Her Yer Bosna (Olabilir): Hangi Bosna Bizim?

Tarafsız Bölge (No Man’s Land) filminin meşhur sahnelerinden biridir. 1992-95 savaşının en kızgın günlerinde cephedeki Bosnalı asker radyoda Ruanda’daki katliamı dinler ve siperdeki arkadaşına insanların nasıl da birbirlerini katlettiklerini hayretler içinde anlatır.

Geçtiğimiz yaz, filmdeki sahneye benzer bir ironiye şahit oldum. Saraybosna’da misafir ettiğim İsrailli bir arkadaşımla Filistin sorunu ve İsrail’deki canlı bombalar hakkında konuşuyorduk. Konuşmamıza Bosnalı bir arkadaşım da şahit olmuştu. Dışarı çıktığımızda üç yıl süren kuşatmayı Saraybosna’da yaşamış olan Bosnalı arkadaşım “Nasıl öyle bir ülkede yaşayabilir insan?” deyince “Şaka mı yapıyorsun?” diye sormuştum. Bir başka arkadaşım ise geçtiğimiz Mayıs ayında Ulus’ta Anafartalar Çarşısı’nda patlayan bombadan sonra “Türkiye’de nasıl yaşıyorsunuz, korkmuyor musunuz?” diye sormuştu. İzlandalı ya da Lihtenştaynlı birileri bu soruları sorsa şaşırmazdım, ama Bosna’daki savaşı bizzat yaşamış insanlardan bu soruları duymak ilginçti.

Bosna’da bir atasözü vardır: “komşunun bahçesi her zaman daha yeşildir”. Bizdeki karşılığı; “komşunun tavuğu kaz görünür”. Nasıl ki, Batı ülkelerindeki sosyal refah sistemi, yüksek işsizlik oranlarına, toplumsal yozlaşmaya ve yaşanılan yabancılaşmaya rağmen bir çoğumuza oldukça çekici geliyorsa, tam tersi de söz konusudur. Farklı coğrafyalarda yaşanılan krizler ve felaketler de benzer bir biçimde bizim için “cehennem” olarak görülür. Aktörün içinde yer almadığı zaman ve mekân söz konusu zaman ve mekân içinde var olan olguların abartılmasını beraberinde getirir. Bu abartı olumluya daha da olumlu, olumsuza da daha da olumsuz bir imge yükler. Çoğu zaman, aktörün içinde yer aldığı bir krizin ağırlığı ancak o kriz atlatıldıktan sonra hissedilir. Aktörün kriz anındaki avuntusu ise başka mekanlarda ve/veya zamanlarda yaşanılan daha “vahim” krizlerdir. Kimi zaman, toplumsal duyarlılığı ve sorumluluğu hisseden aktör söz konusu krize dikkat çekebilmek için başka mekan ve zamanlarda yaşanılan veya yaşanmış olanları örnek vererek toplumu uyarmaya çalışır. “Türkiye Bosna olmasın” sloganı tam da bu bağlama oturmaktadır.

Her yönden tırmanışa geçen ve birbirini besleyen milliyetçilik(ler)e vurgu yapan bu slogan toplumu 1992-95 yılları arasında (farklı bir zamanda) Bosna’da (farklı bir mekânda) yaşanmış olan insanlık dramına dikkat çekerek gidişat konusunda toplumun dikkatini çekmeye çalışıyor. İlginç olan şey ise, daha önce insanlık dramı yaşanmış olan bu ülkede (Bosna) şu anda sınır ötesi operasyonların düzenlenmemesi, büyük şehirlerde bombaların patlamaması, farklı olanın (farklı siyasi görüş, farklı dinî kimlik, farklı saç modeli, vb.) şiddete maruz kalmaması ya da en azından adli suç oranının Avrupa ortalamasının altında olması. “Türkiye Bosna olmasın” sloganının altında yatan bu sosyal psikolojik kurguyu konunun uzmanlarına bırakarak farklı, fakat bu sloganla çok da ilgili başka bir kavramsal kurguya değinmekte fayda görüyorum. “Türkiye Bosna olmasın”... Ama acaba “Bosna” nedir?

Bosna-Hersek tarihi üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen Malcolm, Bosna-Hersek’in tarih içerisinde hiçbir zaman ırksal açıdan homojen bir toplum olmadığından bahseder (Malcolm, 1999; 29). Bosna-Hersek’te ilk yerleşimlerin görülmeye başlandığı 7. yüzyıldan beri çok etnili bu yapı varlığını yüzyıllarca sürdürmüştür. Farklı imparatorlukların egemen oldukları dönemlerde de bu yapı bozulmamış, bilâkis bölgeye farklı etnik kimlikler de dahil olmuştur. Çetnik ve Ustaşiler (Sırp ve Hırvat faşistleri) arasında kalan ve mayasına uygun olan AVNOJ’a (Antifa_isti_ko V(ij)e_e Narodnog Oslobo_enja Jugoslavije – Yugoslavya Anti-faşist Ulusal Kurtuluş Konseyi) kucak açan Bosna, kendisini Yugoslavya’ya hiçbir zaman uzakta hissetmemiştir. Hatta, Bora “birlikte yaşama pedagojisi” açısından en gelişmiş toplumsal gerçekliğin varolduğu Bosna-Hersek’in başlı başına bir Yugoslavya olduğunu öne sürer (Bora, 1999; 10). Fakat, “özyönetim”in iktisadî açmazları, yaşanılan kriz ve her yerde olduğu gibi milliyetçi söylemin bu krizi siyasi retoriğinde çok başarılı bir biçimde kullanması Yugoslavya’yı 1990’lı yılların başındaki görünümüne büründürdü. Bosna bu dönemde de “başlı başına bir Yugoslavya” idi. Batı Bosna-Hersek’te yaşanan savaşa kayıtsız kaldı. İnsani yardımlarda dahi, örneğin mültecilerin kabulünde dahi eli açık davranmadığı, hatta mültecileri kabul ederken seçici davrandığı da bir gerçektir. Bosna-Hersek’in yardımına koşmak şöyle dursun, Batılı devletler seçilmiş bir hükümete karşı paramiliter güçlerin olanca vahşetiyle sürdürdüğü savaşı bir iç savaş olarak tanımlayarak Bosna-Hersek’e silah ambargosu uygulamıştır. Silah ambargosu fiilî olarak sadece Bosna-Hersek Ordusu ARBiH’e (Armija Bosna i Hercegovina) uygulanmıştır. Nitekim, Sırp paramiliter güçler ihtiyaç duydukları askerî desteği –hem asker hem de teçhizat olarak- Sırbistan’dan karşılıyorlardı. Vance-Owen planı gibi savaş sırasında ara sıra ortaya çıkan barış girişimleri ise İzzetbegoviç tarafından 1938’de Hitler’e Çekoslovakya’da verilen tavize benzetiliyordu. Üstelik, Bosna-Hersek’i etnik bölgelere ayırarak, birlikte yaşama geleneğinin yüzyıllardır devam etmekte olduğu Bosna-Hersek’in tarihsel mirasına son veriyordu. Bununla da kalmayıp ABD’deki yerlilere dayatılan rezervuarlara benzer bir biçimde, Boşnaklar da küçük toprak parçalarına hapsediliyordu. Savaşın ahlâki sorumluluğunun altında kalan Batı, Boşnak sorununun da yarım yüzyıl önce benzer bir biçimde Avrupa’da “çözüme kavuşan” Musevi sorununa benzer bir biçimde çözülmesini bekliyordu. Fakat ARBiH ve diğer yerel paramiliter savunma güçlerinin direnişi ve Avrupa’da yükselen protestolar Avrupa ülkelerini güç bir duruma sokmuştu. Lord Owen, Boşnakları küçücük kara parçalarına hapseden barış anlaşmasını önerdiğinde durumu protesto edenlere “hayal kurmayın” diyordu; Halkların yeniden birlikte yaşadıkları, barış içinde bir Bosna-Hersek’in hayalini bile kurmayın.

Avrupa’nın içinden çıkamadığı kriz ikinci bir Normandiya Çıkartması’yla sona erdi. Senelerdir vurulamayan Sırp mevzileri, ARBiH’in art arda gelen zaferleri sonunda NATO’yu harekete geçirdi ve bir haftada temizlendi. Savaş sonunda imzalan Dayton Barış Antlaşması’yla Bosna-Hersek’in %51’i Boşnak ve Hırvatlardan oluşan Bosna-Hersek Federasyonu’na verilirken, %49’u da Sırp Cumhuriyeti’ne (Republika Srpska) hediye edilmiş oluyordu; yapılan katliamların ve etnik temizliğin hediyesi. Batı’nın barışı Bosna-Hersek’in Sırp Cumhuriyeti ve Bosna-Hersek Federasyonu olmak üzere iki ayrı devlet yapısını içinde barındıran gevşek bir konfederatif yapıyı dayatıyordu. Dahası, Bosna-Hersek Federasyonu da dördü Hırvat, dördü Boşnak, ikisi karma olmak üzere on kantona bölünmüştü. Bu barış, tam anlamıyla Bosna-Hersek’i tarihsel mirasından koparan bir barıştı. Fakat, Batı için Balkanlar’da yapılabilecek en iyi barış buydu. Senelerdir yaşanan etnik vahşete son vermenin en iyi yolu farklı etnik grupları birbirlerinden kesin sınırlarla ayırmaktı. Dayton Barışı bir anlamda Batı’nın senelerdir Balkanlar’a ve Bosna-Hersek’e bakışını özetliyordu: Birbiriyle didişen, kan akıtan vahşi yerli halklar ve bu kanı durdurup medeniyeti ve barışı getiren Batı. Elbette ki, bu bakış açısı sadece Balkanlar ve Bosna-Hersek için değil, Irak ve Afganistan örneklerinde de görüldüğü gibi dünyanın geri kalanında da geçerli olan bir bakış açısıdır. Sömürgeci mantığın 20. yüzyıldaki uzantısı, kapitalizmin birikim çağındaki sömürgeci mantıktan çok da uzak değil. Balkanları vahşi ve medeniyetten nasiplenmemiş bir bölge olarak gören Batı 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında ortaya sürdüğü Balkanist kurguyu yeniden süsleyip karşımıza çıkarıyordu.

Mariya Todorova, Balkanlar hakkında “kült” sayılabilecek eserinde, Balkanlaşma teriminin oryantalist söylemin bir uzantısı olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığını belirtir (Todorova, 2003; 32-33, 78). Oryantalist sömürgeci retorik medeniyet döngüsünü tamamlayamamış, geçiş eşiğinde yer alan kültürleri “köprü, kavşak” gibi kavramlarla tanımlamayı pek sever. Farklı medeniyetlerin birbirleriyle çarpıştığı bu kavşakta yer alan köprünün üzerinden herkes geçebilir. Turner’ın Latin dilinde “eşik” anlamına gelen limen sözcüğünden türettiği, yaş ve sosyal statünün değişimi sırasında bireyin bulunduğu eşik evresindeki konumu belirtmek için kullandığı liminalite (eşik evresi) kavramı sömürgeci retorikte de yerini bulur (Turner, 1975; 231). Bu bağlamda, bu evreyi tamamlamamış olan medeniyetlerin ihtiyacı olan modernist dinamik dışarıdan da dayatılabilir ve zaten Batı’nın da aslında söylemsel düzeyde sadece Balkanlar’da değil, dünyanın “gelişmemiş” diğer bölgelerinde yaptığı da budur. Todorova geçiş aşamasının “tehlikeli” sayıldığına işaret etmektedir (Todorova, 2003; 45). Avrupa’nın göbeğinde yer alan böylesi bir tehlikeli alan çağdaş dünya tarafından kabul edilemez. Derhal “ehlileştirilmesi” gerekir. Bu anlamda Balkanlar’a Batı’nın müdahalesi gereklidir. Bu gereklilik sadece Batı için değil, Balkanlar’da bu tehlikeli alanda yaşayan halkların da selameti içindir.

Balkanlaşma söylemi sürekli olarak bu coğrafyanın vahşi, barbar yanına vurgu yapar, Balkanlarda yaşanan vahşetin kökeninin tarihsel olduğunu sıklıkla belirtir. Emperyalizmin vahşetinin tarihselliği hem nicel hem de nitel boyutlarda ortaya dökülürse, kimin vahşi olup olmadığı ve bu vahşetin tarihselliği daha geniş anlamda incelenebilir. İki bin senelik tarihsel kurguyla gerçekleştirilen Musevi soykırımı, milyonlarca insanın emperyalizm tarafından katledildiği Endonezya, Vietnam, Cezayir ve benzeri örnekler çoğaltılabilir. Emperyalist söylem, Balkanlar’daki barbarlığın tarihsel (hatta kimi zaman genetik) kökenlerini ortaya sürerek bu coğrafyaya Batı tarafından yapılan müdahaleleri de meşrulaştırmaya çalışır.

Fakat, emperyalizmin küresel katliamları Balkanlar’daki vahşette yerel ögelerin sorumluluğunu azaltmaz. Çuvaldızı başkasına batırıyorsak, en azından iğnenin acısını hissetmemiz gerekir. Todorova Balkanlar’daki yeni türedi devletlerin Batı Avrupalı modellerinin emperyal davranışlarına öykündüklerini belirtir (Todorova, 2003; 21). Balkanların “Balkanlaşmasında” Batı’nın oynadığı rol ne kadar büyükse, “Büyükistan” hayalleri peşinde kitleleri kan ve vahşete boğan milliyetçi söylem daha da suçludur. Emperyalizmin Balkanlar politikası genel olarak Balkanlar’da, özel olarak da Bosna’da yapılan katliamlarda yerel aktörlerin sorumluluklarını örtbas edemez. Batı, yerel aktörlerin “vahşiliğini” dizginlemek için Bosna ve Kosova’da yeni tarz bir sömürgecilik oluşumunu dayatıyor. Söz konusu yeni sömürgeciliğin araçları ise bu barbar coğrafyaya barış getirme paravanı altında oluşturduğu kurumsal yapılar. Kosova’da da kurulmak istenen, Bosna’da Cumhurbaşkanlığı da dahil olmak üzere tüm siyasi yapıların üzerinde tanımlanmış bir otorite olan “Yüksek Temsilcilik Dairesi” (YTD) bunun bir örneği.

Genel olarak Balkanlı, özel olarak da Bosnalı siyasetçilerin geriye kalan “Küçükistan”larında emperyal heveslerinin köreldiğini iddia etmek, en azından şimdilik mümkün. Öte yandan, bu durum ABD veya AB gibi emperyal öznelerle üstelik de milliyetçi bir retorikle siyaset yapmalarını engellemiyor. Milliyetçilik sadece dış politikada değil, iç politikada da iktidarların sıklıkla imdadına yetişen bir söylem. Örneğin, Kosova sürecinde Sırbistan sürekli olarak milliyetçiliği diri tutarak sadece dış politikada değil, iç politikada da elini güçlendiriyor. Kosova’nın bağımsız olması durumunda Bosna-Hersek’teki Sırp Cumhuriyeti’nin de bağımsız olmasını sürekli dile getiren Bosnalı Sırp lider Milorad Dodik’in bu söyleminin sadece söylem düzeyinde kaldığını, gerçekleşmesinin mümkün olmadığını herkes biliyor. Sırp Cumhuriyeti’nin ayrılmaya kalkması demek yeni bir savaş anlamına geliyor. Günümüz Bosnası 1992-95 savaşı öncesi Bosnasından çok farklı. Sınıfların henüz oturmadığı, sadece pazar ilişkilerinin değil, bu ilişkileri yürütebilecek sınıfın henüz oluşamadığı 1990’lı yılların aksine, günümüz Balkanlar’ında ve Bosna’sında en azından sermaye sınıfının yerini bulduğunu ve sağlamlaştırdığını söylememiz mümkün. Öte yandan, milliyetçi retoriğin artışıyla paralel olarak yolsuzluk, adam kayırma, mafya-devlet ilişkilerindeki içiçelik hemen hemen tüm Balkan ülkelerinde, özel olarak da Bosna’da kitleleri iktidardan ve gündelik siyasetten yalıtmış durumda.

Bosna farklı anlamlara sahip. Balkanist söylemin ve onun işbirlikçisi bazı yerel aktörlerin yarattığı bir Bosna’nın yanısıra başka bir Bosna’dan da bahsetmek mümkün elbette. Bosnalıların Bosnası ise “Türkiye Bosna Olmasın” şiarıyla tezatlıklar içermekte. Hatta, bu Bosna insana “Keşke her yer Bosna olsa” dedirtmekte adeta. Yaşanan savaşa, halkları birbirine kırdıran ve hâlâ birbirine karşı kışkırtan milliyetçi politikalara rağmen, “birlikte yaşama”ya devam etme kararlılığında olanlar gündelik yaşamda Bosna’nın tarihsel çokkültürlü kimliğini sürdürüyorlar. Sadece kültürel etkinliklerle, sanatçı ve aydınlar arasındaki ilişkilerle sınırlı olmayan Bosna’nın çokkültürlü gündelik yaşamı bu kimliğe sahip çıkan sıradan Bosnalılar tarafından da yaşatılmaya devam ediyor. Örneğin, milliyetçi söylemin siyaset ve toplumsal yaşamdaki baskısına rağmen karma evlilikler devam ediyor. Bu yaz Bosnalı bir Sırp ve Müslüman evliliğine şahit oldum. Bosnalı Sırp gelinin ağabeyi 1992-1995 savaşında “şehid” düşmüştü. Ortodoks Hıristiyan olan anne oğlunun yasını karalar giyerek tutuyordu. Saraybosna’daki eşi Boşnak olan Bosnalı Sırp ev sahibimin de savaş sırasında yurtdışında mülteci olarak yaşamasına neden olan ve Saraybosna’yı aylarca bombalayan kendisiyle aynı etnik etiketi (Bosnalı Sırp) taşıyan saldırganlarla aynı safta yer aldığını hiç sanmıyorum. Hele ki bahçe kapısının hemen önünde hâlâ görülebilen şarapnel izlerinin evine hasar verdiğini de düşünürsek... Saraybosna’nın yerlisi olan Bosnalı Hırvat etnik kimlikli Boşnakça hocamın yanlışlıkla dilim Boşnakça’dan Hırvatça’ya kaydığı zaman beni azarladığını göz önünde bulundurarak, Boşnakça hocamın da Mostar Köprüsü’nü bombalayan Bosnalı Hırvatlara sempatiyle yaklaştığını ve Bosna’nın şu anki bölünmüş yapısından hoşnut olduğunu pek sanmıyorum. Öte yandan, Boşnakların da “M 92” (“92 Müslümanları”) diye tanımladıkları savaştan sonra iktidar aygıtlarını ellerinde tutan milliyetçi-muhafazakar çizgideki iktidardan pek de memnun oldukları söylenemez. Sürekli artan yiyecek fiyatları, %40 işsizlik oranı, ayyuka çıkan yolsuzluklar ve mafya-siyaset ilişkileri etnik farklılık gözetmeden tüm Bosnalıları bezdirmiş durumda. Bosnalılar son aylarda yavaş yavaş özellikle yoksulluğa karşı seslerini yükseltmeye başladılar ve yoksulluk etnik kimlik gözetmiyor.

Var olan her türlü milliyetçi-dini kışkırtmaya rağmen Bosnalılar emperyalizmin ve yerel şovenizmin dayattığı Bosnayı içselleştirmemekte direniyor ve gündelik hayatlarında Bosnalıların Bosnası’na sahip çıkıyor. Bu noktada, “Türkiye Bosna olmasın” sloganı Bosnalılar’ın Bosnası’ndan daha çok, Bosna’yı hâlâ halkların birbirini boğazladığı, vahşi, barbar olarak niteleyen siyasi söylemin uzantısı olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye Bosna olmasın, Bosna Ruanda olmasın, Ruanda Liberya olmasın, Liberya Afganistan olmasın, Türkiye Afganistan da olmasın, hatta Türkiye İran da olmasın gibi sloganların söylemsel düzeyde cisimleştirdiği, Batı’nın vahşilikle, barbarlıkla ve benzeri olumsuz niteliklerle donattığı coğrafyaların imgelerini referans alarak siyaset yapmanın yanlışlığı da burada yatıyor. Bu imgeleri söylemimizle yeniden üretmek sömürgeciliğin hedefi haline gelen veya getirilmeye çalışılan coğrafyalardaki aktörler tarafından yeniden üretilmesi ise bindiğimiz dalı kesmek anlamına geliyor. Sadece Bosna değil, Afganistan, Ruanda, Somali, Sudan ve hatta Venezuella’nın sömürgeciler ve yerel milliyetçi siyasetçiler tarafından yaratılmış imgelerle değil, farklı ve daha demokratik bir bakış açısıyla yeniden yazılması gerekiyor. Elbette ki bu kısa yazı böyle bir iddiayı, Bosna’yı sömürgeci ve yerel milliyetçi siyaset yazınından kurtarma hedefini gerçekleştiremeyecek. Fakat, yine de böyle bir gayretin mütevazı bir adımı olmayı hedefliyor. En azından Bosna’nın Brüksel, ya da Washington, ya da Çankaya üzerinden değil, Bosna üzerinden okunması için bir gayret sarf etmeye çalışıyor.

ÖZGÜR DİRİM ÖZKAN

KAYNAKÇA

Bora, Tanıl (1999) Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, 2.Baskı, Birikim Yayınları, İstanbul.

Malcolm, Noel (2000) Bosna’nın Kısa Tarihi, çev. Aşkım Karadağlı, Om Yayınevi, İstanbul

Todorova, Maria (1997) Balkanlar’da Osmanlı Mirası, çev. Bernar Kutluğ, Saybaşılı, K. , Özcan, G. (der.) Yeni Balkanlar, Eski Sorunlar içinde, Bağlam Yayınları, İstanbul. (s.117-147)

Turner, Victor (1975) Dramas, Fields, and Metaphors: Symbolic Action in Human Society, Cornell University Press, Ithaca.