Sızı'dan Sonsuza Kadar Kurtulmak

Militarizm, genel olarak, askerî düzenin ya da askerliğe ait olanın gündelik hayatı etkilemesini, oluşturmasını, biçimlendirmesini anlatır. Bu tanımın ya da kavramsallaştırmanın doğasında, askeri olanla olmayan arasındaki ayrımın ya da başka türlü söylersek, asker olanla olmayanın –sivil diyebiliriz-, bir kurum olarak orduyla, ordu olmayan kurumların, esasen, teorik ve pratik olarak ayrı oldukları fikri vardır. Orduların, içinde bulundukları toplumu etkileyip biçimlendirmeleri, derecesi ve içeriği farklılaşsa da, olmaması gereken bir durum olarak “militarizm”e işaret eder. Bazen, orduları pek göz önünde olmayan ya da bizim çok alışık olduğumuz bir deyimle söylersek “ordu millet” olmayan toplumların daha az militer olduğunu düşünürüz. Bazı toplumlarda, bazı kültürlerde “ölmeye ve öldürmeye” hazır olma hali ya da “ölmeyi ve öldürmeyi soğukkanlılıkla izleme” hali, ölenlerin ve öldürenlerin kimler olduğuna, hangi sınıftan, hangi ırktan olduklarına hatta ne kadar yakın-da, görünür, gösterilir olduklarına bağlı olarak değişir. Nitelikleri ne olursa olsun, orduların kışlalarında oldukları ve kışla dışındaki hayatın askeri olmayan bir biçimde sürmesi imkanı var mıdır? Bu soruya kuşkusuz nasıl bir dünya istediğinize, nasıl bir dünyaya tahammül edebileceğinize ya da razı olacağınıza; insanlık tarihini nasıl okuduğunuza; insanın yapıp ettiklerinden ne kadarından onun içsel ve engellenemez doğasının, ne kadarından insanlığın inşa ettiklerinin sorumlu olduğunu düşünmenize, inanmanıza bağlı olarak farklı yanıtlar vermek mümkün. Bu sorunun yanıtı, anti-militarizmin nitelik ve niceliksel olarak tarih boyunca değişen anlamlarıyla, yani evcilleştirilmiş bir ordu ya da askerlik fikriyle, herhangi bir türde orduların olmadığı bir hayat tahayyülü arasında salınan bir dünya tasavvurunun neresinde durulduğuyla yakından ilişkili olmalı. Bu nedenle Brökling, itaatkarlığın yıkılışını, hâlâ dişlilerin arasına kum kaçması metaforuyla ya da enerji krizi örneğiyle algılayan bir ordu eleştirisinin nesnelliğini çoktan yitirmiş olduğunu düşünür. O’na göre, ordu eleştirisi yapılacaksa, bilgisayarı, hiçbir zaman bir netice elde etmeksizin kıyamete kadar en yüksek randımanda çalıştıracak bir bilgisayar virüsü belki de daha çağdaş bir benzetme olurdu.

MİLİTARİZMİN MERKEZÎ KAVRAMI OLARAK DİSİPLİN VE İTAAT

Askerlik, askerî itaat ve daha genel anlamda her türden “ordu”ların iç yapısını anlamaya yönelik eleştirel düşünsel çabalar, çoğunlukla, bir kurum olarak askerlik görevinin meşru babasının demokrasi değil, ister monarşist ister faşist devletçi ya da sosyalist veya parlamenter olsun, modern ulusal devlet olduğunda birleşirler; kitleleri hem siyasal hem de askeri düzlemde harekete geçiren ulusal devlet, tek tek yurttaşların, kendilerini birbirlerinden korumak üzere görevlendirdiği ve tek tek yurttaşlar olarak hem birbirlerine hem de başka ulusal devletlerin yurttaşlarına karşı güç kullanmalarını meşrulaştırmanın ve yasallaştırmanın bir düzeneği olarak ulusal devlet. Yurttaşların, devletle yaptığı bu zora dayalı –modern- anlaşma, devletin hayat ve ölüm üzerindeki egemenlik hakkına işaret eder ve devletin vatandaşlarından zorla talep edebileceklerine ve vatandaşlarına “zorla” sağlayabileceklerine ilişkin repertuvarını belki de hiç olmadığı kadar zenginleştirir. Hukuki düzlemde bu yapı, orijininde, artı-değer üretimine ve kaynakların eşitsiz paylaşımına dayalı kapitalist üretim tarzından beslenir ve toplumsal hiyerarşi, kârın ve sermayenin iktidarının korunması için ve bu yönde oluşmuştur. Tarih boyunca biçimleri, günümüzde niteliği, gücü ve yaygınlığı dolayısıyla adlandırmaları değişse de, hatta bir ara üretim araçlarının sınıfsal olarak el değiştirdiğine insanlık tanıklık etmiş olsa da, henüz, hiyerarşik olmayan bir yaşama biçimi tasarlanmış olsa da tecrübe edilmiş değildir; varolanlar da hızla bulunup şöyle ya da böyle uygarlaştırılmış, disipline edilip ordular tarafından korunur hale getirilmişlerdir. Ulrich Brökling, Disiplin’de, orduları, toplumların diğer disiplin kurumlarından ayırt eden şeyin, kişiyi sadece toplumsal işlevini gerçekleştirmeye zorlamaları değil, askerin toplumsal işlevinin öldürme ve ölmeye hazır olma şartlarını içermesi olduğunu yazar; geçirdiği bütün tarihsel dönüşümlere rağmen, askeri disiplinin sürekli ve kalıcı olmasını sağlayan özellik budur. İtaat üretimi, disipline etmek anlamına gelir ve disipline etmek insanları kontrol edilebilir, birbirleriyle değiştirilebilir, kullanılabilir hale getirmek demektir. Ailede evlat, okulda herhangi bir öğrenci, vergi dairesinde mükellef, memur, işçi, akademisyen olarak bu sonsuz hiyerarşik ve eşitsiz sistem içinde disipline olmadan yani bir diğeriyle değiştirilebilecek kadar sıradanlaşmadan asker olamazsınız ya da ancak asker olduğunuzda bütün bunların en iyisi, ideali olabilirsiniz. Anahtar kavram, hiyerarşik toplumsal sistemde itaat ederek disipline olmanız ve “işlevinizi” yerine getirmenizdir. İnsanlar, dışlanmamak için, çoğunluğa ait olabilmek için, sözbirliğinin huzurunu yaşayabilmek için, cezalandırılmamak için, ödüllendirilmek için, güvensizlikleriyle başa çıkabilmek için itaat ederler; insan itaat ederek, iradesini, bir gücün hizmetine sunar, devreder ve bir gücün aracısı, ajanı haline gelir. Bir çocuğun cezalandırılmamak için büyüklerin emirlerine itaat etmesiyle, bir sempatizanın, sıradan bir üyenin, partide dışlanmamak için, onaylanmayacağını, azınlıkta kalacağını bildiği için düşüncelerini dile getirmekten kaçınması -sorumluluk hariç- aynı arka plandan beslenir: Korku. İtaat edilmesi beklenen otoritenin, farklı düzeylerde iktidarların, gücü, uzmanlık derecesi, görünürlüğü ve güvenilir algılanması gibi pek çok etken, neye ve ne kadar itaat edileceğini belirler. İtaat etmeyenlerin başına gelenler de genel olarak neye itaat edilmesi gerektiği konusunda bir karşılaştırma işlevi sağlar.

İtaatin en önemli belirleyicisi güç algısıdır. İnsanlar güce itaat ederler. Bir toplumda hiyerarşik örgütlenme, adaletsizlik, gücün inşası, güçle ilgili söylemsel yapı ne kadar güçlüyse itaat o ölçüde ortaya çıkacaktır. Ayrıca farklılığın algılanma biçimleri ve her düzeyde iktidarların “fark”a ve farklı olana yaklaşımları; farklı, azınlık vb. çoğunluğa ait olmayana ilişkin dışlayıcı, ayrımcı ideolojik söylemsel yapı, itaati yaygınlaştırır. Kimlerden olacağınız, kimlerden olduğunuzda çoğunluğa ne kadar ait olacağınız, ne kadar rahat yaşayacağınız ya da acı çekeceğiniz konusunda hayatın her alanında ipuçları hep vardır. Sahte sözbirliği diye adlandırılan bir mekanizma, iktidarlar tarafından, sıklıkla gerçekte olmayan çoğunlukların inşa edilmesinde ve azınlıkların değerlerinin düşürülerek işaret edilmesinde kullanılır: “Millet bu duruma isyan ediyor..” ya da “ Bunlar bir avuç çapulcu..”. Kuşkusuz, milliyetçiliğin her biçimi, tehdit ve korkunun bazen gerçek bazen sanal olarak kurgulanması ve şiddet, hem çoğunluğa ait olmanın ödülünü yükseltme hem de farklı olmanın, itaat etmemenin bedelini ağırlaştırma gibi nedenlerle itaati yaygınlaştırır.

İtaatin insanların zihinlerinde meşrulaştırılması yalnızca sistemin meşrulaştırılmasıyla yani “yanlış bilinç”le sağlanamaz. “Düşman”ın inşası bir yandan korkutma ve tehdit algısına dayalı bir dünya kurgusu bir yandan da korkuyla başa çıkmayı sağlayacak düzeyde “güçlülük” algısı yaratmayı gerektirir. İçerde ya da çok uzaklarda hep bir ya da bazen daha çok düşman vatan savunmasını her şeyin üstüne koymayı gerektirir. Dünyada güçlü olduğunu iddia etmeyen bir tek devlet, devletinin güçlü olduğuna ikna olmamış bir tek millet yoktur. Korkunun dile getirilmesi tereddüte yol açar ve tereddüt disiplini bozar. Disiplini bozanlar, insanlığın bugününden ve geleceğinden açıkça korkanlar ve bunu dile getirenler belki de bu yüzden hep orduların “manevi şahsiyetlerini” incitirler.

“KORKMA” “DÖRT TARAFIMIZ DÜŞMANLARLAR ÇEVRİLİ”

Buraya kadar tıpkı bir askeri birliğin kocaman bir makinanın dişlilerinin ritmiyle adım atışlarına benzer biçimde sözcükleri ard arda ve hiç tereddütsüz dizerek ilerlemek mümkündü: Rap rap... Akademik bilgi de, disipline dayanır ve tarafsızlığın ya da en azından kamusal alarak onaylanabilir taraflılığın meşruiyetinin sağladığı lükse sahiptir. Konu, ya da yazının yeri, memleketten söz etmeye geldiğinde, militarizmin hayatımızın ta kendisi olduğunu söyleyip bitirmek geliyor insanın içinden. Söz, dolandıkça, yasanın, tarihin ve hafızanın sınırlarına çarparak gücünü, gerçekliğini ve en çok da masumiyetini kolayca yitirebilir. Ulusal marşı “Korkma..” diye başlayan sanırım tek millet biziz. Acaba en çok bize “Korkma, ben varım..” diyenlerden korktuğumuz için mi en çok onlara güveniyoruz? İtaatin bu coğrafyada, her zaman, başka toplum ya da coğrafyalardan daha fazla ya da az olduğunu, ya da “kültürümüz”ün bir itaat kültürü olduğunu -çokça söylendiği gibi- söyleyebilmek bence mümkün değil ya da ben böyle düşünmeyi tercih etmem. Böylesi bir yekpare kültür algısı fazlasıyla özcü, dolayısıyla kendiliğinden bütün otoritelere olduğu gibi en çok da orduya itaati besleyici, hatta kaderci bir anlayış olur, çünkü kültürel özellikler kendiliğinden oluşmaz ve kolay değişmezler. Ayrıca “bu hal bize özgü” anlayışı, militarizmin, dolayısıyla militarist kültürün asıl sorumlusu olan politik sistemi belirsizleştirir, muğlaklaştırır. Daha ziyade bu coğrafyada boyun eğmenin genetik bir özellik gibi adeta yaygın olmasının politik altyapısı üzerinde durmak gerek, çünkü bu yapı değiştirebilir, hepimizin eseridir. Bu coğrafyada her zaman, Adorno’nun faşist propagandanın klasikleri olarak saydığı dille konuşulur: Yalnız kurt, yorulmazlık fikri, zulmedilen masumiyet, küçük dev adam, her zaman pusuda bekleyen içerideki ve dışarıdaki düşmanlar, sürekli olarak ima edilen, işaret edilen sinsi fikir ve tehlikeler, içimizdeki yabancılar... İleriye uzanan erkek eller.. Ele geçirmeye hevesli eller. Ya sev ya terket şimdilerde hukuk eşliğinde dillendirilir oldu: Mahkeme kararı var, artık terket... Yine bu coğrafyada her zaman Ordunun açık ya da örtük müdahaleleri yoluyla beslenen militarizm, zamana göre yapısı ve hedefleri değişen para-militer güçler, cumhuriyetin tartışılmazları, kültürel, siyasal hiyerarşiler sadece muhafazakar kesimlerin değil, muhalefetin de otoriter, militer zihniyetten kurtulmasını güçleştiren etkenler. Sisteme ve bazen açıkça militarizme karşı dururken içselleştirdiğimiz sahte bilinç askerleriyle dilimizi, şeklimizi şemalimizi, yaratıcılığımızı esir alıyor. Üretmeye çalıştığımız başka hayatların öncülleri içinde, bildiğimiz ama razı olmadığımız hayatın silahları saklı. Mitinglerimizde, daha çok görünmek için ama en çok da ne kadar “disiplinli” olduğumuzu “dostlara” göstermek için “beşli sıra olalım arkadaşlar..” diye çırpınıyoruz. Bu dünyanın ve bu ülkenin egemenlerinden hoşnutsuzluğumuzu, “gidişat”tan memnun olmadıklarını ve duruma “el koymak” için heveslerinin giderek arttığını Cumhuriyet tarihi boyunca, o çok iyi bildiğimiz dille, kollektif belleklerimize kazınmış dille, ikide bir birilerine fısıldayan “Genç Subaylar” ın yerine “Genç Siviller”i geçirip, postal yerine spor ayakkabı koyduğumuzda ve damarlarımızdaki “asil kan” yerine, birlikte yaşamaktan ötürü “birbirine karışmış kanlarımız”dan kudret bulduğumuzu söylediğimizde, belki de en naif biçimiyle militarizmi yeniden üretiyoruz. Oysa koşulsuz dökülebilmesi erdem sayılan “kan”ın hangi milletlerden oluştuğunun hiç önemi yok. Birileri vatan seviyor ve biz onlardan değiliz diye yurt seviyoruz. “Yasadışı silahlar” dursun diyebiliyoruz; reel politik uğruna, hangi şiddetin stratejik olarak ne zaman ve ne kadar meşru olabildiğini tartışabiliyoruz.

Canetti, Kitle ve İktidar’da emir ve sızının ilişkisinden söz eder: Emir, emri alanı, emrin içeriğine uygun olarak eylemde bulunmaya zorlar, sızı da emre uyanın içinde kalır. Sızı saklıdır, orada olduğu sezilmez, varlığını yalnızca, emre uyulmadan önce açığa çıkan belli belirsiz gönülsüzlükle açığa vurur. İnsanın bütün psikolojik yapısında sızı kadar değişmez bir şey yoktur. Bir insanın görünümü, başını taşıyışı, ağzının ifadesi, karşısındakine bakışı, onu tanınabilir kılan her şey, onun içine bir sızı olarak saplanan ve onu kendisi yeniden üretene kadar değişmeden kalan emre uygun olarak değişir. İnsanlar sızılarından karşıtına dönüşerek de kurtulabilirler ve bu belki de özgürlük yanılsamasının en eski biçimlerinden biridir.

Sızılarımızdan sonsuza kadar kurtulmak mümkün mü? Canetti, emirlere en çok maruz kalanların çocuklar olduğunu ve bu yükün altından nasıl kalkabildiklerinin mucize olduğunu söyler. Arendt ise, ancak çocukların söz dinlediğini, bir yetişkin itaat ediyorsa, itaat ettiği organizasyonu ya da yasayı ya da itaati talep eden otoriteyi desteklemesinden söz edilebileceğini ve dolayısıyla, emirlere uymuş ve olup bitene katılmış olanlara asıl sorulması gereken sorunun “Neden itaat ettiği değil, neden desteklediği” olduğunu yazar. Vicdani red, hele bu topraklarda belki de sızıdan sonsuza kadar kurtulmanın ve başka bir “yüz” başka bir gülüş edinebilmenin, desteklememenin en önemli yollarından biridir.