Kuzey Irak Harekatı: Eski Dostlar Düşman Oldu

Kuzey Irak’a karşı kapsamlı bir askerî harekat konusu, ilk kez 2007 Nisan’ında Genelkurmay’ın Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin tavrının açıklanacağı beklenen bir basın toplantısında bizzat Orgeneral Büyükanıt tarafından, harekatın mutlaka elzem ve önemli olduğunu vurgulayan açıklamaları ile ortaya atıldı.

Konu şüphesiz yeni değildi; Kuzey Irak özerk Kürt yönetimi teşekkül ettiğinden beri gerek Ordu ve gerekse milliyetçi-ulusal parti ve çevreler güruhu tarafından devamlı dile getirilmekteydi ama o sıralarda Cumhurbaşkanlığı ve yaklaşan genel seçime odaklanmış Türkiye’de, bu konunun bizzat Ordu tarafından gündeme getirilmesi ortam ve zamanlama açısından herhalde beklenmiyordu.

O nedenle de, “Kürt sorunu” ile doğrudan ilgili bir talep denilemezdi buna. Cumhurbaşkanlığı ve yaklaşan genel seçime düğümlenmiş iktidar mücadelesine yönelik bir hamle bir manevra gibi görünüyordu. Hesaplarını AKP’nin esas olarak Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ordu baskısıyla gerileyeceği üzerine kurmuş muhalefete, özellikle o sırada müttefik gibi davranan CHP ve MHP’ye yararlı olabilecek bir hava yaratma amacı söz konusu idi herhalde. AKP, hükümet, uluslararası platformlardan ve özellikle AB ve ABD’den gelecek tepkileri gözeterek bu talebi yerine getiremeyeceği için, o sıralarda AB’ye karşıt, en azından sıkı eleştirel bir milliyetçilik hattında mevzilenmiş CHP ve MHP’ye, AKP ve hükümete karşı “milli dava”yı savsaklamak, “teslimiyetçilik” gibi ithamlarla hamaset yapmanın meyvelerini devşirme fırsatı verilmiş olacaktı.

AKP, hükümet, “şimdi sırası değil” diyerek talebe uymadı ama CHP-MHP de bu fırsatı değerlendirmeye çalıştılarsa da pek kazanç sağlayamadılar. AKP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutumu, bilhassa da 27 Nisan muhtırası karşısında duruşu ile sağladığı prestij, o kazancı asgari düzeye indirdi.

Ordu ile CHP-MHP arasında, 22 Temmuz seçimlerine kadar yürürlükte olduğu varsayılan zımni ittifak, pörsüdü. Gerçi Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Meclis’te grup olarak temsil edilmediği için MHP’nin bu ittifaktaki gönüllülük derecesi ve işlevi bulanıktı. Ordu, CHP ve Ordu tarafından desteklendikleri imajı yaygın olan –çoğu emekli- orta sınıf karakteri, Orta Anadolu-taşra ağırlıklı MHP’nin geleneksel milliyetçiliğini hem kendisine eşdeğer görmeyen “bakış” ile, hem de MHP yönetimini atlayarak “kullanma” girişimleri yüzünden MHP liderliğinde rahatsızlık yaratmaktaydı öteden beri. MHP, 22 Temmuz ertesinde Abdullah Gül’ün seçilmesine “yardımcı” olarak hem “ulusalcı”larla arasındaki mesafeyi açmış hem de onların kendi içinde ve çevresindeki ilişki-işbirliği kanallarını kısıtlamış oldu.

Fakat, daha da önemlisi, 22 Temmuz’dan sonra AKP-hükümet ile Ordu arasındaki daima gergin olmuş havanın belirgin biçimde dağılmaya da yüz tutmuş olması idi. Bunu, 27 Nisan muhtırası akabinde Başbakanla, Genelkurmay Başkanı arasında yapılan ve içeriği açıklanmayan görüşmede varılan uzlaşmanın yürürlüğe konması ile izah edenlerin doğruluk-haklılık derecesi bilinmez. Ama, 22 Temmuz sonrasının soğuk, fakat gerginliği azalan havasını, Ordunun, Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin -herhalde beklemediği ölçüde- AKP lehine sonuçlanmasını dikkate alarak, durumu ve pozisyonunu yeniden düşünmesine ve böylece tutumunu revize etme kararına varmış olmasına bağlamak daha mümkün ve muhtemel.

Birikim’de, tarih önemli değil, hatta adı konulmasa da Ordu ve AKP’nin temsil ettiği otantik Türkiye burjuvazisi omurgalı sosyo-kültürel muhafazakarlığın, hele 22 Temmuz verisinden sonra, fiilî bir uzlaşma zemininde buluştuklarını varsaymamız gerektiği birkaç kez bilhassa belirtilmişti. Bu, resmî-aleni olmasa da -kaçınılmaz- fiilî uzlaşmanın temel bazı sorunlara ilişkin politikaların hangisinde tam hangisinde biraz muhataralı olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz ama tahmin edebiliriz. Örneğin AKP’nin “türban sorunu”nu artık seçmen tabanını epeyce tatmin edecek biçimde çözme kararlılığına Ordu onay vermiyordur büyük ihtimalle, ama açıkça engel olmaya da çalışmayacaktır. Buna mukabil, artık cumhurbaşkanı kozu da elinde olan AKP, Ordunun tayin, terfi ve “atılma”lar konusunda bildiğini yapmaya devam etmesini engelleyebilme yetkisi varken bunu kullanmayacaktır vb.

“Kürt sorunu” konusunda da uzlaşma pürüzsüz değildir herhalde. Fakat yine de AKP’nin hayli çekingen ve kısıtlı olsa da sorunu siyaset zeminine çekme eğilimine kapının aralandığı düşünülebilir.

Ekim’de Kuzey Irak’a askerî harekata ilişkin tezkere Meclis’ten geçirilmeden önce bu konunun masaya yatırıldığı muhakkaktır. Şüphesiz konu ele alınırken el altından Irak merkezî yönetimiyle ve Kuzey Irak özerk Kürt yönetimi ile de birtakım temas ve pazarlıklar yapılmış ve elbette ABD harekatın çapını ve sınırlamalarını dikte etmiştir.

Aralık ayında harekat, bombardımanlarla başladığında, yukarıda adı geçenlerin tümünün en az bir noktada fikir birliği içinde oldukları belli gibi idi: PKK’yı Türkiye’ye karşı silahlı güç kullanamayacak hale getirmek. Bunun için PKK silahlı gücünün çok büyük ölçüde imhası veya darmadağın edilmesi de gerekmiyordu. Bombardımanlar da dahil askerî harekattan beklenen, amaçlanan da bu değildi. PKK Türkiye’ye karşı kullanmama koşuluyla silahlı gücünü ağırlıkla İran tarafına transfer edebilirdi örneğin.

Taraflar arasında daha ince ve ayrıntılı hesaplar, pazarlıklar yapılmış olması da mümkün. PKK’nın bir kanadının da buna -aracılar vasıtasıyla- dahil edildiği bile düşünülebilir.

Özetle; son kara harekatını, en azından 2007 Yaz’ından bu yana geçen zaman ve önümüzdeki Newroz ve Kerkük referandumu gibi olaylar bağlamında ele aldığımızda, bunun TC hükümeti, Ordu, Irak merkezi ve Kürt özerk yönetimi ve ABD arasında, tam ve tüm detayları ile üzerinde anlaşılmamış olsa da genel hatlı bir mutabakat dahilinde düzenlenmiş olmasının çok güçlü bir ihtimal olduğunu ifade etmek istiyoruz. Aralık’tan beri yapılan hava bombardımanı ve PKK’nın Zap Vadisi’ndeki üslerine karşı yapılan kara harekatı, PKK’ya ağır bir zayiat verdirerek çökertmekten ziyade, Türkiye’ye -milliyetçi- kamuoyunda böyle bir izlenim/imaj yaratma -bahsedilen mutabakatın diğer maddelerine geçmek için bir önşart gibiydi bu- yönü bilhassa gözetilerek düzenlenmiştir. Milliyetçi ve ABD aleyhtarı bir ambargo altında olan genel ülke kamuoyunda; hükümetin onayı, ABD’nin aktif desteği ile TC Ordusunun PKK’ya ağır kayıplar verdiren bir sınır ötesi harekatı başarı ile gerçekleştirdiği kanısının yerleştirilmesi, “milliyetçi gaz”ın alınması, devlet ve hükümetin elini -önümüzdeki aylarda- “iç” ve “dış” Kürtlere yönelik atması gereken siyasî- hukuki adımlar için rahatlatabilecekti.

Nitekim süreç de son ana kadar bu şemaya uygun işledi. Irak merkezî yönetimi ve Kürt özerk bölge liderleri gayet ölçülü tepkiler verdiler ve hatta “anlayışlı” ifadeler de kullandılar. Irak ve özerk bölge yurttaşlarının zarar görmeyeceği bir bölgeyle ve mevsim koşullarıyla sınırlı bir kara harekatı ve hava bombardımanı düzenleyen Ordu ve hükümet de bu noktaya itina göstermiş idi. ABD Türkiye’nin “işi”ni belirli bir sürede bitirmesine tam destek verdiğini ilan ediyor, haberdar edilen AB de, herhalde bilgilendirildiği o “mutabakat” çerçevesinde kalınması kaydıyla askerî harekatı meşru saydığını bildiriyordu.

Bununla da kalmıyor; kara harekatı başladıktan itibaren, basına bölgeye girme yasağı koyan ve haber, bilgi, fotoğraf servisini bizzat yapan Ordu yetkililerinin bu konudaki tutumu da ilginçti. Alışılagelen “düşman ve hainlere karşı operasyon-imha harekatı” dili terk edilmiş gibiydi. Bunun yerini gayet profesyonel ifadeler, nötr askerî terminoloji almış, katliam ve tahribat görüntüleri yerine, Ordunun teknolojik mükemmeliyetini, askerlerin rahat, güvenli ve çok zor koşullara rağmen gayet moralli, sempati uyandıran fotoğrafları almıştı. İlk Irak savaşında ABD medyasının Bağdat bombardımanlarını bir havai fişek gösterisi gibiymişçesine sunuşunu hatırlatan bir “halkla ilişkiler” tutumu idi bu. Her ne kadar onlarca askerin öldüğünden, iki yüzü aşkın PKK militanının “etkisiz hale getirildiği”nden söz ediliyorsa da, kullanılan dil ve görüntü politikası, böylece harekete geçirilen “görsele dayalı bilinç”te bunlar gayet kanlı bir kapışmanın cereyan etmekte olduğu izlenimini pek uyandırmıyor, böylece de ölüm-şehit haberleri ile kolayca tahrik olunacak olan milliyetçi histeri büyük ölçüde gemlenmiş oluyordu.

Operasyonun hedefindeki PKK’nın da dilinde ciddi bir farklılık, bariz bir ton yumuşaması vardı. Her ne kadar saldırının bozguna uğratıldığı, birkaç gerilla kaybına karşılık yüzü aşkın Türk askerinin ölmüş olduğu ilan ediliyordu ise de ve başlangıçta kimi PKK sözcüleri, tüm dünyadaki Kürtlere direniş çağrısı yapmış ise de Zap operasyonu sona erdiği sırada Kandil’in dili neredeyse rutin bir çarpışma sonrası dilinden pek de farklı değildi. Zap operasyonu, iddia ettiği gibi bir bilanço ile sonlanmışsa PKK sözcülerinin “büyük bir zafer kazandık” diye övünmeleri beklenirken; zayiat rakamlarını değiştirmemekle birlikte sonucu sadece “imha edilemeyeceğimiz görülmüştür, TC devleti askerî yolla değil siyasi-idari tedbirlerle sorunu çözmeye yönelmelidir, biz de buna hazırız” mealinde konuşmaları elbette dikkat çekicidir.

Ordu tarafından yapılan harekat sonu değerlendirmesinde de alışıldık “haddini bildirdik-ezdik” havası yoktu. Sadece tespit edilebilen PKK’lı ölü sayısının ikiyüz elli gibi yüksek bir rakam olduğu iddiasına, buna günlerce sürmüş ağır hava bombardımanlarının verdirdiği zayiatın dahil olmadığı belirtilmesine rağmen, Genelkurmay’ın milliyetçi hamaseti okşayacak yargı cümlelerinden zafer ve hınç alma dilinden uzak, askeri-profesyonel terminoloji içinde konuşması da bir “ilk” olarak dikkat çekmişti.

O halde CHP ve MHP’nin kopardığı fırtına neyin nesi idi? Bu iki parti “milliyetçi-ulusalcı” kimlikleri ile asıl olarak neden dolayı böylesine şedit bir tepki göstermiş; o tepkiyi doğrudan hükümete yönelik biçimde pekâlâ ifade edebileceklerken, neden Genelkurmay’ın doğrudan üzerine alınmasını gerektirecek argümanlar ileri sürmeyi yeğlemişlerdir?

Bu sorulara cevap aramadan önce belirtmeliyiz ki; bu iki partinin tepkilerini “operasyonun, aslında daha uzun sürmesi gerekirken, ABD direktifine boyun eğilerek, alelacele bitirildiği” argümanına dayandırması sadece bir vesiledir. Çekilmenin ABD Savunma Bakanı’nın Ankara’ya geliş-gidiş tarihine denk düşmesi, Başbakanın o gün yapması planlanan konuşmasında çekilmeden söz etmiyor oluşu bu argümanı destekliyor olabilir. Ayrıca hükümetin “sivil” kanadının çekilmenin gerçek zamanından habersiz olduğu iddiası da doğru olabilir, ABD yönetiminin “mümkün en kısa zamanda işinizi bitirip çekilin” diye ısrarla uyarmış olması da. Ancak ABD’nin üzerine epeyce ve çeşitli hesaplar inşa ettiği, etmeyi düşündüğü Türkiye hükümeti ve Ordusunun ülkede ciddi bir anti-ABD hava da varken ve operasyona verdiği destekle bu havayı bir ölçüde dağıtmış gözükürken üstelik “baskıya boyun eğmiş” konuma “ricat etmiş” görüntüsüne sokmaktan ne yarar umduğu sorusuna cevap bulmak zordur. Hükümet ve Ordunun kamuoylarında böyle bir izlenimin oluşmaması için bilhassa özen göstereceklerini de dikkate almak gerekir. Bu izlenimin doğmaması için harekat iki üç gün daha “yerinde sayılarak da olsa” pekâlâ sürdürülebilirdi.

Eğer bu olmadıysa, çekilme kararı en azından hükümet için sürpriz biçimde daha erken bir tarihe alındı ve uygulandı ise; ya bu karar Genelkurmay Başkanı ve ekibinin bilinçli tavrıyla yürürlüğe konuldu -ki bu pek muhtemel gözükmüyor- ya da Genelkurmay Başkanı ve ekibine de emrivaki yapılarak, onların -en azından şimdilik- hesap soramayacakları Ordu içi bir “oluşum” tarafından, Hükümet ve Genelkurmay ekibi, ülke kamuoyu nezdinde zor duruma düşürüp, “operasyon yapmış olma” prestiji tersine döndürtmek hesabıyla icra edildi.

Böylesi durumlarda gülünç karşılanabilecek bir beceriksizlik, titizlik, koordinasyon zaafı söz konusu değilse; çok daha akla yakın ihtimal bu son bahsettiğimiz durumdur.

Bu ihtimal; MHP ve CHP’nin asla alışık olmadığımız bir tutum ve tarzla, Orduyu doğrudan cevap vermek zorunda bırakacak ifadeler kullanmasına da; Genelkurmay Başkanı’nın bu şiddet dilini daha da tırmandırarak CHP ve MHP’yi yine asla alışık olmadığımız ağır sıfatlarla itham etmesindeki yüksek öfke dozuna da uygun düşüyor. Genelkurmay Başkanı’nın çekilme söylentisi alıp başını gitmişken, resmî açıklamasını saatler sonraya bırakması, ilan edilen saati de epeyce geciktirmesi ve ardından, böyle bir açıklama için fazlasıyla aşırı bir “birlik ve beraberlik içindeyiz” görüntüsü verecek biçimde arkasında kuvvet komutanlarını, karargah başkanlarını oturtarak konuşması da söz konusu ihtimalin yabana atılmaması gerektiğini düşündürüyor. Aynı toplantıda 2008 Ağustos’unda yeni Genelkurmay Başkanı olması beklenen Kara Kuvvetleri Komutanı İrfan Başbuğ’a da Büyükanıt tarafından söz verilmesi ve onun, genel olarak “Kürt sorununa çözüm” konusunda CHP ve MHP’lilerin tepkisini çeken, homurdanmalarına yol açan bir “ılımlılık”ta konuşması da bu bağlamda daha anlamlı olmakta.

MHP ve CHP’nin -en azından Yaşar Büyükanıt’ın şahsındaki- Orduyla arasına “kara kedi”nin girmesi bununla başlamıyor. MHP zaten, gerek Cumhurbaşkanlığı seçiminde, gerekse Aralık ayında türban yasağının kaldırılması için AKP’ye teklif götürdüğünde Ordu ile arasına “mesafe” koyma kararını açıkça göstermiş sayılmalıydı. CHP’nin de, MHP’nin türbana ilişkin teklifi gündeme düştüğünde; Genelkurmay Başkanının ağzından ona yöneltilen bu konudaki Ordunun tavrı sorusuna verdiği şaşırtıcı soğukluktaki cevap sayesinde Orduyla epeyce mesafeli bir konuma düştüklerini öğrenmiş olduk. “Gölge etmesinler, yeter” gibi gayet “sivil” ama apaçık bir hayal-beklenti kırıklığını dışa vuran bu tavır, CHP-Ordu yanyanalığının köprüsü altından çokça su aktığının işareti idi. Bu akan sular Ordu’yu AKP’ye yakınlaştırmış değil elbette ama 22 Temmuz arefesinde epeyce düz ve kesintisiz bir çizgi olarak tanımlanan Ordu-CHP-MHP mevzilenmesinin bozulduğu, yamulduğu ve boşluklu hale geldiği açıkça görülebiliyor.

İşte durum, Kuzey Irak’a askerî harekat öncesinde, fiilen böyle iken; operasyon bittiğinde MHP’nin asıl eleştirisini, Genelkurmayın harekatın bilançosunu aktarış tarzına, burada titizlikle o bildik, geleneksel milliyetçi diskur ve hamasetten arındırılmış bir profesyonel dil kullanılıyor oluşuna yöneltmesi dikkate değer. Ordunun PKK’yı, askerî terminolojinin bir gerilla gücüne ilişkin kullanabileceği deyimlerle işaretlemesi MHP’nin esas saldırı-eleştiri konusuydu. MHP hiç de saçma sapan denilemeyecek bir akıl yürütmeyle bu terminoloji değişiminin PKK’yı gerçek, meşru bir zemine davet edilebilir bir güç/taraf olarak kabul etme politikasının bir ilk adımı olarak yorumluyor, buna şiddetle karşı çıkıyordu. Ona göre bu işaret, Ordunun “siyasi çözüm” denilen şeye artık eskisi kadar kategorik bir red tavrı içinde yaklaşmadığı anlamına geliyordu. Büyükanıt’ın özellikle söz verdiği Kara Kuvvetleri Komutanının da basın açıklamasındaki ifadeleri de bu yorumu pekâlâ destekler mahiyette idi.

MHP’nin ise bırakın eskinin ısrarla sürdürülmesini, K. Irak Kürt yönetimi gibi yeni, gayet önemli bir verinin varlığında, bunu da berhava ederek eskinin eskiliğini daha bir katmerleştirmeyi şiddetle savunduğu biliniyor. Bu, onun niteliği gereği vazgeçemeyeceği bir yaklaşım ve tutum. Dayandığı ve beslendiği içgüdüsel zemin, bilinçaltı da malûm.

Üzerinde durulması gereken nokta bu değil. Asıl üzerinde düşünülmesi gereken, Ordunun bu güne kadar neredeyse tek söz sahibi olarak yürüttüğü “Kürt sorunu”na ilişkin politikaya popüler destek sağlamak için onca omuz verdiği, sırtını sıvazladığı, içgüdülerini beslediği bu milliyetçi akım ve odaklarla arasına mesafe koyarken, bu kesimlerden gelecek tepkiyi ne ölçüde ve nasıl dikkate aldığı; bu durumun doğurabileceği riskleri nasıl telafi etmeyi düşündüğüdür.

Bunlar nasıl cevaplandırıldığını henüz bilemeyeceğimiz sorular. Kaldı ki Ordunun MHP de dahil tüm Türk milliyetçiliğine odaklı siyasal güç ve çevrelerle mesafeli bir “yeni” pozisyona geçiyor gibi görünmesi -gerçi henüz kesin sayılamaz ise de- bunları da tavırlarını yeniden belirleme ihtiyacına itiyor. Ordunun milliyetçilikle belirgin bir mesafelilikte durması nasıl mümkün değilse, milliyetçiliğin de Ordu ile özdeşleştirilmeden sürdürülmesi de o oranda, hatta daha da fazlasıyla mümkün değildir. Bu bakımdan gerekli verilerin henüz tam olmadığı bu yeni durumu şu anda hakkıyla analiz edebilmek, kesin yargılar ileri sürmek için henüz çok erken.

MHP ile birlikte Orduya, onun tarafından yapılmış açıklama esas alınarak “ABD baskısıyla çekildiniz” itham/iddiasını yönelten CHP de, eleştirilerinde doğrudan Ordunun cevap verebileceği konuları hedef almaktaydı. CHP lideri Baykal’ın o açıklamaya atfen “ordumuzun en fazla bir hafta sürecek bir harekatı yürütebilmeye muktedir olduğu, operasyonun da bu yüzden o süreyle sınırlandığı görüşüne asla katılmıyorum” mealindeki sözleri, her şeyden önce içeriği nedeniyle Ordunun cevaplaması gereken sözlerdir. Teknik bir kapasite kullanımı meselesi ortaya atılmakta; bu kapasiteyi en iyi bilecek “uzman” kuruluş olarak Ordunun, bu kapasiteyi gerektiği gibi kullanmaktan kaçındığı iması yapılmaktadır; ABD’ye boyun eğdiniz sözleriyle birlikte.

CHP de, tıpkı MHP gibi, Genkurmay açıklamasını suskunlukla karşılayıp hükümeti bizzat açıklama yapmaya pekâlâ davet edebilirdi. Elbette AKP de ya Genelkurmay’ın açıklamasının hemen akabinde siyasal sorumlu olarak hükümetin -asıl- açıklamayı yapacağını önceden duyurabilir veya daha önce kısa bir çerçeve açıklama yapıp “teknik boyutların, askerî bilançonun” ilgili kuruluş tarafından yapılacağını söyleyerek daha üstten bir pozisyon alabilirdi. Bunları yapmamış ve hatta bizzat Milli Savunma Bakanı gibi Orduyla en yakın işbirliği içinde olması gereken bakanı çekilme söylentilerine ilişkin bir soruya “tahminleri”nin ne olduğunu bildirmek gibi gülünç ve sakil tavırlar da içeren bir şaşkınlık içinde cevap vermiş, ne yapacağını bilemezlik halinde görünmüştür.

Herhalde bu görüntüyü verebilmek, hiçbir hesaplı tutuma, önceden düşünülmüş bir tavır alışa ait olamaz. Daha acıklı ve şu koşullarda vahim bir eksiklik söz konusu değilse, şaşkınlık veya beceriksizlik alametidir bunlar.

Bu bakımdan, sanki Türkiye siyasetinin satranç tahtasında oynayan Ordudan MHP’ye, CHP’den AKP ve hükümete, PKK ve DTP’ye, hatta ABD ve AB, Irak yönetimi ve Kuzey Irak özerk bölge liderliğine kadar tüm oyuncuların, belirli bir oyun stratejisine sahip, hamlelerini ince hesaplarla saptayıp yapan oyuncular oldukları varsayımına dayalı bir durum ve gelecek analizi yapmak özellikle şimdi gayet gereksiz bir zihin jimnastiğinden öte anlam taşımıyor. Yeni kartların neler olduğu ve nasıl dağıldığı, kim ne derse desin ancak yaz aylarına doğru yine de ihtiyatlı hükümler verebilmeye yetecek kadar netleşmiş olacaktır.

Bu “yeni durum” belirlendiğinde, “taraf”ların, taraf/alternatif olma iddiasıyla sahneye ilk kez çıkabilecek olanların, o durumda, bu toprakların “alıştığı” o “Şarklı” vurgulu pragmatist yaklaşımlarını biraz revize ederek yeniden boy göstermeleri ne yazık ki şaşırtıcı olmayacaktır. Ama eğer, tüm coğrafyanın milliyetçi/mezhepçi ulus-devletçi kalıplara dökülmesine çalışılmış, böylece büzüştürülmüş siyasal aklını silkindirebilmek için yegane yol olan temel-evrensel/insani değer ve ilkeler ekseninde herkesi eşitçe kapsayacak yeni bir siyasal birlik ufku ihtiyacını bir biçimde dillendiren oluşumlar -da- zuhur edebilirse bu; sadece sevindirici olmakla kalmaz; Ortadoğu’nun on yıllardır süren cehennem sıcağı, dondurucu ayaz sarmalındaki mevsimler döngüsünün bitiş işaretleri anlamına da gelir.

ÖMER LAÇİNER