Kritik dönem ve dönemeçlerde kesişip kaynaşabilen, görece sakin evrelerde birbirleriyle mesafeli duran milliyetçiliğin iki ana damarı, milletin oluşumu-tanımı bahsinden kaynaklanan farklı bakış açılarına rağmen, milletin “kaderde, tasa ve kıvançta ortak” olmasının, bu hissiyatın, onun en hayatî özelliği, değeri olduğu noktasında birleşirler.
Gerçi, milleti “ezelden beri” varolan, dolayısıyla da etnik-ırki özellikleri bazında tanımlamayı esas alan -soy- milliyetçilik ile, milleti modernleşme/kapitalizm bağlamında, bu süreçlerin veya bu sürece girme zorlamaları çerçevesinde son yüzyılların bir olgusu olarak tanımlayan, bu nedenle de onu tebaa olmaktan kurtulup, egemenliğin kendine ait bir hak olduğu bilincine, kendi kendini yönetme düzey ve olgunluğuna eriştiren cumhuriyetçi değer ve ilkeler bazında tarife ağırlık veren “ulusçu” yaklaşım, bu hissiyatın, içerik, kapsam ve edinim koşulları/araçları bahsinde epeyce farklılaşabilirler ama birbirlerinden beslenmeyi de ihmal etmezler.
O nedenle de eğer bir ülkede veya hatta dünya ölçeğinde milliyetçi-ulusçu akımların güçlendiğinden, “yükseliş”inden bahsedilecekse, bunun her şeyden önce o “... tasada, kıvançta ortak”lık duygusunu ilgili toplumda güçlendiren, gideren daha geniş kesimlere de şamil kılan mahiyette bir “yükseliş” olması -da- şarttır. Nitekim, son iki üç yüzyılın dünya ölçeğindeki görece farklı milli devlet-millet teşekkülü süreçlerine eşlik eden milliyetçi-ulusçu akımların bu ilk doğuş yükseliş safhalarının hemen hepsinde bunu görebiliriz. -Tasarlanan- milleti oluşturan/oluşturacak olan tüm toplukları kapsayan, onların kendi içlerindeki ve aralarındaki sosyo ekonomik, kültürel ayrımları, karşıtlıkları fazla önemli saymayan, buna mukabil en detay ortaklıkları bile “tasa, kıvanç ve kaderde birlik” duygusunun dayanağı mertebesince yücelten bir dil ve tutumdur bu. Bu amaçla mümkün en geniş kesimi kucaklayan, büyük ölçüde mitik bir tarih anlatısı, “bilinci” ve yine en geniş kesimlerce benimsenecek “kahraman”lar ve sembollerle örülerek kurgulanmış biçimde devreye sokulur. Böylece oluşturulmasına çalışılan “.. tasada, kıvançta ortaklık” duygusu, bizzat yaratabildiği coşkunun yanısıra, asıl olarak, toplum/millet içi farklılık ve karşıtlıklardan türeyen gerilimlerin enerjisini “dışa dönük” “pratik”lere dönüştürme kanallarını da açar. Cumhuriyetçi ulusçuluk, bu enerjiyi “egemenliğin, kendi kendini yönetme hakkının millete ait olduğu”na dair temel ilke ve değeri reddeden ve bu nedenle de “millet-dışı” sayıları pre-modern -arkaik- egemen kastlara yöneltmeye ağırlık verirken; soy milliyetçilik ise genellikle komşu-rakip milli devlet/milletlere yöneltmenin peşinde olur. Ancak pre-modern egemen zümrelerin kapitalizm/modernleşmeye uyarlanabilir olmaları ve asıl olarak da kapitalizmin çıkar algısını sürekli genişleten ve keskinleştiren mantığı, ulusçu-milliyetçi akımları birbirine yaklaştırır, o bahsedilen ortaklık duygusunu ortak -milli- çıkar’a tercüme etme konusunda aynı noktaya getirir. Böylece ikisi birlikte millet içi gerilimlerin enerjisini komşu/rakip/düşman milletlere yöneltmeye koyulurlar. Bu nedenle de “Batı”da 20. yüzyılın ortalarına, Batı dışı toplumlarda daha ileri tarihlere sarkan milli devlet-millet ve milliyetçilik akımlarının doğuş yükseliş safhası, bir milletler arası savaş tarihidir.
Oysa, 1980 sonrası dönemde, giderek tüm ülke-toplumlarda kendini gösteren ve bu nedenle de dünya ölçeğinde bir olgu olarak milliyetçiliğin yeniden yükselişi diye adlandırılan durum, o ilk doğuş-yükseliş safhasından öncelikle gayet dikkate değer bir özelliği ile farklıdır. Bu yeni “yükseliş”i körükleyen gerilim, çok büyük ölçüde “dış”a, rakip/komşu milletlere değil, tam tersine milletin içine, onu oluşturan unsurlar tarafından birbirlerine yöneliktir. Milli devletin sınırları içindeki toplumun sosyo ekonomik piramidini genellikle dikey veya verevine kesen etnik, dinî/mezhebi ya da yaşam tarzı ayrımlarının, bunlara dayalı cemaat oluşum ve ilişkilerini birbirlerini ötekileştirerek aktifleşmesinden, bu ayrımların giderek başat faktör haline gelmesinden kaynaklanan bir gerilimdir bu. Vaktiyle o ayrım çizgilerini silikleştirmek, bölgesel, etnik, dinî/mezhebi aidiyet duygularını aynı millete ait olma duygusu içinde eritmek, o toplulukların mümkünse tamamını milletin sosyo ekonomik piramidi içinde kaynaştırmayı gözeten resmî -egemen- milliyetçiliğin, kimi topluluklarca fiilen reddi ve kendilerine ait bir milliyetçilikle hem de kendilerine benzer oluşumlarla çatışmaya hazır hale gelmeleri durumunun ifadesidir. Milli devlet sınırları dahilindeki tüm toplumu milleti sayma iddiasından kağıt üzerinde hâlâ vazgeçmeyen resmî milliyetçilik, kendisine en azından mesafe koyan bu mikro milliyetçilikler karşısında “kaderde, tasa ve kıvançta ortaklık” duygusunu yeniden canlandırma teşebbüsleri boşa çıktıkça hem sertleşmekte hem de fiilen toplumun tamamının değil çoğunluğun soy milliyetçiliği olma noktasına doğru gerilemektedir. Bu gerileyiş ölçüsünde öfke ve saldırganlık dozu da artmaktadır.
Öte yandan mikro milliyetçiliğin tam tersine bir gelişme de sözkonusudur. 1980 sonrasının neo-liberal-global ekonomik koşullarının gerektirdiği niteliklere ortalamanın üzerinde sahip olduğuna güvenen, dolayısıyla da çıkarlarını, geleceğini -kaderini- “milli ekonomi” çerçevesinde aramak zorunda olmayan servet, sermaye veya formasyon sahibi kesimler, milli devleti sadece bir zaptiye gücü olarak kaale alan, milliyetçi “yükümlülük”lere pek aldırmayan bir kozmopolitizme yönelmektedir. Kendini neo-liberal globalleşmenin “kazananlar”, “sınıfı”ndan sayan bu serbest piyasa aktörleri, o piyasanın devletlerarası antlaşmalar, devletler üstü kurum ve kuruluşlarca giderek daha fazla güvence altına alınıyor olması nedeniyle hem milli devletlerinin korumasına daha az ihtiyaç duymakta hem de devletlerin “milliyetçi” saiklerle piyasa(lar)ı doğrudan ve dolaylı olarak huzursuz etmesini istememektedirler.
Oysa aynı neo-liberal globalleşmenin “kaybedenler”i veya kaybetme tehdidi altında olanları özellikle de milletlerin bu durumda olan çoğunluk milliyeti mensupları, bu durum ve gidişat karşısında, devletlerine sığınarak direnebilme umuduna sarılmaktadırlar. Bunlar, resmî milliyetçiliğin, çoğunluk milliyetle birlikte diğer milliyet/etnik-mezhebi toplulukları da kapsamaya, onları entegre etmeye çalışan yorum ve uygulamalarına set çekilmesini, çoğunluk milliyeti kollayıcı, daha da güçlü, avantajlı hale getirici politikaları uygulayacak bir devleti en fazla isteyen kesimdir. Çoğunluk milliyetinde bu, soy milliyetçiliğe açık eğilim ve talepler kitleselleştiği ölçüde, milletin diğer etnik-mezhebi bileşenlerinin de özerklik, azınlık statüsü veya bağımsızlaşma talebiyle kendi kimlik -veya milliyetçi- hareketlerine doğru çekilmelerini de güçlendirmektedir. Veya tersi olmaktadır. Ama bu etki-tepki ilişkisinin bir noktadan sonra nasıl başladığının önemi kalmamakta, karşılıklı milliyetçiliklerin, bu etki-tepki sarmalında birbirlerini besleyerek toplumsal çözülmeyi, iç çatışmalar riskini çoğalttığı bir sürece girilmektedir.
Bu durumda, milli devlet ve resmî milliyetçiliğin geleneksel milli birlik ve beraberlik söylemi de etkisini giderek yitirmektedir. Daha önceki dönemlerde toparlayıcı işlev görebilen dış düşman, dış tehdit argümanının yerini, çoğunluğun -soy- milliyetçiliğine dönüşmekte olan resmî milliyetçi ideolojide, “iç düşman” ve “hainler” argümanı almaktadır.
Türkiye, şu yukarıda özetle ve globalleşme bağlamında anlatılan -dünya ölçeğindeki- “milliyetçileşme” olgusunun en yakın ve en açık izlenebildiği “örnek ülke”lerden biridir. Kurulu milli devletlerin, yakın döneme kadar “dış düşman”lar hedef gösterilerek sağlamaya çalıştıkları ve toplumun tüm bileşenlerinden talep ettikleri “milli birlik ruhu”, tasada, kıvançta ortaklık duygusu, şimdilerde sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada ve özellikle modernleşme/kapitalizme geçiş sürecinin, milli devlet inşasının henüz “tamam”lanamadığı bir safhada, neo-liberal globalleşmenin endüstriyel-teknolojik zorunluluklarına yaslanan ekonomik koşul ve dayatmaları ile yüz yüze kalan, bunları bir “iç dinamik” olarak da yaşayan tüm ülkelerde, çoğunluk milliyetçiliğinin tespit ettiği “hain”ler ve “iç düşman”lar hedef gösterilerek oluşturulmak istenmektedir.
Ahmet İnsel’in bu sayıda yer alan yazısında “yükselen” milliyetçiliklerin panoramasını çizdiği AB’ye üye ve üye adayı ülkelerde her ne kadar bahsedilen çoğunluk -soy- milliyetçilikler bizzat AB’yi “dış düşman” kategorisine yerleştirmiş görünüyorlarsa da, burada AB düşman olarak bir milleti değil neo-liberal globalleşmenin hem kaçınılmaz hem de ürkütücü, tehditkar kural ve koşullarını simgelemekte, buna direnmenin ve hele meydan okumanın orta vadede boşuna olacağı örtük kabulüyle karşıtlık büyük ölçüde sözde bırakılıp, tepki ve öfke fiilî olarak ülke içindeki bir kesime, etnik veya mezhepsel bir azınlık gruba -iç düşmana- yöneltilmektedir. Bu “mekanizma” Avrupa dışında da şüphesiz işlemekte, ABD de “beyaz çoğunluk” Hispanik ve Afro Amerikanları ve Müslümanları, Hispanik ve Afro-Amerikan alt-orta tabakalar da Uzakdoğuluları kendi milliyetçiliklerinin “iç düşmanı” saymaktadırlar. Mısır’da Kıpti Hıristiyanlar, Hindistan, Tayland ve Filipinlerde yerli Müslümanlar Çinli koloniler, Pakistan’da yerli Şiiler, Japonya’da Kore kökenliler çoğunlukların hedef tahtasındadırlar.
Bir etki-tepki ilişkisi içinde, ulus-devlet sınırları içindeki toplumun (milletin) yakın zamanlara kadar sağlanmış gibi görünen milli birliğini “çözen”, o zamana kadar varolan ama pek dile getirilmemiş rahatsızlıkların tortusunu da dışa vurarak, yüzeydeki biraradalık görüntüsünü çatlatan, tarafların temsil gücüyle orantılı olarak ülke veya bölge ölçeğinde her an çatışmaya dönüşebilecek bir saflaşmaya dahi yol açan bu milliyetçileşme -cemaatleşme, “kimlik hareketleri”- dalgası, özellikle çoğunluk milliyetçiliği tarafından, mevcut hukuk devleti ve demokratik halklar düzeninin sorgulanmasına, en azından revize edilmesi talebine kadar götürülmektedir. Evrensel hukuk ilkelerinin, bunlara az çok uygun yasaların, demokratik hak ve özgürlüklerin, çoğunluk milliyetçiliği tarafından “iç düşman-hain” sayılan kesimlere sağladığı güvenceleri birer virüs veya “düşman mevzii” gibi algılayan anlayış, o hak ve özgürlüklerin lağvını açıkça talep etmese de ciddi kısıtlamalar getirilmesini istemekte; veya özellikle Türkiye’de görüldüğü üzre, kimi kamu görevlilerinin de işbirliği ile aynı hak ve özgürlükleri kullanmayı bir cezalandırma, sindirme tecrit ve hatta linç aracına döndürmekten çekinmemektedir.
İlk -doğuş- yükseliş döneminde çoğunluk milliyetin etrafında, diğerlerini de ona kaynaştırma amaçlı milliyetçilik, bunu sağlamak için zorlayıcı yasa ve önlemleri de kullanmakla birlikte; “tasa ve kıvançta ortaklık” duygusunu “milli birlik ruhu”nu oluşturup geliştirecek kampanyalar, slogan ve semboller ile patetik bir dili devreye sokmaktaydı. Oysa günümüzdeki “yükseliş” açıkça düşmanlaştırmaya ramak kalmış, gözdağı ifadeleriyle yüklü empatiden neredeyse tamamen arındırılmış bir dille, “ya sev ya terk et” gibi sloganlarla ve kuvvet gösterileri ile kendini göstermektedir.
Bu karşıya alıcı, empati yoksunu dil ve tutum sadece çoğunluğun soy ulusçu/milliyetçi sözcülerine özgü değildir. Geçtiğimiz ay, DYP genel başkanı Mehmet Ağar’ın “Kürt Sorunu”na ilişkin cesur ve dikkate değer yaklaşım ve önerilerine muhalefetini açıkça beyan etme ihtiyacı duyan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın bu arada “Cumartesi Anneleri”nden bahsederken kullandığı üslup, empati sınırının çoktan geçilip edep sınırlarının zorlanma noktasına gelindiğinin, en yüksek ve sorumluluk sahibi kamu görevlileri düzeyindeki kanıtı olarak görülebilir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki; günümüzde milliyetçilik, her ne kadar doğuş-yükseliş dönemindekinden çok daha yaygın olarak kitlelerin düşünüşüne nüfuz etmiş siyasal dil ve tutumlarda daha fazla bir görünürlük kazanmış halde ise de; o dönemindeki “birleştiricilik, toparlayıcılık” vasfı ile kıyaslanamaz biçimde bir çözülmenin, sağlanabilmiş birlikteliklerin ayrışmaya dönüşmesinin ifadesi veya körükleyicisi olma vasfı ve işleviyle öne çıkmaktadır. Dolayısıyla bu içerik ve işleviyle bir “yükselişten ziyade, çöküş öncesinde sıkça rastlanılan “kabarma”nın ifadesi olarak görülmelidir.
Ancak, sözkonusu olan, sadece, herhangi bir ideoloji olarak milliyetçiliğin tam çöküşünün bir önceki safhası değildir. Bu, aynı zamanda modern toplumların teşekkülünde kilit, kurucu, kavram olarak işlev görmüş, millet kavramının da bir içerik çöküntüsüne, çözülüşe uğradığının da ifadesidir.
Milliyetçilik, birinci endüstriyel devrimin, kapitalizmin, Aydınlanma felsefesinin, seküler zihniyetin birlikte ve birbirlerini besleyerek oluşturdukları mecrada bütün bu dinamiklerin -kestirilebilir bir gelecek içinde- optimal biçimde işleyebileceği bir ilişkiler çerçevesi ve aidiyet formu olarak kurgulanan “millet”in varlık, anlam ve amacını “doğallaştıran” meşrulaştıran ideoloji idi. Milliyetçiliğin çöküş öncesi kabarışını anlatırken, buna ilişkin olgulara tekabül eden millet “bünyesi”ndeki sosyo ekonomik çözülüşlere, aidiyet duygu ve yükümlülüklerinin önlenemez zayıflayışına da değinmemiz, millet, milliyetçilik ve milli devlet formatının hem içiçe oluşlarından, hem de aynı faktörlerden eş derecede etkileniyor, belirleniyor oluşlarından dolayıdır. O nedenle bunlardan birisi hakkındaki yargı, diğerleri için de geçerlidir.
Dolayısıyla, tümüne de şamil olan bu çöküş öncesi kabarış safhası öyle görünmektedir ki kısa sürede sona ermeyecektir. Belki onyıllar alacak bu gayet sancılı, milletlerin sosyo-ekonomik piramitlerini özellikle alt-orta katmanlarını “terörize” ederek yaşanacak sürece ilk adımlarımızı atmışken; hem mümkün trajedilerin en azından vehametini azaltmak, hem o mevcut “millet”in yerine geçecek yeni toplum-insanlık durumu, aidiyet formları ve zihniyetini oluşturabilecek imkanları şimdiden harekete geçirebilmek için, düşünmek ve tartışmak zorundayız.
Bu zorunluluk, kendini herhangi bir milliyetçiliğe angaje kılan, bununla yetinebilen, bunun ancak “gerçekçi” olacağına inanmış olanlar tarafından duyulmayabilir. Ancak insanî varoluşunu millet çerçevesi ile sınırla(ya)mayan, milliyetçiliğin kısıtlayıcılığı, insanlık ideali ve değerleriyle zıtlaşabilme özelliğine karşı en azından “mesafeli” durabilen herkes özellikle de bu işaret edilen “hassasiyet”leri başatlaştırması halinde “sosyalist” sıfatını taşımayı hak etmiş olacaklar için bu zorunluluk hem olağanüstü hayatî hem de artık güncel bir ihtiyaç mertebesindedir.
Bu, hayatî değerdeki düşünme ve tartışma zeminini oluşturmak için bir ilk adım olarak, aidiyetin, belirli bir coğrafyada -kültürel çerçeve de diyebiliriz- ikamet etmekle temellenen, milli devlet hudutları ile -büyük ölçüde- sınırlanan, onun zorunlu yükümlülükleri ile sınırlandırılan bir bağ -daha doğrusu tüm ilişkilerden süzülmüş bir ilişki- olarak algılanmasının çağımızın sunduğu ve gelecekte daha da çoğalıp yoğunlaşabilecek imkânlar ufkunda başka türlü tesis edilip edilemeyeceğini konuşabiliriz. Bu bizi belirli bir coğrafya ile tanımlanması gerekmeyen, tüm coğrafyalara şamil, “sınır tanımayan” birliktelik, aidiyet formları tasarlamaya götürecektir. Doğuşla, çevresel etkiyle, kendiliğinden sahip olunan özellikler temelinde değil, edinilmiş, düşünülerek seçilmiş bir hayat-varoluş tarzının özellikleri, davranışlara sindirilmiş insanlık ideali ve değerleri temelinde “bir arada” olduklarına inanan bu biraradalığın her tür yükümlülük ve sorumluluklarını üstlenmeye hazır, dünyanın dört bir yanındaki insanların, o yükümlülüklerini fiilen yerine getirebilme araç ve kurumlarını da oluşturma amacıyla, milliyetçilikler karşısında bir “millet gibi durabilmelerinin ilk “mevzilenişi” olabilir. Böylesi bir birlikteliğe aidiyetin, bir milli devletin uyruğu olmakla eşdeğer bir “statü” edinmesinin, bu hakkı kazanmasının yolları, “yaptırım” hukuku ve araçları tasarlanabilir
Milliyetçiliklerin mengenesinde sıkışma ihtimalinin bu denli büyüdüğü ve ufkumuzu kararttığı şu safhada, bu ve benzeri “eskiz”lerin içini fikren ve fiilen doldurmak hayal kurmak değil, bunlar olmaksızın aydınlanmayacak olan kendimizin ve insanlığın geleceğini kurtarma girişimlerinin tohumunu atmaktır.
ÖMER LAÇİNER