, mükemmel ama çok mutsuz ev kadını annelerinden birisi erken gençlik çağlarındaki oğlunun yeni aldığı arabasıyla yaşlı bir kadını ezip komaya sokması sonrasında oğluna terapiye ihtiyaç duyup duymadığını soruyordu. Belli ki, bir insanı neredeyse öldürmüş olmaktan hiçbir sorumluluk ve suçluluk duymayan oğlunun terapiye değil, yeni bir arabaya ihtiyacı vardı. “Neden buna üzüleyim ki” diyordu oğlu, “o bütün hayatını yaşamış yaşlı bir kadın, benim önümde ise koca bir hayat var ve bu hayatı arabamı kullanarak geçirmek istiyorum, önüme çıkan dikkatsiz yaşlıların bunu engellemesinden de hiç hoşnut değilim.” Çaresiz ev kadınımız yıllarca tepesinde taşıyarak büyüttüğü, her ihtiyacını karşıladığı, istediği her şeyi aldığı çocuğuna ne yazık ki bir “ruh” alamamış olduğu için daha da çaresiz hale geliyor ve çocuğu evde bırakıp kendi ruhunu arındırmak için terapistinin yolunu tutuyordu.

Konu çocukluk ama her şeye sahip günümüz çocuklarının büyüdüklerinde bir “ruha” sahip olamayabileceklerini anlatarak başlamanın en doğrusu olacağını düşündüm. Yukarda anlattığım dizi sahnesi aslında bugün orta-üst sınıf ailelerinin çocuklarının giderek artan bir çoğunluğu için geçerli hale geliyor. Kuşkusuz yukarıdaki alıntının zamanın tüm çocuklarının/gençlerinin ruh halini (daha doğrusu ruhsuzluk halini) simgelediğini iddia etmek çok büyük bir haksızlık olur. Burada çizmeye çalışacağım şemanın dışında kalan milyonlarca çocuk ve yüzlerce farklı çocuk yetiştirme pratiği var. Ama yine de sorumluluk duygusunun giderek yok olduğu, etrafındaki diğer insanlara karşı empatinin kaybolduğu ve “Ben”in dünyanın merkezine konduğu bir “sonsuz çocukluk” durumunun, çocukluğun mutlaklaştırıldığı ve sonsuz bir tüketimle şekillenen ailelerde giderek daha çok egemen hale geldiğini iddia etmek mümkün. Benim bu yazıdaki derdim de bu ailelerle daha çok.[2]

Bu sonsuz çocukluk durumunun tam karşısında ise hayatın yükünü daha büyümeden sırtlanmak zorunda kalan çocuklar var. Bu çocuklar dünyaya gözlerini “yoksulluk sınırının altında/ etrafında” yaşayan ailelerde açıyorlar. Onlar için dünya daha doğdukları günden itibaren bir mücadele alanı ve kendilerini içlerinde buldukları durum da “sonsuz bir yetişkinlik” hali. Bu iki “durumun” içerisinde elbette birbirinden çok farklı deneyimler, insanlık halleri, duruşlar var. Ama yine de şöyle bir etrafımıza baktığımızda sonsuz çocukluk ve yetişkinliğin dünyayı ortadan ikiye ayırdığını görmek mümkün.

SONSUZ ÇOCUKLUK

Sonsuz çocukluk durumunun bir “varoluş” olarak yaygınlaşması daha ziyade 1980’ler sonrasına denk düşüyor. Örneğin Türkiye’de ’80 sonrası kuşakları tanımlarken “Özal gençliği,” “darbe sonrası gençlik” gibi kavramlara sıkça göndermede bulunuyoruz. ABD’de de aynı dönemde büyüyen ve bugün yirmili yaşlarına gelen çocuklara “Kuşak Y” deniyor. Orta-üst sınıf ailelere doğan bu çocukları tanımlayan genel özellikleri Gronsberg söyle özetliyor:

“Her şeyden çabuk sıkılan, kolay motive olamayan ve kendini her şeyi hakediyor gibi gören ve hayattaki en önemli derdi keyif almak olan çocuklar.”[3]

Son 20-30 yılda nelerin değiştiğine dair bu derginin sayfalarında yüzlerce yazı yazıldı. Yani Thatcher/Reagan ile başlayan, bizde Özal ile devam eden, sosyal devlet kazanımlarının önce törpülendiği ve sonra giderek yok edildiği, dünyadaki eşitsizliğin herhangi bir “fırsat eşitliğine” dahi yer vermeyecek biçimde derinleştirildiği, kamusal sorumluluk fikrinin budandığı neo-liberal dönemlerden bahsediyoruz son yirmi-otuz yıl derken. Bu dönemde yalnızca ABD ve İngiltere değil ama bütün dünyada orta sınıf (ortalama sınıf ya da!) değerlerinde bir devrime tanık olduk. Zygmunt Bauman’ın deyişiyle “dünyayı altüst eden ikinci bir seküler transformasyona”. Bu ekonomik ve kültürel devrimde “aidiyet”, “öznellik”, “birey olma” durumları radikal bir dönüşüme uğradı. Özellikle zamansal olarak “hayatın ilk yılları (yani çocukluk)” ve “son yılları (yani yaşlılık)” arasındaki iktidar ilişkisinin tersine dönmüş olması ve mekânsal olarak çocukların kapladıkları alanın değişmesi merkezî önemde.[4]

Neo-liberal devrim ilk olarak “yaşlılığı” kavramsal öncelikler listesinden çıkardı. Zamansal olarak yaşlılık en az arzu edilir, en kötü, en hastalıklı ve hayat boyu hep kaçınılması gereken bir sürece dönüştü.[5] Eskiden büyüyüp, büyüklerle eşit konuma gelmek isteyen çocuklar, bu yeni dönemde daha çok ufak yaşlarında “büyümenin yaşlanmak ve yaşlanmanın ayrıcalığını kaybetmek” olduğunu anlamaya başladılar. Piyasayı saran kırışıklıklara karşı kremler, yaşlanmayı geciktiren vitaminler gibi ürünlerin saldırgan bir sağlık ve gençlik ideolojisi ile pazarlanması, yaşlanmanın “arzu edilmeyen” bir konum haline gelmesine katkıda bulunurken, bu zamansal yer değiştirme çocukluğu -dolayısıyla önünde tüketebilecek koskoca bir hayat olması durumunu- yaşam döngüsündeki en değerli ve en merkezdeki “süreç” haline getirdi. Çocuklar kardeşleriyle birlikte sıkıştıkları küçük arka odalardan kendileri için her şeyin düşünülerek düzenlendiği evin en büyük odalarına geçtiler. Anne ve babalar çocukların isteklerini yerine getirmekle görevli ve onların kararlarına her daim saygı duyan birer “kolaylaştırıcı” haline geldiler.

Bu zamansal ve mekânsal değişimin ana kaynaklardan biri -ama kuşkusuz tek kaynağı değil- çocukların birer tüketici olarak keşfi oldu.[6] Çocukların çalışmasını kurallara bağlayan ve çocukluğu 18 yaşına kadar geçirilen dönem olarak gören sistemde “en ideal durumda” çocuklar para kazanmıyordu, dolayısıyla kendileri için karar verip harcayacakları bir gelirleri yoktu. Bir önceki dönemde bu kapitalist tüketim formları için önemli bir veri teşkil ediyordu. Diğer bir deyişle çocukların parasının olmaması, çocukları tüketim bombardımanından da kısmen korumuştu. Ama bu yeni kültürel devrim bu soruna çok da kolay bir çözüm buldu. Bu yeni aile tipinde “çocuğuna hayır diyen” ve/veya “onun isteklerini çeşitli nedenlerle -ki buna parasızlık da dahil- gerçekleştiremeyen” anne ve babalar birer kötü anne ve baba olup çıkıverdiler. Dolayısıyla anne ve babalığın kendisine, çevresine ve büyüklerine karşı saygılı ve sorumluluk sahibi çocuklar yetiştirmekten, çocukların bitmek bilmeyen arzularını tatmin etmeye dönük bir kurum haline geldiğine tanık olduk.[7] Bu durumun farkında olan anne ve babalar bile, belki çocuklarının baskısına değil, ama sosyal baskıya dayanamayarak (eksik bırakmamak, mahçup hissettirmemek vs. gibi kaygılarla) çocukları için birer tüketim ajanı haline dönüştüler.

Gözünüzün önüne şöyle etrafınızdaki yeni gençlerden bir demet getirin örneğin. Bunların bir kısmı elbette ki anne ve babalarının kendilerine harcadığı emeğe “uygun” çocuklar olup, iyi okullar, iyi işler bulacaklar, yeni “ayrıcalıklı sınıflar” olarak yerlerini alacaklar - ki çalışmayı hedonist bir pratik haline getiren bu durumun sorunlarına biraz sonra değineceğim. Ama bir diğer grubu düşünün şimdi de, üst-orta sınıf ailelerin el bebek gül bebek büyüyen ve hayatta sıra kendi ayakları üstünde durmaya geldiğinde başarısız olan çocukları. Bu çocukların önüne belki de hayatları boyunca harcadıkları emek ile elde ettikleri sonuç arasında bir bağ kurabilecekleri çok az fırsat çıkıyor, aileleri onların yerine her şeyi ayarlıyor.[8] Bu çocuklar büyüyüp hayata dair kültürel, ekonomik, eğitimsel hiçbir sermayeleri olmadığını fark ettiklerinde dahi (ki fark edebilirlerse) hayatlarına dair temel davranışları değişmiyor.[9] Örneğin orta sınıf ailelerin ’80’lerde doğan, 2000’li yıllarda üniversiteden mezun olan (ya da olamayan) iş piyasasındaki çocuklarını düşünün. Bu çocukların (yeni gençlerin) iş piyasasına çıkmaları ülkede işsizliğin rekor seviyelerinden birine ulaştığı bir döneme denk geliyordu. Şu an artık gençlikleri de bitmek üzere olan bu “gençlerin” bir kısmı hâlâ işsiz ya asgari ücretlerle yoksulluk sınırının altında işlerde çalışıyorlar ya geçici işlerde ya da ailelerinin kendilerine kurdukları işlerde. Ama ne işsiz oldukları dönemde, ne de asgari ücretlerle çalıştıkları dönemlerde, dışarıda yemek yemekten, gece klüplerine gitmekten ve modayı pahalı markalarla takip etmekten geri duruyorlar. Bu gençlerin nasıl bu hale gelebildiğinin açıklamasını ise yeni kapitalizmin çocuk yetiştirme mitinde bulmak mümkün.

YENİ KAPİTALİZMİN ÇOCUKLUK MİTİ

Yeni kapitalizm çağının miti, çocukların “kötü niyetlerden arınmış, tertemiz yaratıklar” olduğu. Onların kalpleri tutkuyla ve kafaları ahlâkla dolu. Büyüklerin onları yetiştirmesine gerek bile yok, onlar “özgür” bireyler olarak yetişmeliler. Büyüklerin müdahalesi bu çocukların “benzersiz kişiliğini ve özündeki iyiliğini” zarara uğratabilir ancak. Örneğin Benjamin Spock milyonlarca satan Bebek Bakımı ve Eğitimi adlı kitabında bebekleri duyarlı, uyumlu, kendi kendini düzenleyici, ve rasyonel varlıklar olarak tanımlıyor. Spock’a gore “bebeğiniz akıllı ve uyumlu bir insan olmak için doğdu”.[10] Spock anne ve babaların bebeklerine bir şeyler öğretmeye çalışmayı bırakarak, onların kılavuzluğunu kabûl etmeyi temel çocuk yetiştirme ilkesi olarak önerir. “Çocuğunuz meme emmeyi bırakmak istemiyorsa” der, “rahat olun bırakmasın, zamanı geldiğinde nasıl olsa bırakacaktır.” Spock felsefesinde çocuklar bir “iç bilirlik”le doğmuşlardır, onlara bir şey öğretmek değil kaybettiğimiz şeyleri onlardan öğrenmemiz gerekir.

Çocuğunuz Büyürken Sizi Neler Bekler? adlı kitabin yazarı da benzer bir öneri yapar.[11] “Ne zaman başlamalıyım?” sorusuna cevap vermek için “bebeğinizden uzağa gitmeyin” der, “çocuğunuz size neyin doğru zaman olduğunu söyleyecektir.” Aynı kitapta “teşekkür ederim demediği için cezalandırılan veya kötü davranışları için kızılan çocuklar muhtemelen kendi davranışları konusunda negatif duygulara kapılacaklar ve yeri geldiğinde olumlu davranışları göstermekten çekineceklerdir” diye bir tespitte de bulunur. Dolayısıyla anne ve babanın çocukla her daim olumlu konuşması, çocuğu hiç eleştirmemesi ve ancak örnek olarak doğru yolu göstermesi tavsiye edilir bu kitaplarda. Aksi takdirde çocuğun kendine güveni zedelenecektir. Spock bunun uç bir örneğini verir ve şöyle der: “Endişe etmeyin, iyi davranışlar çocukta doğal bir biçimde gelişecektir.”

Kısaca uzmanlar ebeveynleri çocuklara kimi zaman otorite kullanarak da doğru ve yanlışı öğreten bireyler olmaktan çıkararak, onları çocuğun gelişiminin her daim “onaylayıcısı” haline getirirler. Bütün bunlar bebeklikten çocukluğa geçerken özgürlük ve sorumluluk arasındaki dengenin benmerkezci bir özgürlük lehine bozulduğu bir duruma yol açarken, çocukları da büyüklerin yarattığı bu tuzağın içerisine mahkûm eder. Ebeveynler kendi değerlerini çocuğa geçirmekten alıkonur ve ortalama toplumsal değerlerle yetişmiş, yaptığı her şeyin doğru olduğunu düşünen narsistik çocukların yetişmesine istemeden seyirci kalmış olurlar.

Şimdi gözümüzün önüne bu yeni aile yapısını bir kez daha getirelim. Çocukların bu aile yapılarında öğrendikleri ilk değer, kendilerinin “birer çocuk” olarak merkezde olmaları durumu. Eğer her birimiz birer yetişkin olarak dahi sahip olduğumuz şeylerin içine doğduğumuz kategorilerle ilgisini kurmakta zorlanıyorsak, birer çocuk olarak ev yaşamının/ailenin merkezine oturan, anne-babanın arzularını tatmin etmek için bir ajan haline geldiği bu küçük çocukların büyüdüklerinde nasıl bireyler olacağını düşünelim. Hayatlarında ne değişirse değişsin sonsuz çocukluklarını korumak isteyecekleri muhakkak!

Bu çocukların bir sonraki kuşağın ebeveynleri olduğunu düşünün bir de. Kendi aileleri tarafından onlara geçirilen bir mirastan yoksun bırakılmış ve yaptıkları her şey her durumda onaylanmış, yeni kapitalizmin çalışma ahlâkını en büyük değer olarak kabûl etmiş bu çocuklar büyüdüklerinde ancak birer “gölge ebeveyn” olabilirler.[12] Çocuklarını sevmeleri gerektiğini bilirler ama kendilerinin merkezde olmadığı bir ilişkinin nasıl olduğunu bilemezler, çocuklarına bazı değerleri geçirmek gerektiğini bilirler ama bu değerleri geçirecek kültürel birikimden yoksundurlar.

ÇALIŞMA ETOSU, ÇOCUK YUVALARI VE MUTLAK TATMİNSİZLİK

Kamusal eğitimin yaygınlaştığı modern dünyayla birlikte devlet iyi vatandaşların yetişmesi görevini aileden devralmıştı.[13] Bu düzende ailenin görevi devlete çocukların yetişmesinde yardımcı olmaktı. Yeni kapitalizm ise bu görevi tekrar aileye devrederek, çocuk büyütmenin ailenin temel sorumluluk ve başarı alanı haline gelmesine yol açtı. Üstelik bu dönemde orta sınıf ailelerin büyük çoğunluğunda önceki dönemlerde çocuk yetiştirmekten sorumlu görülen (hattâ tek görevi bu olarak görülen!) anneler de aile dışında çalışmaya başlamıştı.[14] Kadınların çalışma yaşamına katılımının artmasına paralel bir süreç olarak çalışma hayatının talepleri de önceki dönemlere nazaran hem kadınlar ve hem de erkekler için oldukça yükseldi. Böylece anne ve babalar (ama öncelikle anneler) giderek düzeyi artan iki ayrı sorumlulukla yüzleşmek ve bu sorumlulukların altından başarı ile kalkmak zorunda kaldılar: çalışma hayatında başarılı olmak ve çocuk yetiştirmekte başarılı olmak.

Bütün gün dışarıda çalışan anne ve babalar, eve geldiklerinde de eskiye oranla onlarca kat artmış çocuk bakımının sorumluluklarıyla yüz yüzeler. Artık çocukların kendi hallerine bırakabildiği devrin sonuna gelmiş gibi gözüküyoruz. Örneğin çocuklarımız sokaklarda oynarken kendi işimizle meşgûl olabildiğimiz zamanların yerini, çocuklarla ya kendimizin oynamak zorunda kaldığı ya da arkadaşlarıyla evlerde ayarlanan “oyun saatleri” alıyor. Okuldan eve gelen çocukları basitçe odasına ders yapmaya göndermek yerine, onları piyano, basketbol, yüzme gibi derslerine taşıma, arta kalan zamanlarında “iş piyasanın en donanımlı ve en başarılı” bireyleri olmalarını sağlayacak diğer aktiviteleri birlikte yapmaya başladık.

Bu pratikleri herkes yapmaya başladığı oranda da ebeveynler için kendi çocuklarını bu çemberin dışına çıkarmak neredeyse imkânsız hale geliyor. Herkesin çocuğunu iş piyasasına maksimum şekilde hazırladığı durumlarda, en kötü olan kendi çocuğumuzun “sistem” dışında kalması (korkusu) elbette. Sistemi ne kadar eleştirirsek eleştirelim, başka bir sistem olmadığı durumda, bu sisteme en maksimum düzeyde adapte olan bireyler yetiştirmek zorunda olmanın ikilemi ve ağırlığı birçok anne-babanın omuzlarında olsa gerek.[15]

Çocukları sisteme hazırlamada en merkezî konumu ise “eğitim” işgâl ediyor. Nitekim, bugünün orta sınıf çocukları daha anne karnındayken eğitilmeye başlıyor. Çocuğun müzik kulağının gelişmesi için anne karnındayken klasik müzik dinlemeye başlaması gerektiği ideolojisi, pop müzikten başka bir şey dinlememiş anne-babaları klasik müziğin sıkılgan dinleyicileri haline bile getirebiliyor. Bu çocukların büyürken her fırsatta tâbi kaldıkları “başarı etosu” onları birer yetişkin olarak çalışmanın extacy haline geldiği kapitalist çalışma formasyonlarına da hazırlıyor. Bundan bir-iki kuşak önce rutin, tekrar ve keyifsizlikle birlikte anılan çalışma yaşamı, bugünün gençleri için hayatlarında kaybolan anlamın “başarı” kazanarak yeniden edinildiği bir alan haline geliyor. Diğer bir deyişle 1990’ların extacy kapitalizmi en temel fiziksel gereksinimlerimizle birlikte bir topluluğa ait olma gibi temel ruhsal ihtiyaçlarımızı da çalışarak karşıladığımız bir yeni değerler sistemi.

Giderek yaygınlaşan çocuk yuvalarını düşünün. Son otuz yılda bu yuvalar kadınlar için bulunmaz nimetler haline geldiler. Çocuk doğurduktan kısa bir süre sonra kadınlar işlerinin yolunu tutuyorlar. Bebekler de yuvaların. Sonuç herkes için memnuniyet verici: kadınlar ya da erkekler çalışma etosunun en önemli değer haline geldiği bu yeni dönemde eve kapanmak zorunda kalmıyorlar (sonuçta eve kapanmak zorunda olan yalnız kadınlar olmamalı!), çocuklar evde bulabilecekleri imkânları çok katlayan sosyal imkânlara kavuşuyorlar. Anne ve babaların hissetiği suçluluk duygusunu, yuvalardaki “fırsatların çokluğu” ancak azaltabiliyor. Dolayısıyla en çok fırsat sunan yuvalar, anne ve babaları en az “suçlu” hissettirerek, çocuk bakımı piyasasının başını çekiyorlar. Yuvalarda çocukların duygusal gelişimden daha çok (ruha yapılan vurgu) çocukların gelecek kariyerlerine yapılan vurgu hâkim hale geliyor.[16]

Örneğin bir arkadaşım yanlış bir tercih yaparak kötü bir yuvaya gönderdiğini düşündüğü çocuğu için söyle diyordu; ”ben çok kötü bir anneyim galiba, çocuğuma sağlayabileceğim tüm avantajları sağlamıyorum, X bu yuvaya giderek o kadar geride kaldı ki, ileride ancak araba tamircisi olabilecek”. Dolayısıyla daha dört yaşında bir çocuğun hangi yuvaya gittiği ile gelecekteki başarısı arasında bağlantının bunca içselleştirildiği bir sistemde çocuklar ve de büyükler için ayak uydurmaktan başka çok da fazla seçenek kalmıyor.

SONSUZ YETİŞKİNLİK

Tıpkı hemen hayatın her alanında olduğu gibi elbette sonsuz çocukluğun kendi ötekisi de var. Kapitalizm, tüketim toplumu ve çocuk merkezli aile formu giderek daha çok hiç büyüyemeyen çocuklar yaratadursun diğer yandan dünyanın büyük bir kısmında hiç çocuk olamayan çocukların sayısı katlanarak artmakta. Üstelik bu yalnızca fakirliğin, açlığın ve savaşın alıp yürüdüğü dünyanın unuttuğu ülkelerde de değil, dünyanın merkezindeki ülkelerde de böyle. Yani sekiz yaşında iç savaşlarda adam öldürmeye başlayan ve bunun karşılığında kendisine sadece karnını doyurabileceği ve yatabileceği bir yer gösterilen Afrikalı çocuklardan, Brezilya’da daha bir beş-on yıl öncesine kadar güvenliği tehdit ettikleri gerekçesiyle sokakta polisler tarafından öldürülen sokak çocuklarına, ve oradan New York’un göbeğinde 11 yaşında hamile kalıp, 12 yaşında çocuğunu büyütmek için esrar satmaya başlayan çocuklara kadar geniş bir coğrafı alanı kaplıyor bu erken büyüyen çocukların dünyası.

Bu dünya için savunmasız, masum, hayatın güzelliği olan çocuk imajı yerini minyatür bir yetişkin olarak çocuğa bırakıyor. Bu dünyada çocuklar yaptıkları her şeyden sorumlular ve cezalandırılmaları gerekiyor.[17] Diğer bir deyişle kentlerin varoşlarında, Afrika’nın savaş alanlarında bu çocuklar bugünkü kültürü hegemonize eden “çocukluğun masumluğuna” dair söylemin bütünüyle dışında bırakılıyorlar. Bu minyatür yetişkinlerin medya imajı ise ne çocuk ne de yetişkin ama “bir türlü ehlileştiremediğimiz başka bir tür”, bir tür toplumsal hastalık onlar.

Bu sonsuz yetişkinler daha doğdukları günden itibaren ne yaparlarsa yapsınlar, hangi okula giderlerse gitsinler “bir şey” olabilmenin yolunun onlara kapalı olduğunu alttan alta biliyorlar. New York’un zengin ve beyaz mahallelerindeki bir devlet okulundan siyah ve yoksul Harlem’e atanan ortaokul öğretmeni bir arkadaşım örneğin “hergün bambaşka bir dünyaya yolculuk ettiğini’ söylüyordu. “Bu çocuklar” diyordu, “geleceğe karşı hiçbir umuda sahip değiller. Hayatta kendilerini bekleyen seçeneklerin öyle çok da parlak olmadığını biliyorlar ve bunu değiştirebilmek için hiçbir şey yapamayacaklarını. Bu okulda çalışmaktan nefret ediyorum, çünkü ne olursa olsun kimsenin hayatına değemeyeceğimi ve hiçbir şey değiştiremeyeceğimi biliyorum.”[18]

Arkadaşımın öğretmenlikten istifa etmesine neden olan bu deneyim, aslında bu yeni dönemin en önemli özelliklerinden birisine de işaret ediyor. 1980 öncesi kuşaklar 2. Dünya Savaşı sonrası yayılan “yeni bir umut dalgasından” faydalanabilmişlerdi. Yani bu kuşaklar sosyal devletin fırsat eşitliğini ön plana çıkaran ve daha çocukluktan her bireyi belirli sınıfsal konumlara yerleştirmekten en azından bir nebze olsun kaçınan politikaları sayesinde, eğitimle bir yere gelebileceklerini biliyorlardı. Örneğin Artvin’in okulsuz dağ köylerinde büyüyen bir çocuğun bile televizyonun dahi olmadığı bir dönemde birgün İstanbul’a taşınıp, avukat olabilmek gibi bir hayali ve en önemlisi bu hayali gerçekleştirebileceği alanları olabiliyordu. Oysa bugün bırakın Artvin’in dağ köylerini, bu alan büyük kentlerin gecekondu mahallerindeki çocuklara bile büyük ölçüde kapalı. Ve bu çocuklar tıpkı bundan kırk yıl önce hayatta başlarına “iyi şeyler” gelebileceğini bildikleri gibi, bugün de ne yaparlarsa yapsınlar daha yedi yaşındayken bile kendi yaşam alanlarından başka bir alanın kendilerine açık olmadığını biliyorlar.

ABD’de de çok popüler olan sabah kuşağı reality showlarında kız çocuklarının teşhiri ve “yola getirilme çabası” buna başka bir örnek olsa gerek. Bu programların en az birinde neredeyse hemen hergün 11-14 yaşları arasında olup etrafındaki her erkekle yatmak isteyen ve bu yüzden genellikle yoksul ve tek başına olan annelerini derin mutsuzluklara sevk eden kızların dramına değiniliyor (tabiî “dram” demek bu programların yaptığı şeyi yüceltmek olur). Son derece seksi (ve neredeyse yok denecek gibi) kıyafetlerle programa gelen küçük kız çocukları salondakilerin yuhalamaları, ıslıkları ve küfürleri arasında kendi seks deneyimlerini bazen göğüslerini tüm salona (ve televizyona) göstererek anlatıyorlar. Bu çocukların birçoğu seks yapmalarının nedenini “hamile kalmak”, “bebeği olmasını” istemek olarak açıklıyor. Bu kız çocuklarını bir çocuk ve hattâ birer insan olmaktan çıkarıp, birer “hayvan” yerine koyan bu programlarda onların küçük yaşta seks yapmalarından başka hayat koşullarına dair hiçbir şey öğrenmiyoruz biz seyirciler olarak. Anneleri ağlıyor, programı yapanlar azarlıyor, seyirciler yuhalıyor ve çocuklar ısrarla “ben bebek yapmak istiyorum” diyor. “Bebeğe nasıl bakacaksın?” diye soran sunucuya, hiç çekinmeden “uyuşturucu satarak” diye cevap veriyorlar. Bu çocuklar için seks ve bebek kendilerini hayatta işe yarar, değerli ve özel hissetmenin tek yolu belki de.[19]

Bunun karşısında sonsuz çocuklar hep çocukluklarındaki gibi birilerinin ya da bir şeyin kendilerine bakacağına ve kendilerinin her durumda özel olduğuna dair derin bir inanca sahipler. Ve bu özellikleri yüzünden onlar farklılar. Onların yaşadıkları hayat merkezde ve ne olursa olsun büyümek ve merkezde olmak durumundan kurtulmak istemiyorlar. Dolayısıyla orta-üst sınıfların çocukları hayatta ne yaparlarsa “her yolun önlerine serili” olduğu bilinci ve de benmerkezciliğiyle yollarına devam ederken, hayatta bir şey elde etmek için herhangi bir şey yapmaları gerekmediğinden dünyaya karşı “sorumluluk” duygularını kaybediyorlar. Öte yandan yoksulluk daha doğarken çocukları kendi sarmalına aldığından, yoksulluğun çocukları da ne yaparlarsa yapsınlar, hayatlarının değişmeyeceğini bildiklerinden, bu sefer tam tersi bir yerden dünyaya karşı sorumluluk duygularını kaybedebiliyorlar ve sonsuz bir yetişkinliğin içine hapsoluyorlar. Birçok çocuk için suç ve şiddet, bu sarmalı kırmanın alternatif yolu haline geliyor, diğer bir deyişle seçeneksizliğin yarattığı seçenekler.[20]

İyimserlik ve kötümserlik, çocukluk ve yetişkinlik arasındaki dengenin kaybolduğu bu dünyada ise farklılık (insanî, ahlâki, politik düzeylerde mesela) sadece kendi iç çemberlerimizde bir anlam ifade ediyor. Sonsuz çocuklar ve sonsuz yetişkinler birbirilerinin “ne”, “kim” ve “nasıl” varlıklar olduğunu birbirlerine değerek değil, ancak onları anlatan araçlar (televizyon gibi) dolayımıyla ”öğreniyorlar.”

SONSUZ TÜKETİME VE SONSUZ ÜRETİME KARŞI YABANCILAŞTIRICI OLMAYAN EMEK

Louise Erdich The Birchbak House adlı çocuk romanında bir topluluk içerisinde çalışarak kendi geleceğini bulan bir kız çocuğunun hikâyesini anlatır.[21] Yedi yaşındaki Omakayas babaannesinden bitkileri, hayvanları ve rüyalarını dinlemeyi öğrenir. Öğrenmenin yolu ise çalışmaktan geçer. Erdich romanında çocuğun etrafındakiler için ve onlarla birlikte çalışmasının günlük kollektif yaşamın sağlıklı ve organik bir parçası olduğunu gösterir. Gönüllü ve keyifli emek çocuğu topluma ve ailesine bağlar. Benzer bir biçimde Ted Lewin’in kitabındaki çocuk karakter Abdul mesleğini dedesinden öğrenir.[22] Abdul ile dedesi her sabah Fas’ın sokaklarında işe gitmek için yola koyulurlar. İşe giderlerken Abdul etrafında gördüğü insanları anlatır okuyucuya. Hikâyenin sonunda Abdul’un dedesinden öğrendiği mesleğin “hikâyecilik” olduğunu anlarız.

Erdich ve Lewin’in kitaplarındaki çocuklar yabancılaştırıcı olmayan işlerde çalışırlar ve bu işleri ailelerinin yaşlılarından öğrenirler. Emek yoluyla çocuklar topluma ve aileye bağlanır, yaşlılar da toplumsal bir rol edinir. Çalışma bu romanlarda tehlikeli bir alan değildir. Tam tersine çocuklar için bir sorumluluk, aileye ve toplumsal olana karşı özen ve aidiyetin geliştiği birer “oyun” ve “kimlik” alanıdır. Bu çocuklar kendilerini eğlendirmek için kapitalizmin yarattığı ve pazarladığı binbir türlü oyuncağın birçoğuna sahip olmaları gerektiğini düşünmezler. Oyun emeğe ve dünyaya içkindir, ondan başkalaşmamıştır.[23] Bugünün çocuklarının bir bölümü çocukluklarını yalnızca “kendi gelecekleri” için çalışmaya odaklanarak geçiriyorlar, oyunları bile “niteliklerini” geliştirmeye yönelik. Diğer büyük bir bölümü ise bugünlerini kurtarabilmek için çalışarak harcıyorlar çocukluklarını, oyun kelimesine dahi yabancılaşarak. Nitelikli işgücünün potansiyel adaylarına niteliklerini geliştirdikleri dönem olan çocukluklarında her tür imkân sağlanırken, niteliksiz işgücününün potansiyel adayları çocukluklarını da niteliksiz işgücüne katılarak geçirmek zorunda kalıyor.

Daha henüz doğdumuzda bu sistem içerisinde hangi “görevi” yerine getireceğimiz belli kısaca. Orta sınıfın hedefi çocuklarını kalifiye işgücü arasında görmek. Bugün bu işgücünün gerektirdiği nitelikler ise eskisine nazaran çok daha yüksek. Bu çocuklar “çalışmaktan bağımsız olduklarını” düşündüklerinde bile aslında kendilerini bu işgücüne hazırladıkları oranda çalışmanın içerisindeler. Çalışma hayatına hazırlanarak geçen (ki artık bu üç yaşında başlıyor) süre kapitalizmden bağımsızlaşmış bir “kişisel gelişim süreci” olarak görülüyor, oysa bu çalışmanın -hem de karşılıksız olarak- ta kendisi. Yani aslında teker teker hepimizin eğitim için harcadığı zaman, para ve emek bir bütün olarak bakıldığında sistemin topyekûn olarak daha da mükemmelleşmesine ve “daha bağımlı”, “daha istekli”, “çalışmayı hayatın temel keyfi” olarak gören kuşakların yetişmesine yol açıyor. Bu “kişisel gelişim sürecini” (kollektif olarak bakıldığında bu bugünkü kapitalist formların ihtiyaç duyduğu çok yönlü nitelikli işgücünün yetişmesi süreci) en mükemmel şekilde gerçekleştirmesi beklenen çocuklar ise tam da bu nedenle örneğin aile için emeğe katılmıyorlar. Orta sınıf için çocuk yetiştirmenin çıtası sürekli yükselirken, çocukların kendi yetiştirilmelerine aile içi emeğe katılım yoluyla yaptıkları katkı (zaten geleneksel olarak erkek çocuklar için bu katkı oldukça az ya da yok) giderek azalıyor. Bunun sonucu yetişkinlerin (ama özellikle kadınların) hem dışarıda ve hem de aile içerisinde daha fazla sorumluluk, yük alması oluyor.

Sonsuz yetişkinler cephesinde durum elbette bundan daha farklı ve daha yakıcı. Orada çocuk emeğini düzenleyici yasalar çocukların informel piyasalarda çalışmasına engel olamıyor. Zaten yoksulluğun topyekün hedef alınmadığı bir durumda, sadece çocuk emeğinin ortadan kaldırılmasını hedeflemek bir tür şaka olmalı. Çocuk emeğini düzenleyen yasaların sonucu elbette çocukların çalışmaktan mutlak bağımsızlaşması değil, daha ziyade çalışma koşullarının son derece vahşi olduğu informel sektörlere kayması. Bu da büyük bir ikilem sunuyor bize. Örneğin çocuk hakları savunucusu olduğu belli olan bir kadının Diyarbakır’da insanın etrafını sarıp mendil, kolye satmak isteyen çocuklara “ben çocukların çalışmasına karşıyım, sizden bir şey alamam” dediğine tanık olmuştum geçen yaz. Normal koşullar altında her türlü “hayır”a karşı ısrardan vazgeçmeyecek olan bu çocuklar, bu söz karşısında tuhaf tuhaf bakıp sessizce ortadan yok olmuşlardı. Herhalde akıllarından geçen “bu abla bizimle dalga mı geçiyor” olsa gerekti.

Çalışmanın ve tüketimin orta-üst sınıflara özgü formlarının yarattığı aile tipi sonsuz bir çocukluk üretiyor, “aşağıdakilere” özgü formları ise çocukluğu ortadan kaldırıyor. Ne yapmalı peki? Öncelikle kapitalizmin tahribatını bugün, burada, çocuklarımızla ilişkilerimizde sorunsallaştırmak gerekiyor. Bu anlamda çocuk yetiştirme pratikleri ve çocukların varoluş tarzları, kritik bir politik mücadele alanı olarak önümüzde duruyor. Sonsuz çocukluğu ve sonsuz yetişkinliği ortaya çıkaran sistemi eleştirirken, aynı zamanda bu “sonsuzluklara” izin vermeyecek alternatif tarzları/kurumları düşünmek ve şimdiden oluşturmaya başlamak önümüzdeki acil işlerden biri olarak bizi bekliyor.

[1] Bu yazının ilk taslaklarını okuyan Zeynep Çatay ve Murat Paker’e yorum ve önerileri için teşekkür etmek isterim.

[2] Hymowitz de postmodern dünyanın çocuklarının aklı özgürleştirip, ruhu boşaltan bir kültürde büyüdüklerini yazar. Hymowitz’e göre bugün orta sınıfın çocukları; “Tolerans ve açık kafalılığın erdemlerine dair yüzlerce şey duyuyorlar. Sorun bu erdemlerin önemsiz olması değil. Elbette önemliler ama bu erdemler bir insanın bir ruh oluşturmasına katkıda bulunamaz. Devralınmış tüm anlamsal yapılardan özgürleşen çocuklara yargılamamaları gerektiğini söylüyoruz ama yargılamaları gerektiği durumları öğretmeden. Her şeyi kucaklamaları gerektiğini söylüyoruz ama önemli olanın ne olduğunu göstermeden. Seçim yapmalarının önemini anlatıyoruz ama neyi ve neden seçmeleri gerektiğini açıklamadan”. Hymowitz, Kay S. (2003) Liberation’s Children: Parents and Kids in a Postmodern Age, Chicago: Ivan R. Dee.

[3] 1980’de büyümüş olan kuşağa da kuşak X deniyor. Lawrence Gronsberg (2003) “Cultural Studies, the War Against Kids, and re-Becoming of the US Modernity” Postcolonial Studies, 6(3):311.

[4] Aries çocukluk ve aile tarihine ilişkin klasik çalışmasında bebeklik, çocukluk, ve yetişkinlik gibi kavramların nasıl modern öncesi dönemde belirgin dönemlere işaret etmediklerini anlatır. Özellikle bizim bugün ergenlik dediğimiz “ara dönemin” modern öncesi toplumlarda çocukluğun bitiş dönemi olarak görüldüğüne ve modernitenin giderek çocukluk dönemini uzattığına vurgu yapar. Ergenlik ya da gençliğin kutsanması ancak modernlikle mümkün olmuştur. Her dönemin olduğu gibi modern dönemin de ayrıcalıklı bir “yaş dönemi” vardır ve Aries’e göre modern döneminki gençliktir. Aries’in çerçevesini takip ederek yeni kapitalizm çağında bu ayrıcalıklı dönemin çocukluk olduğunu iddia etmek mümkün olacaktır diye düşünüyorum. Aries, Philippe (1962) Centuries of Childhood: A Social History of Family Life New York: Vintage.

[5] Bu yazının konusu yaşlılık olmamasına rağmen buradan yaşlılığa bir selam göndermek istiyorum. Eskiden yaşlanmanın, hayatın sonuna gelmiş olmanın yanında getirdiği ödüller vardı, yaşlılık toplumsal bir değeri ve saygıyı ifade ediyordu. Yaşlanmanın bir “toplumsal veba” şeklinde örgütlendiği günümüzde ise yaşlanmanın bireysel düzeyde yaratacağı kopma ve korkuyu nasıl başka bir şeye çevireceğimiz önemli bir soru konusu olarak duruyor. Dinin en azından buna bir cevabı var, ama modern kültürden beslenen seküler ideolojilerin yok. Yaşlanmaya verilen değerin yerine oturtulması seküler ideolojilerin önemli sorunlarından biri olmalı diye düşünüyorum..

[6] Bir diğeri ise özgürlükçü ideolojilerin (feminizm gibi) kapitalizm tarafından soğrulmuş olması örneğin.

[7] Böylece bundan önce temel tüketici olarak görülen kadınlar yerlerini satmak için cins ayrımı gözetmeyen çocuklara yönelik reklamlara bıraktılar. Örneğin 1980 öncesi kuşaklarda erkekler ile kadınlar arasındaki tüketim kalıplarının farklılığını düşünün. 1980 öncesi dönemlerde büyüyen çocukların kurdukları ailelerdeki karikatür imaj (ama karikatür olması gerçek dünyada bir yansıması olmadığı anlamına gelmiyor) sürekli bir şey satın almak isteyen kadınların karşısında sürekli onları geri çekmeye, dizginlemeye çalışan erkekler değil midir? Peki şimdi dönün bir de bugünün yeni yetişkinlerini düşünün, cinsiyet ayrımı gözetmeden “tüketiyorum öyleyse varım” mottosuyla ilerleyen kapitalizm kadınlar ve erkekler arasındaki bu “farklılığı” her iki cinsiyeti de daha henüz iki-üç yaşındayken satın almaya alıştırarak yıkmışa benziyor. Aslında yıkılan şey cinslerin dünyası değil elbette, neticede aldığımız şeyler arasında hâlâ farklılıklar var, ama almak konusunda hepimiz artık aynı yolun yolcusuyuz.

[8] Zeynep Çatay’a göre buna bir de narsistik kültürü eklemek lazım. Üst-orta sınıf anne babaların çocuklarını kendi “narsistik uzantıları” olarak algılamaları sıkça rastladığımız bir durum. Yani çocuğun ayrıcalıklı konumu anne babanın statüsünün, elitist konumunun bir göstergesi oluyor. Böyle olunca da çocuğun başarısı, çocuğun ellerine bırakılamayacak kadar ciddi bir şey oluyor ve bütün firsatlar para ve nüfuz yoluyla çocuğa sunuluyor. Bir yandan da çocuğa pompalanan bir sürekli-en-iyisine-layık-olma ideolojisi var ki bu bir yandan bir hak etme duygusu ve diğer yandan da içi boş bir özgüven doğuruyor. Özgüven, emek-başarı ikilisinden doğmadığı için aslında temeli olmayan kırılgan bir yapıda. Bunu örtmek için de yüzeydeki güven sürekli şişiriliyor (Zeynep Çatay ile kişisel sohbetlerden).

[9] Bu sürekliğin en iyi Bourdieu’nun habitus kavramı ile açıklanabileceğini düşünüyorum. Habitus’u Bordieu bir yatkınlıklar sistemi olarak tanımlar. Geçmişten gelen yatkınlıklar kendilerini neredeyse otomatikleşen pratiklerin tekrarlanması yoluyla geleceğe aktarırlar. Bu aktarma sürecinde kişinin o anki objektif koşullarının bu duruma uygun koşulları sağlaması gerekmez. Pierre Bourdieu, (1992) The Logic of Practice, Stanford. Emrah Göker’e göre “Habitus özcü bir kavramsal inşâ olmadığından bizzat tarihselliğin içinde, üç farklı ilişki grubu bir arada düşünüldüğünde somutlanabilir: Birincisi, üstüne kurulduğu, geçmişten miras kalan koşullar göz önüne alınmalı; ikinci olarak, eylemin anlık durumu, yani “şimdi” düşünülmeli; üçüncü olarak da ürettiği pratikler, yani yapılayıcı, yapılanmış ve dönüştürücü ilişkilerine bakılmalıdır”. Göker, Emrah (1999) Örtünme pratiği ve din alanı: Öznelci toplumbilimin sınırları” Toplum ve Bilim 81 (Yaz): 138-170.

[10] Spock, Benjamin (2004) Dr. Spock’s Baby and Child Care 8. Baskı New York: Pocket. Kitap Türkçe’ye Bilgi yayınları tarafından Bebek Bakımı ve Eğitimi adı altında çevrildi.

[11] Eisenberg, Arlene (1994) What to Expect the Toddler Years New York: Workman. Kitap Türkçe’ye 2000’de Çocuğunuzun Büyürken Sizi Neler Bekler? adıyla çevrildi.

[12] Gölge ebeveyn kavramını Hymowitz’den ödünç aldım (Hymowitz 2003).

[13] Kamusal eğitimin yaygınlaşmaya başladığı dönemlerde burjuva aileler çocuklarının “sıradan” ailelerle birlikte okula gitmesi fikrinin “korkunç” olduğunu ve çocuklarını “ayak takımının” eğitmesinin kabul edilemez olduğunu düşünüyorlardı. Ev okulu pratiği bu ailelerde çok uzun bir dönem devam etti (Aries, 1962). Kamusal eğitimin devlet tarafından zorunlu hale getirilmesi ile zenginlerin kendi çocukları için kurdukları ve destekledikleri özel okullar yaygınlaştı. Yüzyılın başında bu okullar burjuva ailelere hizmet ederken, yeni kapitalizm döneminde devletin kamusal sorumluluğunu giderek terk etmesiyle, kamusal eğitim neredeyse sadece yoksullara ait bir alan haline geldi (ya da gelmekte). Bunun önemli bir sonucu yoksullara sağlanan kamusal eğitimin kalitesinin de giderek düşmesi oldu. Hirschman devletin kaliteli kamusal hizmet sunmasının ancak “kaliteyi” talep eden orta ve üst sınıfların bu hizmetlerden faydalanması ile mümkün olabileceğini ve bu sınıfların bu sistemlerden çıkmasının devletin kalite sağlama zorunluğundan vazgeçmesi anlamına geldiğini yazar. Hirschman, Albert (1970) Exit, Voice and Loyalty: Responses to Decline in Firms, Organizations, and States MA: Harvard

[14] Örneğin ABD’de bir yaşının altında çocuğu olan annelerin %70’i işgücü piyasasında. Bu rakam 1970’de %30’lar civarındaydı. Hymowitz’e göre bu kadınların birçoğu özgürlüğünün peşinde koşan ve bu yüzden çalışan kadınlar. Hymowitz kadınların çalışma yaşamından çekilmesini önermiyor elbette ama feminizmin kapitalizme çalışmayı kadınlar için de mutlak bir hedef haline getirerek istemeden yaptığı katkıya dikkat çekiyor (Hymowitz, 2003:11).

[15] Bu süreçlere bir de çocukların bakımının görece (tabiî yalnızca kadınlar arasında) kollektif olarak yapıldığı büyük aile tipinin ortadan yok olmasını da eklemek gerek. Örneğin Aries (1962) çocukların bir zamanlar büyüdüğü çok kardeşli, çok akrabalı büyük evlerin kapitalizmin cemaatten arındıran etkilerine karşı birer sübap işlevi gördüğünü söyler.

[16] Oysa binlerce aktivitenin içerisinde, o daldan bu dala konarak, her şeyi tadıp, yüzlerce imkânla büyüyen çocuklar, bugüne kadar belki yalnızca “Holywood yıldızlarının” çocuklarına musallat olmuş bir semptomu tekrarlıyorlar: hiçbir şeyden tatmin olamayan bir ruh.

[17] Örneğin Türkiye’de sokak çocuklarına dair son dönemde medyada sıkça rastladığınız tartışmaları düşünün.

[18] ABD’de bugün çocukların %25’i yoksulluk sınırının altındaki ailelerde doğuyor. Çocuklar ABD’de en hızlı artmakta olan evsiz grubu oluşturuyor, evsiz çocukların ortalama yaşı dokuz (Gronsberg 2003).

[19] Bebek bu çocukların kendi hayatlarında kaybettikleri şeyleri yeniden kazanabilme umudu, yeni bir başlangıç, temiz bir sayfa anlamına geliyor muhtemelen.

[20] Örneğin Afrika’da daha 7-8 yaşlarında silah kuşanan çocukların büyük bir kısmı savaşta anne ve babalarını kaybeden çocuklar, bu çocuklara bakacak, karınlarını doyuracak, saçlarını okşayacak hiçkimse, hiçbir kurum yok. Bu çocuklar için bir komutanın emri altına girmek, gözetilmek ve değer verilmek anlamına geliyor. Savaşı yürütenler için ise sorgulamayan ve son derece itaatkâr erler anlamına.

[21] Louise Erdrich (1999). The Birchbark House. New York: Hyperion.

[22] Ted Lewin (1998). The Storytellers. New York: Lothrop, Lee & Shepard.

[23] Çalışmanın yabancılaştırıcı etkilerine dair vurgunun “modern oyun oynama pratiklerinin” yabancılaştırıcı etkisine dair de yapılabileceğini düşünüyorum.