Kürt Sorununda Sınırlar Silinirken

Bu sayı okura ulaştığında Kuzey Irak’a karşı askerî harekât başlamış bile olabilir. Ancak bu harekât, sırf birkaç günlük-haftalık ve sadece PKK kamplarına karşı bir “temizlik”-misilleme operasyonu ile sınırlı olsa dahi; bundan önce defalarca yapılmış o sınır-ötesi harekâtların bir benzeri, devamı olmayacaktır.

O operasyonlar, TC’nin “Kürt sorunu”nu Misak-ı Milli sınırları içinde bir sorun olarak ele aldığı 2003 öncesi dönemi mantığına aitti. Oysa Irak’ın işgali, fiilen parçalanması ve Kuzey Irak’ta -şimdilik özerk- bir Kürt yönetiminin şekilleniyor olmasından beri; artık “Kürt sorunu” Misak-ı Milli sınırları içinde ele alınabilir bir sorun olmaktan çıkmış; başta Kuzey Irak olmak üzre Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı tüm bölgeleri içine alan bir perspektifte düşünülmesini, çözüm tasarımları ve tutumların böylece belirlenmesini zorunlu kılan bir bağlama oturmuştur. Belirtmek gereksizdir ki bu durum, TC için olduğu kadar, Ön Asya’nın tüm ulus-devletleri için derece derece geçerlidir.

Bunun anlamı şudur: Artık “Kürt sorunu”na Türkiye dahilinde “demokratik” veya “askerî” çözüm arama devri geride kalmıştır. Kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın, fiilî olarak belirli bir etnisitenin -Türkiye’de (laik) Sünni/Türklerin- hâkim ve imtiyazlı oluşu üzerine kurulu ve bu “temel”i korumaya kararlı olmayı esas alan ulus-devlet yapıları içinde Kürtlüğü bir entite olarak tanımaya meyilli “demokratik”, bunu red üzerine kurulu “askerî” yaklaşımlar, artık çözüm önerilerini tüm bölge çerçevesinde düşünmek, araç ve yöntemlerini de buna göre tespit etmek zorundadırlar. Yani, bölge ulus-devletlerinin hâkim milliyetçilikleri, ulus-devletlerin milliyetçi politikaları, Kürt sorununa ilişkin demokratik çözüm önerilerini de “askerî” tutumlarını da birbirleriyle anlaşarak, koordinasyonla uygulamaya mecburdurlar. Şüphesiz “askerî” çözüm için bir Kürt partner/muhataba ihtiyaçları yoktur. Ama; bunun dışında bir yol tutturulması halinde, herbiri kendi ülkesinde bir muhatap bulsa, kabul etse de; şu aşamada Kuzey Irak Kürt yönetimi ile de mutlaka ilişki kurmak, onu dikkate almak zorundadır. Askerî çözüm mantığı açısından da bu zorunluluk hedef tahtasına “kendi Kürtleri”nin yanı sıra ve giderek daha da belirtik olarak Kuzey Irak Kürt yönetimini koymak biçiminde kendini gösterecektir.

Nitekim, hatırlanacak olursa; daha 2007 Nisan’ında PKK henüz mayın döşeme, sabotaj eylemlerinin ötesinde pek bir faaliyet göstermiyorken ve Türkiye siyaseti Cumhurbaşkanı seçimine kilitlenmişken; kendisinden bilhassa bu seçim konusunda tavır-konuşma beklenen, Genelkurmay Başkanı o konuda malum-u ilan kabilinden bir beyanla yetinip, gayet önemle takip edilen demecinde, ağırlıklı olarak Kuzey Irak’a “yapılması zorunlu” bir operasyon üzerinde durmuştu. Genelkurmay Başkanı o konuşmasında ısrarla siyasî karar/irade’nin gerekliliğinden bahsetmişti. Bu vurgu, onun kasdettiği siyasal kararın daha önce defalarca yapılmış sınır-ötesi harekâtlardakine benzer rutin bir hükümet kararı gibi bir şey olmadığını, siyasal irade derken de şimdiye kadar ki “Misak-i Millî ile sınırlanmış iradeden daha başka bir şeyi ima ettiğinin” işareti idi. Şüphesiz o konjonktürde bu sözler aktüel sorunla ilişkili yorumlandı asıl olarak. AKP’nin kendi içinden bir cumhurbaşkanı seçmesini laiklik üzerinden bir gerilim yoğunlaştırılması ile önleyemeyeceğini kestirerek, konunun -harekâta izin vermeyecek bir AKP üzerinden- gayet hassas bir milli dava-endişe ile irtibatlandırılarak, böylece AKP’nin “milliliği”ni şüpheli göstererek sonuç almayı uman bir geleneksel -“Cumhuriyetçi”- elit manevrası olarak değerlendirildi. İşin bu yanı şüphesiz vardı ve Kuzey Irak’a askerî harekât-tezkere ısrarının o konjonktürde bu işlevi daha önemseniyor olabilirdi. Ama, Kürt sorunu’na “askerî çözüm odaklı” bakışın “doğal” merkezi olan Genelkurmay’ın, Kuzey Irak’ta bir Kürt otonomisinin yerleşiklik kazanmasına engel olunmadığı takdirde, arzu ettiği sonucu almasının, istediği durumu yaratmasının imkânsız olduğu yargısına çok daha önceden varmış olduğunu da bilmek gerekir. Nitekim, merkezî yönetimin otoritesine tabiyeti kağıt üzerinde, formaliteden ibaret kalmış bir otonom Kürt yönetiminin Türk devleti açısından bir casus belli -savaş nedeni- sayılacağı daha önce defalarca belirtilmişti.

“Askerî çözüm” mantığı açısından başka türlü bir yargıya varılamazdı çünkü. Ve burada bir noktanın mutlaka altının çizilmesi gerekiyor. “Askerî çözüm” derken kasdedilen sadece askerî-cezaî tedbirlerle sorunun bastırılması değildir. Az önce de işaret edildiği üzre “millî devlet”in oluş(turuluş) felsefesi, açık veya zımnî ama mutlaka yurttaşlarının belirli bir -çoğunluk- kesiminin şu veya bu derece/ölçekte imtiyazlı sayılmaları ve -bu imtiyazların bilinci, doğal addedilmesi ile- kendilerini hâkim ve “devletin sahibi” kabul etmeleri varsayımı üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla o imtiyazları ilgilendiren eşitlemeye yönelik her talep, millî devletin çekirdek kurumları ve hâkim milliyetçilik açısından “millî birliğe yönelik tehdit” olarak algılanır. Söz konusu talebin silahlı mücadele, şiddet ve terör yöntemleriyle ifade edilmesinden, gerçekleştirilmeye çalışılmasından bağımsız olarak böyledir bu. Şüphesiz talep sahiplerinin şiddete, silaha başvurması “tehdit” iddiasının asıl gerekçesine değinilmeksizin ileri sürülmesini fazlasıyla kolaylaştırır. Ve üstelik bunu “parçalanma bölünme” gibi ürkütücü terimlerin eşliğinde popüler milliyetçiliğin beslenmesine uygun hale de getirir.

Bu bakımdan “askerî çözüm” mantığının ortada silahlı bir kalkışma olduğunda devreye girdiği düşünülmemelidir. İmkân eşitliğini elbette değil, ama hak, hukuk eşitliğini içselleştirmiş olması gereken bir burjuva demokrasisi ile takviye edilmemiş, sadece şeklen demokratik bir millî devlet -ki TC böyledir- “hâkim unsur”unun imtiyazlarını tartışmaya açan her talebi millete, millî birliğe tehdit olarak algılamaya ve refleks olarak bunu bastırmaya -yani “askerî çözüm”e- koşulludur. Eklemek gerekir ki; sözünü ettiğimiz imtiyazın mutlaka ek bir hak-imkân olması gerekmez; “hâkim”liğin, “sahip”liğin duyumsanması için toplumun diğer bileşenlerinin her birinin belirli bir hak-imkân yoksunluğuna, yasağına tabi olması da yeter. Hâkim (unsur) milliyetçiliğin “gurur”u, diğerlerine imtiyazlarını sorgulatmamaktan beslendiği gibi, onların tabi oldukları yoksunluk ve yasaklara itiraz edememelerinden de beslenir.

Dolayısıyla Kürt olmanın herhangi bir hak imkân yokluğu, kısıtlılığı olmak şöyle dursun bir imtiyazlılık bile olabildiği
-olduğu- bir Kuzey Irak otonomisi, Türkiye devleti için hiçbir askerî tehdit oluşturmasa dahi “askerî çözüm”ün konusu, hedefi sayılmak zorundadır. Kuzey Irak’taki bir Kürt otonomisinin askerî harekat hedefi sayılabilmesi için, PKK’nın orada üslenmiş olması, “Misak-ı Milli” sınırları içinde yaptığı bir saldırı eyleminden sonra oraya sığınıyor olması gibi bir gerekçeye dahi ihtiyaç yoktur aslında. Şimdi bu gerekçenin de fazlasıyla var oluşu “askerî çözüm” için elbette bir fırsattır.

“Laik” bir ulus-devlet milliyetçisi olarak Genelkurmay Başkanı’nın AKP’li bir cumhurbaşkanının seçilmesi bağlamında ve bunu gayet “sakıncalı” bulduğunu ifade etme babında, Kuzey Irak’a askerî harekât bahsini açması bu açıdan ele alınmalıdır. Genelkurmay Başkanı’nın, bu sözleri dinle harmanlanmış bir milliyetçiliğin -ki AKP’nin bunu temsil ettiği söylenebilir- hâkim çoğunluk etnisitenin imtiyazlarına “dinsel kardeşlik” adına “hassasiyet göstermeyebileceği ihtimalini” dillendirmiş oluyordu. AKP’li bir cumhurbaşkanına “laiklik” adına pek tepki duymayabilecek olan, ama etnik imtiyazlarına pek “hassas” kesimleri teyakkuza davet eden sözlerdi bunlar.

22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin Güneydoğu illerinde gerçekleştirmiş olduğu dikkate değer oy artışı, metropol kentlerdeki -Sünni- Kürt nüfusun büyük kısmının da bu partiye oy vermesi, AKP’li cumhurbaşkanı ve hükümetin Kürtlerin çoğunluğu tarafından da aynı şekilde değerlendirildiğinin kanıtıdır. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla çıktığı ilk yurtiçi gezisini Güneydoğu illerine yapması, onun ve partisinin de bunun farkında olduğunu gösterdiği gibi; bu ziyaret esnasında gördüğü sıcak ilgi de 22 Temmuz kanıtının bir kez daha doğrulanması olmaktadır.

Güçlü bir laik Kürt milliyetçi damara sahip, giderek daha fazla bu damardan beslenen bir PKK’nın da aynı tespiti yapmış olduğunu kuvvetle varsaymalıyız.

Fakat, daha sonraki olayların da bir kez daha doğruladığı üzre, şunu bilhassa belirtmek gerekir ki; dinlerin empoze etmeye çalıştığı “din kardeşliği” duygusu, “ilkesi”, milliyetçilik, millî-etnik aidiyet güdüsü cepheden karşıya alınmadığı sürece, yani din içinde millî-etnik aidiyet unsuruna yer verdiği takdirde kritik eşiklerde milliyetçilik karşısında gerilemeye, hatta ona tabi olmaya mahkûmdur. Kuzey Irak’ta Barzani ailesinin dinsel kökenli otoritesinin ağırlıkla şekillendirdiği Kürt milliyetçiliğinin laik PKK milliyetçiliği karşısında gösterdiği zaaf, AKP’nin Türk ulusalcı-milliyetçi hamleler, kabarmalar karşısında sadece kamış gibi eğilmekle kalmayıp çoğu kez kendini rüzgara kaptırması ve rüzgarın yavaşlamasından medet umar bir tutumdan başkasını gösterememesi ile aynı kategoriye sokulabilir.

Devam edelim. Ayrıntılara takılmamak kaydıyla; AKP’nin ve Barzani yönetiminin milliyetçiliklerinin aynı türden olduğunu, İslami/muhafazakâr boyutlarının ortaklığını ve belki bunlardan da önemli olarak her ikisinin de “ekonomik gelişme”ye öncelik verdiklerini ve bunu iç ve ortak sorunları için temel addettiklerini varsayabiliriz. Bu varsayım, AKP hükümeti ile Kuzey Irak Kürt otonom yönetimi arasında bir uzlaşma zemini ihtimalini -en azından- düşündürebiliyor iken; ve her ikisinin de böylesi bir zeminin soy milliyetçiliklerin provokasyonlarına hedef olacağını bilmeleri, buna göre tedbirli olmaları gerekir iken; Eylül ayından beri Türkiye-Kuzey Irak ilişkilerini gerginleştiren gelişmeleri önleyememeleri, yukarda belirtilen zaafla da ilişkilidir.

Kaldı ki; AKP etkili önlem almadığı, soy milliyetçiliklerin birbirini besleyecek provokasyonlarına karşı sistematik bir uyarıyla en azından Türkiye’de kamuoyunu hazırlamadığı gibi; PKK’nın birdenbire yoğunlaşan saldırılarının sorumluluğunu Kuzey Irak yönetimine yüklemeye çok önceden kararlı soy-resmî milliyetçiliğin yer yer linç ve kitlesel çatışma eşiğine kadar vardırılan organize tepki gösterileri karşısında bu tepkinin dil ve mantığına teslim olma noktasına kadar gerileyebilmiştir.

Kuzey Irak yönetiminin, aralarındaki ciddi sosyo-politik farklılık ve çatışmaları dikkate almasak bile Barzani ve Talabani liderliğindeki partilerin, şüphesiz orta-uzun vadede bağımsız bir Kürt devleti amaçlıyor olsalar dahi; en azından şu aşamada Kürt otonomisini Türkiye gibi bir devletle karşı karşıya, hele bir savaş durumuna sokacak girişimlerde bulunmayacağını, en basit bir siyasal muhakeme bile teslim eder. Kaldı ki; Türkiye’de soy-resmî milliyetçiliğin iddiasına göre, ardındaki ABD desteğine güvenen, hatta bu yüzden “şımaran” küstahlaşan Kürt otonomisi; eğer bu iddia doğru olsaydı ABD’nin İran’a karşı açtığı seferberliğe şevkle katılır, İran’daki Kürt nüfusu ABD’nin İran planlarına dahil etmek için çaba gösterirdi. Oysa bundan özenle kaçındığı, gerek Barzani ve gerekse Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin İran-ABD çatışmasına taraf olmayacakları konusunda İran yönetimini inandırmaya çalıştığı da biliniyor. ABD’nin İran Kürtlerinin başlıca yerleşik partilerinden de İran’ı istikrarsızlaştırma planları bağlamında fazla destek bulamadığı ve sadece PKK’nın İran uzantısı ile ilişki kurabildiği de bilinenler arasında.

Dolayısıyla “Kürt coğrafyası”na kuşbakışı bakıldığında, derin tarihsel kökleri de olan sosyo-kültürel farklılıkların yanısıra, yer yer bunlarla da örtüşen birçok ve çatışma/rekabet halinde siyasal ayrılıklar, amaç tasarım, yöntem ihtilafları görülür; millet addedilen tüm topluluklarda olduğu gibi.

Ancak milliyetçilik, nasıl son analizde kendi milleti içindeki ayrımların meşruiyetini tanımaz bir mantık üzerine kurulu ise; aynı şekilde “öteki”/düşmanlaştırdıkları içindeki gözle görülür ayrımları bile görmezden gelmeye, dahası bunu kendisini yanıltmaya, şaşırtmaya ve gevşetmeye matuf bir gösterinin hattâ planın, komplonun gereği gibi görmeye, eğilimlidir. Eylül ayından beri Türkiye’de soy-resmî milliyetçiliği kabartmaya koşullu veya buna “yatırım yapmış” -CHP, İP gibi- çevre ve odaklar, kalabalıkları Kuzey Irak Kürt otonomisi odaklı bir düşman/ötekine -fiilen tüm Kürtler- karşı ajite ederlerken; bu eğilimin mecrasında PKK’yı, Barzani ve Talabani partilerini, DTP’yi, aynı bütünün işbölümü yapmış parçaları, bileşenleri olarak gösteren bir dille konuşuyorlar.* Elbette PKK’nın yoğun kanlı saldırıları, sinsi mayınları, tuzakları gibi bir fırsat ortadayken, hava böylece puslandırılmışken -ve buna herhalde (idarî ve mülkî erkanı teyakkuzda tutmak için lojmanlar civarında bomba patlatan) General Altay Tokat gibileri de katkıda bulunmuş olmalıdır- “öteki”leştirilenler safına, tüm milliyetçi hezeyan karşıtlarını eklemek, “hedef’e dahil etmek de ihmal edilmemiştir.

Gelinen noktayı, “olayların, olguların mantığı” ile açıklamaya çalışmak gereksiz. Çünkü insanî-toplumsal süreçlerde olayların kendisinden menkul bir mantıktan bahsedilemez. Söz konusu olan, sözü edilmesi gereken, olaylara, olay örgülerine, onların aktörlerinin yüklediği anlam ve muhatapların bunları algılayışlarıdır. Mantık silsilesi bu anlam ve algılayışlar için geçerlidir. Dolayısıyla aktörlerin ve olaya “maruz” kalanların düşünüş tarzlarıdır önemli olan.

Şu son yıllarda, Türkiye toplumunun çok büyük bir kısmı, “iç” ve “dış” sorunlarının hemen tamamını içinde yaşadığımız ulus-devlet yapısının şu veya bu özelliği ile esastan ilgili sorunlar olarak algılanmasını empoze eden bir atmosferi neredeyse içselleştirdi. O sorunların tanımı ve çözümü, ulus-devletin şu veya bu özelliğini, yönünü ister koruma ister “düzeltme” mahiyetinde olsun yine de ulus-devletin genel çerçevesi içinde düşünülmüş şeylerdir ve bundan dolayı da ulus-devletin beslendiği milliyetçi ideolojinin hemen her zerresine şu veya bu oranda nüfuz etttiği bir zihniyet dünyasının ürünü, tezahürleridirler.

Bu yazıda, ulus-devletin oluşum-oluşturuluş mantığı kendi iç tutarlılığı ile izlendiğinde Kürt sorunu gibi “kimlik” hareketlerinin, yarattığı sorunun ancak “askerî çözüm” -yani ille de silahlı olmayan bastırma yöntemlerinin- konusu olabileceğini ima etmeye çalıştık. Ulus-devlet “refleksi” ve bunun ideolojisi olan milliyetçilik bunu gerektirir. Söz konusu refleksi ehlileştirmeye, dizginlemeye matuf bir -burjuva- demokrat ulus-devlet, şüphesiz o tür sorunlara “demokratik çözüm” biçimleri de sunabilir. Ama “refleks”in yok olmasını gerektirmez bu. Sadece örter.

Çünkü baştan da belirttiğimiz üzre her ne kadar ulus-devlet formatı, kapsadığı toplumun bileşenleri olan, -doğal, tarihsel kültürel kökleri olan- etnik/dinsel mezhebî toplulukları tek bir ulusal kimlik içinde birleştirmeyi, asimile etmeyi öngörür ve iddia ederse de; fiilen belirli -genellikle çoğunluk topluluğun- hâkim ve imtiyazlı oluşu üzerine kurumlaştığı, işlediği için; içinde yaşanan ekonomik toplumsal... sorunların bu egemenlik ve imtiyazlılık bağlamında algılanmasına, tanım ve anlamlandırılmasına daima açıktır. Demokratik bir ulus-devletin bunu bir noktaya kadar önleyebildiği, bundan doğan gerilimi şiddet dışı çözüm/boşaltım kanallarına yönlendirebildiği inkâr edilemez ise de; hem ulusal kimlik ideolojisi olarak milliyetçiliğin iç ve dış “öteki”lerin varlığında işleyen mantığı o gerilimi canlı tutar ve üretir hem de ulus-devletlerin üzerinde kurulduğu kapitalist -piyasa- ekonomilerinin giderek daha fazla ürettiği eşitsizlikler ve tutunamama endişeleri, ya imtiyazlarını kaybetme endişesiyle ya da imtiyazlara tepkiyle, sorunların etnik-millî kimlik sorunları olarak algılanmasına ardına kadar açar kapıları. Özetle, hangi türden olursa olsun milliyetçiliği olumlayan bir zihniyet dünyası veri sayıldığında ve bu zihniyeti resmileştiren ulus-devlet yapıları içinde/arasında sorunların kimlik sorunlarına tahvili, tercümesi asla önlenemeyeceği, dolayısıyla çözümlenemeyeceği gibi, o zihniyet ve formatın kendisi bunları yenileyerek üretmeye koşulludur.

Kürt sorunu, şimdiye kadar, herbiri bunu kendi “iç” meselesi olacak bir biçimde tanımlayan bölge ulus-devletlerinin kendi misak-ı milli sınırları içinde, genellikle “askerî çözüm”e/ bastırma yöntemine konu olan bir sorun olageldi. Bütün bu dönem boyunca Kürtler -Şiiliğin de katkısıyla- imparatorluk mirasını kısmen koruyan İran’da ve etnik dinî çeşitliliğin yerleştiği Suriye’de daha az olmak üzere, bölgede en yoğun olarak yaşadıkları iki ulus-devlete karşı, birbirlerinden kopuk olarak defalarca özerklik veya bağımsızlık adına isyan ettiler. Türkiye’nin asimilasyonla bastırma karışımı, Irak’ın tecrit, göçertme ve şiddet üçgeninde oynayan devlet politikalarına güç yetiremeyerek bugünlere geldiler. ABD’nin Irak’ı sadece petrol için değil, Mağrip’ten Orta Asya’ya tüm “İslam coğrafyası”nda statükoyu kendi lehine yeniden tesis amacının bir adımı olarak işgali ve Irak’ta Kürt özerk yönetiminin bu sayede kurulmuş ve gelişiyor oluşu, şüphesiz bu süreçte bir dönüm noktası oldu. Resmen değilse bile fiilen ABD’nin garantörlüğünde bir Kürt otonomisinin varlığında, hem Kürtler arasında orta vadede kurulabilecek bir Kürt ulus-devleti hayalinin güçlenmesi; hem de bölge ulus-devlet elitleri ve hâkim milliyetler halkı tarafından bunun varlıklarına yönelik bir tehdit olarak algılanması kaçınılmazdır.

Burada bir noktaya daha işaret etmek gerekir: Kürtler arasında bileşik, bağımsız, bir devlet hayali/idealinin güçlenmesi, bunu bölgenin Kürt siyasal hareketleri içinde ilk kez etraflıca formüle eden ve uygulama yönünde fiilî adımlar atan PKK’nın lehine işleyecek bir faktördür. Türkiye’deki bilinen etkinliği, Suriye, İran ve Irak Kürtleri arasındaki örgütlü desteği ve diaspora Kürtleri içindeki hegemonik nüfuzu ile PKK, Türkiye’deki soy-resmî şovenizmin gördüğünün veya görmek istediğinin aksine bir terör örgütünden öte bir güçtür halihazırda.

Eğer, Irak’ı işgaliyle “İslâm coğrafyası”na düzen vermeye koyulan ABD’nin, burada yeniden oluşturacağı “statüko”, -bazı gözlemcilerin de işaret ettiği üzre- Irak’taki gibi istikrarsızlığın, karmaşanın sürekli olacağı -oksomoronik- bir “kaos düzeni” olacak ise; ABD’nin PKK’yı gayet işlevsel bulacağı da söylenebilir. Şırnak ve Dağlıca saldırıları ile operasyonel niteliğini kanıtlamış bir PKK’nın, ABD tarafından gerektiğinde, örneğin onun İran’a yönelik politikalarından ciddi bir sapma gösterdiğinde Türkiye’yi hizaya getirmek için pekâlâ devreye sokulacak bir koz olarak görülmediği asla söylenemez. Aynı değerlendirmenin bölge siyasetinin başlıca aktörleri tarafından da yapılmakta olduğunu kesinlikle öne sürebiliriz.

Bu bakımdan, TC Başbakanı’nın 5 Kasım’da ABD Başkanı’yla başbaşa görüşmesinden sonraki bir tarihte, ABD’nin onayı ve koyduğu sınırlamalar dahilinde Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yapılabilecek bir askerî harekat ertesinde, Türkiye’deki PKK saldırılarının uzunca bir süre sönümleneceğini bekleyebiliriz. Şüphesiz Türkiye’de yetkililer bunu PKK’ya gayet ağır bir darbe indirilmiş olması ile açıklayacak; böylece kitlesel milliyetçi galeyanı epeyce teskin etmiş olacaklardır ama bu artık ulusal değil bölgesel bir çerçeveye oturmuş “Kürt sorunu”nun, bu vasfını tamamen yansıtacağı pek de uzak olmayan bir geleceğe kadar sürecek bir ara dönem için geçerli olacaktır.

Bu ara dönemde Türkiye, hâlâ askerî çözüm perspektifini terk etmemiş de olabilir, buna birtakım “demokratik çözüm” yamaları eklemekle de yetinebilir veya ulusal ölçekte bir demokratik çözüm paketi de ağırlık kazanabilir. Ancak baştan beri vurguladığımız gibi; bu ihtimallerden ilk ikisi sorunu kızıştırmaktan öte sonuç veremez, diğeri ise epeyce geç kalmış, kapsama alanı sorunun halihazır mekânına yetmeyen bir girişim mesabesindedir artık.

Eğer, sadece ilke olarak değil, konjonktürel olarak da ABD’nin “yeni düzen” veya kaos stratejisinin gelgit akıntılarında perişan olmak istemiyorlarsa Türkler, Kürtler ve esasen tüm bölge halkları, onları etnik, dinî, mezhebî kimliklerine büzüştüren ulus-devlet formatını aşkın, doğal değil salt insanî ve medenî değer ve niteliklere bağlılık bazında oluşturulacak büyük siyasal birliktelik perspektiflerini hayata geçirmenin yol ve imkânları üzerinde acilen düşünmek ve harekete geçmek zorundadırlar bugün. Ve bilhassa bilincine varılmalıdır ki, eğer bugün bölge halklarının hemen tümünü endişeye sevk eden ABD işgali, bölgede gayet kanlı, acımasız bir iç savaş ortamını tetiklemiş, henüz bu kaosun kıyısında duran ülkelerde benzer bir iç çatışma tehlikesini yükselten bir faktör olabilmiş ise, bunun nedeni onun “süper gücü”nden ziyade, bölge halklarının on yıllardır ulus-devletlerin ve milliyetçiliğin çeşitli türevleriyle tıka basa yüklü bir zihniyet, davranış dünyasında yaşamaya alışmış olmalarıdır. ABD planları, bu alışkanlıktan azami ölçekte yararlanarak etnik, dinî, mezhebî kimlik hareketlerinin birbirlerine dikilmiş gözleri üzerinden gayet geniş uygulama ve manevra alanları bulabilmektedir. Dolayısıyla ona bu imkânı vermemek için de söz konusu “alışkanlık” ile acilen hesaplaşılmalı, bunun terk edilmesiyle açılacak ufuklar üzerinden düşünüp davranılmalıdır.

ÖMER LAÇİNER

(*) Bu dilin özellikle K. Irak Kürt yönetimine ve liderlerine karşı son derece kaba ve hakaretamiz oluşu dikkate değer. Bu, çoğunluk milliyetçiliğinin -daha önce değindiğimiz- “gurur” ögesinin içeriğini yansıtır. İmtiyazlılığını milletin resmen yurttaş sayılanlarının diğer bileşenlerine karşı, onların da kabullenmesi istenen bir doğal/fıtri üstünlük gibi algılama ve aynı zamanda bunun dolayımı ile onları hor görme üzerine inşa etmiş olan çoğunluk milliyetçiliği; bu imtiyaz ve üstünlük duygusunun dayanağı olan “bir devlete sahip olma” kanıtının gölgelenme ihtimalini hazmedemez. Bunu “gururunu inciten” bir girişim olarak görür ve öfkelenir. Gurur kılığına büründürülmüş bu kibir, beslendiği hor görü ve aşağılama itkisini, bu girişimin temsilcilerini “aşiret başı”, “postal yalayıcı” gibi sıfatlarla anarak tatmin eder. Onları “muhatap” saymamaktaki ısrarın hiç de önemsiz olmayan bir boyutudur bu