Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde bu entegrasyon projesine, özellikle de genişleyip derinleştirilmesine muhalefet edenlerin de Türkiye gibi aday ülkelerdeki AB karşıtlığının da ana mecrası milliyetçilik.
Gerçi Avrupa’daki radikal sol-sosyalist hareketler, daha sürecin başında, henüz bu milliyetçi reaksiyon pek yokken, projeye “anti emperyalizm-anti kapitalizm” adına karşı çıkmışlardı, ama zaman içinde ve özellikle de bu neo-milliyetçi dalganın karşısında ya kenara çekildiler ya da büyük çoğunluğu ile projenin insani-toplumsal boyutunu takviye etmeye, gözetmeye dönük bir “içeriden dinamik” işlevi üstlendiler.
Nitekim bu işlev doğrultusunda, 17 Aralık 2004 arefesinde neo-milliyetçilikler tarafından yürütülen Türkiye ve İslam karşıtı -hatta düşmanı- kampanyaya en aktif ve koşulsuz biçimde karşı duranlar da onlardı.
Avrupa’da Birliğin genişlemesine ve özellikle de Türkiye’nin katılımına karşı olanlar ile Türkiye’de Birliğe ve Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanları yanyana koyduğumuzda milliyetçiliğin türlerinin her iki tabloda da aşağı yukarı benzer ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Avrupa’da da Türkiye’de de Birliğe geleneksel ulus-devlet milliyetçiliği adına, ulus-devleti korumak amacıyla muhalefet edenler olduğu gibi, her iki tarafta dinci-milliyetçi çevreler de etkin. Soy-ırkçı milliyetçilikler ise gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de aynı doğrultuda epeyce benzer bir “evrim” geçirmiş görünüyorlar. Avrupa’da neo-ırkçı hareketler “öz Avrupalı” ulusların yanyana yaşaması temelinde bir “Avrupa ulusçuluğu” platformu oluşturmak yönünde çabalarını yoğunlaştırırlarken; Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin patentini elde tutanlar da AB’ye katılımın karşısına Turan idealinin yeni biçimi olarak bir Turan Federasyonu önerisiyle çıkıyorlar. Onlarla AB karşıtlığında en fazla yarışan, en sıkı işbirliğine giren İP’li milliyetçiler, şüphesiz ÇHC’nin önümüzdeki on yıllarda açıkça vereceği hegemonya mücadelesi ile bağlantılı olarak bu Turan Federasyonu’nu bir “Avrasya Birliği” şeması içine oturtmuş görünüyor.
Ne Avrupa’da Birliğin genişlemesinin savunucularının ne de Türkiye’de AB’ye katılımdan yana olanların ise ideolojik olarak aynı mecrada yer aldıkları, oradan beslendikleri söylenebilir. Avrupa’da, AB’yi ABD ile ittifak, işbirliği veya rekabet halinde bir süper emperyal proje olarak gören büyük finans, iş, siyaset ve bürokrasi erbabının neo-liberal seçkinci ideolojilerinden, Aydınlanma idealizmi ve hümanizmine, radikal sol sosyalist enternasyonalizme kadar bir dizi farklı ideoloji ve görüş, örneğin Türkiye’nin üyeliği gibi kritik önemde bir eşikte aynı safta yer alıyor gözükmektedir.
Şüphesiz bunların bazılarının 21. yüzyılı karakterize eden, edecek olan maddi-teknolojik ve ekonomik dinamik ve olguları ön plana alarak, diğerlerinin insanlığı korkunç kıyıcılıkta sayısız savaşlara sürüklemiş, halklarına kan kusturmuş olduğunu da dikkate alarak ulus-devlet ve milliyetçiliğinin aşılması inanç ve isteği gibi bir ortak paydaları olduğu söylenebilir. Ancak bu kesişme noktasından itibaren yollar ayrılmakta, Birlik projesinin ne yönde geliştirileceğine dair niyetler ve araçlar farklılaşmakta, hatta çatışmaktadır. Kimileri -bir güvenlik veya emniyet sübabı olarak Türkiye’yi de içerecek- bir Avrupa’nın, orta sınıflarına sağladığı refah temelinde bir Avrupa ulusu formatına geçmesiyle sınırlı, dünyanın kalanı karşısında bu imtiyazlı konumunu sürdürmeyi gözeten bir Kuzeyli yaklaşımını temsil ederken; kimileri neo-liberal-postmodern bir yaklaşımla, Birliğe dahil milletlerde, alt-orta katmanlar etnik, dinî, mezhebi... cemaatler toplamına dönüşürken bunların üzerinde yükselecek bir elitler kozmopolitizminin oluşacağı hesabını yapmakta; bir diğer eğilim ise, Birlik sürecinin 21. yüzyılın özgül dinamikleri ile bir rezonans kurulabildiği takdirde hümanist, enternasyonalist, eşitlikçi bir gelecek perspektifine kapı açabileceğini, Avrupa’nın bu yöndeki köklü arayış geleneğinin canlandırılabileceğini düşünmektedir.
Türkiye’deki AB’ye katılım yanlıları tablosuna baktığımızda, sonuncu enternasyonalist eğilim hariç diğerlerinin benzer kesimler ve benzer ağırlıkta karşılıklarını bulabilmekteyiz. Yüksek finans ve iş çevreleri zaten epey önceden beri Avrupalı partnerleriyle içiçe geçmiş olarak Türkiye’nin AB’ye katılımının en gayretli savunucularıdır. Bunlar ve 1980 sonrasının ihracata dönük sanayileşme politikası içinde palazlanan hırslı ve dinamik sermaye kesimleri -ki AKP’nin de dayanağıdırlar- Avrupa neo-liberalleri ile “dünyevi” işler bahsindeki zihni uyuşumlarını, Türkiye’nin AB’ye üyeliği bahsine de yansıtmak için, dönemin havasına da uygun olarak “medeniyetler uzlaşması” sloganı altında toplanmaktadırlar şimdi. Bunun anlamı, Avrupalı seçkinlerin neo-liberal kozmopolitizmine periferisini de kucaklayacak bir genişlik kazandırma imkanının sunulmasıdır. Devlet ve özellikle de ordu yüksek bürokrasisi, Türk elitinin bu kesimi AB standartlarıyla açıkça uyumsuz siyasal vasilik rolünden ve buna dayanarak edinmiş olduğu imtiyazlardan ve OYAK holding gibi kuruluşlarından vazgeçmeye isteksizliği nedeniyle bu safta henüz gönül rahatlığıyla yer alamıyorsa da; en azından Ordu -ki diğerlerinin direnci de ona bağlıdır- Avrupa’nın ve genelde Kuzey’in refah kalelerini Güney “terörizm”ine karşı koruyan dolgun ödenekli sınır muhafızı işlevine “müzakere süreci” yılları içinde pekala ikna edilebilecektir.
Türkiye’de resmen azınlık sayılan veya kendilerini öyle sayan tüm kesimlerin AB’ye katılımdan yana oluşları, AB’nin ulus-devlet ötesi bir yaklaşımla etnik, dinî, mezhebî veya yaşam tarzı cemaatlerine hukukî güvence bağlayan bir temel haklar sözleşmesi üzerine kurulu olmasıdır. Bu kesim üyelik konusu gündeme geldiğinden beri bir cendereden kurtulacak olmanın beklentisine kilitlenmiş olduğu için, onların Avrupa’daki Birliğin geleceğine dair eğilimlerden hangisiyle paralel oldukları bahsine de giremiyoruz. Aynı şekilde, “azınlıklar” da dahil Türkiye halkının -son zamanlarda yoğunlaşan AB karşıtı milliyetçi propagandaya rağmen- hâlâ epey bir çoğunlukla katılımı destekliyor olması da Birlik projesinin farklı ideolojik-politik versiyonlarıyla ilişkili sayılamayacağı için konumuz değil.
Ama AB ve Türkiye’nin bu birliğe katılımı gibi tarihsel önemde bir konuda görüş ve tutumunu belirlerken bunları kesinlikle ve esas olarak dikkate alması gerekenlerden biri de Türkiye’deki sol-sosyalist sıfatlı hareketler, partilerdir. Ancak ilginçtir ki, Avrupa ile Türkiye’de birbirlerinin karşılığı olarak ele alabileceğimiz sosyo-politik kesimleri ve siyasal akım-partileri arasında var olduğunu gördüğümüz büyük ölçüdeki eğilimsel örtüşme sola özellikle de sosyalist sola gelindiğinde geçersiz hale gelmektedir. Gerçekten de Avrupa’nın merkez sağ partilerinin hemen tamamının genel olarak Birliğin genişlemesine, özel olarak da Türkiye’nin üyeliğine derece derece -karşıt değilse bile- şüpheyle yaklaşmalarına benzer biçimde Türkiye’de merkez sağ partiler de aynı oranda bir şüphe ve ikircikle yaklaşmaktadırlar konuya. Bu elbette merkez sağ partilerin “maya”sında olan milliyetçiliğin dozuyla ilgili bir durum. Kimi Akdeniz ülkeleri merkez sağ partilerinin Türkiye’nin üyeliğini daha şevkle destekliyor olmalarında şüphesiz bu ülke devletlerinin AB içindeki devletler arası dengelerle ilgili özel hesaplarıdır asıl etmen. Avrupa’nın merkez sol partileri ise -Fransa solunun cumhuriyetçi-jakoben kökleri nedeniyle gösterdiği kısmi istisna hariç tutulursa- bütünüyle Birliğin genişlemesinin, insani-sosyal boyutunun gözetilmesinin ve özel olarak da Türkiye’nin Birliğe katılmasının en kararlı savunucuları. Türkiye’de bu partilerin karşılığı sayılan -güya sol- CHP ise herhalde muhalefette olması ve ulus-devlet milliyetçiliği dışında bir muhalif söyleme yabancı olduğu, bunun dışındaki bir söylem ve tutum mevcut durumunda fazlasıyla iğreti duracağı için neredeyse AB karşıtlarının safından konuşmaktadır.
Ama asıl çarpıcı örtüşmeme, hatta zıtlık Avrupa “radikal sosyalist”leri ile Türkiye’nin aynı kategoride sayılan parti ve hareketleri arasındadır. Avrupa radikal sosyalizminin Avrupa Birliği’ne kategorik olarak asla karşı çıkmayıp, aksine herkesten daha önce ve geleneksel Avrupa ile de sınırlı olmayan, çok daha kaynaşık bir Avrupa’yı savunmak adına, Avrupa merkez sağ ve solu tarafından çizilen Birlik perspektifini baştan “emperyalist-kapitalist bir proje” olarak niteleyip eleştirdiklerini, ama daha sonra, özellikle de 1980 sonrasının neo-milliyetçi-faşist dalgası karşısında Birliğin genişlemesi ve “içeriden dönüştürülmesi” yönünde bir çabaya yöneldiklerini daha önce belirtmiştik.
Türkiye’deki “radikal sosyalist” kesim ise, büyük çoğunluğu ile AB’ye daha o AET aşamasında iken koyduğu “emperyalist-kapitalist bir oluşum” etiketini değiştirmemek ve Türkiye’nin Birliğe katılımını “ülkenin emperyalizme peşkeş çekilmesi” diye nitelemekte ısrar konusunda son derece kararlı. Avrupa radikal solunun Birlik sürecinde hümanist-enternasyonalist bir perspektif geliştirme yönündeki çabalarına lakayt olduğu gibi; gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de neo-milliyetçiliklerin Birlik karşıtı tutumlarını olsun, anti emperyalist diskurun Türk milliyetçiliğinin -soy, Sünni ve Kemalist- varyasyonlarınca absorbe edilmesini olsun sorun edinmemek, düşündürücü saymamak gibi de bir özelliği var.
Türkiye’deki bu sosyalist solun fiziki zayıflığı ile, 20-25 yıl önce yediği darbenin ağırlığı ile pek ilgisi yok bu tutumun. AB konusunun ulus-devlet ve milliyetçilik bağlamında tartışıldığı şu konjonktürde, bu sosyalist sol, -Türk- milliyetçiliği ile cepheden bir sorgulama ve hesaplaşmaktan hep kaçınmış, milliyetçiliğin saldırıları karşısında o tavizkar “vatanseverlik” terimi üzerinden savunmaya geçmeyi yeğleyegelmiş ve yurdunu, içinde yaşadığı toplumu tam anlamıyla insanca, “onurlu” kavramının tam hakkını vererek sevmenin ancak enternasyonalizmle mümkün olabileceğine yürekten inanmamış olduğu için zayıftır. AB’ye katılmak söz konusu olmasaydı bile, sırf 1980 sonrasının bilim ve teknolojilerde, özellikle de iletişim, bilgi ve haberlere erişim araç ve imkanlarında sağladığı devasa gelişmelerin bile ulus-devlet ve milliyetçiliklerin temelindeki tabuları, karanlık olguları ister istemez depreştireceği, gömülü olmaktan çıkaracağı dikkate alındığında; neo-milliyetçiliklerin tam da bu dönemde her yerde zuhur etmesinin önemli bir nedenini de görmüş oluruz. Türkiye’nin “radikal sosyalizm”i, sınırlamalarına, temel yasak ve tabularına uyduğu Türk milliyetçiliğinin derin korku ve endişeleriyle kabardığı bu noktada, bahsettiğimiz o “genetiği”nden, geleneğinden ötürü ne karşısına dikilmeyi ne de –sözde- benimsediği enternasyonalizmden hareketle özgün bir tutum almayı düşünebilir. Halihazır zayıflığının ilk kaynağı burasıdır.
İkinci nokta, Türkiye’deki sosyalistlerin, tüm Türkiye toplumuyla, burada şekillenmiş tüm siyasal parti ve akımlarla birlikte paylaştığı, özellikle “Batı” karşısında duyulan iki yüz yıllık ezikliğin yerleştirdiği bir “ikinci sınıf”lık duygusunu, zımni kabullenişidir. Bu “ikinci sınıf”lık, nasıl Türkiye’nin bütün siyasal parti ve alanları model aldıkları Batı’nın aynı-benzer adlı parti ve hareketlerinin zengin ve çok yönlü fikri birikimlerine denk bir düşünsel zemin oluşturma yükümlülüğüne boş verip, o birikimin sırf uygulamaya dönük ürünlerini “biz”e adapte etmekle yetinebildilerse, devlet aynı mantıkla bilimleri teknoloji öğretimine indirgeyen bir maarif sistemi kurduysa, Türkiye sosyalistleri de engin sosyalist-eşitlikçi literatürle hemen hemen sadece -iktidara ilişkin- “pratiğin” tartışıldığı metinlerle sınırlı, bunların Türkiye’de neyle ikame edilebileceği sorusu bağlamında ilgilendiler. Nasıl ki kendisini bir uygulama veya aracın sadece kullanımı ile sınırlı bir işlev ve rolle tanımlayan biri, o araç ve uygulamanın ciddi sorunlarını halletmeyi, bunları geliştirip dönüştürmeyi, “yukarı”ya, bilgiyi üretme konumundakileri havale eder ve oradan ses gelinceye kadar sorunlu da olsa usul ve aracını kullanmayı sürdürürse, Türkiye’nin “radikal sosyalist”leri de model alınacak usul ve araçların üretimini, birinci dereceyi temsil eden Batı gibi mercilerden farklı ve gür bir ses duymadıkça, “eski” usul ve araçlarından uzaklaşmayacaktır. Örneğin şu AB konusunda Batı’dan Birliğe ilişkin enternasyonalist bir müdahale-dönüştürme perspektifi güçlü bir sesle ilan edilmemişken buna Türkiye’den kafa yormak bu amaçla resen harekete geçmek için, önce “haddimizi mi aşıyoruz” duygusunu, bu iliklerine işlemiş kompleksi yenmiş olmak gerekir.
Ayrıca enternasyonalizm başlıbaşına bir sosyalist değer ve ufuk niteliği olarak Türkiye radikal sosyalistleri nezdinde hiçbir zaman fazlasıyla muteber, ön plana alınır olmamıştır. Bunun en acıtıcı kanıtlarından biri, Türkiye radikal solunda Türkiye’nin yakın komşuları dahil diğer toplum ve halkların durum, sorun ve kültürleriyle gerçek ve tüm boyutlarıyla bir ilginin, diyalog ve kaynaşma girişimlerinin son derece cılız olmasıdır. Türkiye’de radikal denen solun Türkiye dışı toplumların aynı adlı hareket ve partileriyle, sol sıfatının gerektirdiği eşit kardeşçe, dayanışmacı bir ilişki kurabilmesinin örneği de pek yoktur. Şüphesiz bu noktada sadece Türkiyeli sosyalistleri değil, ilişkileri, ülkelerinin genel statüsü veya hareketlerin güç dereceleri ile belirlenen zımni bir hiyerarşi içinde kurmayı “doğal” sayabilen geleneksel sosyalist zihniyeti sorgulamak gerekir öncelikle.
Bir üçüncü kaynak da Türkiye “radikal” solunun güç, zor, silah kullanımını içermeyen bir devrim kavramını neredeyse “anlamayan” bir zihniyet tarzıyla birlikte teşekkül etmiş olmasıdır. “Devrimci” olmanın asli koşulu ve gereği böylece belirlendiğinde, bir olgunun, gelişmenin veya önerinin değerlendirilmesi de onun “biz”im tarafımızdan ifa edilecek bir zor kullanma ögesini ne ölçüde içerdiğine bakılarak yapılacaktır elbette. Hepsi de birer derece aşağı değerlendirme sıfatları olarak kullanılan “revizyonist”, “reformcu”, “demokrat” ve nihayet “liberal” sıfatlamalarının içeriği de böylece belirlenmiş olur. O nedenle Türkiye radikal sosyalistlerinin çoğunluğunun dilinde sosyalist sıfatlı birinin Türkiye’nin AB’ye katılımını -yukarıda özetlenen enternasyonalist perspektiften yapılıyor olsa bile- onaylamasını “liberal bir tavır-öneri” olarak nitelemek, kendi “devrimciliği”nden pek bir kibirli oluşun güya aşağılayıcı ifadesi olmaktadır.
Bu dergide söz konusu radikal solun AB’ye katılım bahsindeki genel tutumunun daha etraflıca ele alındığı yazılarda, o solun AB’ye katılım konusundaki asıl korkusunun, bu toplumlardaki göreli kitlesel refah halinin “sınıf bilinci”ni ve “devrimci” eğilimleri körelttiği yolundaki yargıdan kaynaklandığını belirtmiştik. O nedenle bu sol açısından Türkiye’nin AB’ye katılımını savunmak yoksulluğu yüzünden hâlâ “sınıf bilinci”ne ve “devrimci”liğe yatkın olma potansiyelini koruyan Türkiye halkının o çürütücü refah ortamı veya beklentisi ortamında bu potansiyelini heba etmeyi savunmak anlamına geliyor. Bunlar, şüphesiz şu özetlenen mantığın, biraz fazla gelir, biraz daha fazla demokrasi ile hemen kayboluverecek denli pejmurde bir devrim ve devrimcilik kavramına yaslandığını anlayamayan, göremeyen, görse bile sorgulayıp silkinemeyecek denli zavallıca bir mantığa ve yaklaşıma kilitlemişlerdir kendilerini. Bu kadar içeriksiz bir devrim kavramı, onun kofluğu, ancak bu denli sert bir kabukla gizlenebilir çünkü.
Burjuva-kapitalist devrimi aşabilme niteliğine sahip olmakla, bu potansiyeliyle ancak tanımlanabilecek ve ciddiye alınabilecek olan sosyalizmin devrim kavramı, burjuva devrimin bireyleri tarihin özneleri konumuna taşıyan adımını çok daha ileri/üst düzeye sıçratabilen bir düşünce ve tahayyül kapasitesinin ürünü olmak zorundadır. Sınırlı sayıda ve “seçkin” bireylerin özne olabildiği, sıradan insan yığınlarının o seçkinlerin eylemleriyle belirlenmiş “koşullar”ın mahkumu oldukları bir tarihî dönemden, sıradan insanların yaratıcı/dönüştürücü vasıflarıyla, bu vasıflarını açığa çıkarmak ve zenginleştirme deneyimlerine kalkışarak hem o “koşullar”ı dönüştürmek hem de kendilerini bu deneyimleriyle özneleştirmek için girdikleri bir yol - ortamdır devrim.
Dolayısıyla bir “devrimci”, kendisine aktif özne olma imkanı veren her ortama “koşullar”ı ne olursa olsun girmelidir. Onun tek seçeneğidir bu. O nedenle de AB’nin “koşulları”na bakıp onun “emparyalist-kapitalist” bir projenin belirleyiciliğinde olduğunu görüp bu ortama girmekten kendini ve içinde yaşadığı toplumu men etmekle devrimciliğin hiçbir ilgisi yoktur. Burada o “emperyalist-kapitalist” sistemin o tür devrimcilerden kaygılanmayacak kadar özgüvene sahip olmasıyla o devrimcilerin özgüven yokluğu ve endişesidir söz konusu olan.
“Sistem”in bu meydan okuyuşuna cevap vermek, onunla asli mevzilerinde, doğrudan mücadele etmek devirmci sıfatı taşımanın mutlak gereğidir. Devrimciliklerinin törpülenmiş olduğunu iddia ettiği sistem içindeki devrimcilere bu iddiasını eylem ve performansı ile kanıtlama yükümlülüğü de her şeyden önce bir devrimcinin ödevi ve borcudur. Dolayısıyla eğer kendi kendileriyle tutarlı iseler bu “devrimcilerin” o AB alanına girmeye ve ona asıl can alıcı olacak “içeriden müdahale” imkânını kullanmaya herkesten önce ve herkesten fazla bir enerjiyle istekli olmaları gerekirdi.
Tam tersine bir tutum ve yaklaşım içinde olmalarının adını koymak bile gerekmiyor artık.