AKP hükümetinin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın doğrudan inisyatif alarak başlattığı “Kürt –demokratik– açılımı”, nereye varacağından, vardırılabileceğiden bağımsız olarak, bizatihi bu adla yapılmış bir girişim olma niteliğiyle tarihsel bir öneme sahiptir, tarihsel bir adımdır.
Çünkü, her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, milliyetçiliğin tüm huşuneti ve dikenleriyle yaşanagelmiş bir sorun, üstelik temel bir rejim sorunu, bu huşunet ve dikenleri göğüslemeye, sorunu bunların prangasından çıkarmaya açıkça kararlı bir tutumla ve bunun bir “devlet politikası” olduğu belirtilerek önümüze konmaktadır. Bu tutum, resmî ve popüler Türk milliyetçiliğinin “restini görme” pahasına alınmış olmasının yanısıra bir diğer açıdan da “bir ilk”tir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu zümreleri ve ideolojisinin tespit ettiği temel “devlet politikaları”ndan birinin konusudur “Kürt sorunu”. Ve bilindiği üzre, kurucu kadro (ardılları), ideoloji ve bunların sahiplendiği devlet kurum ve kuruluşlarının temel önemde saydığı o konularda; politikayı tespit etmek, ana uygulama kararlarını vermek ve uygulamaya nezaret etmek, bunların titizlikle koruduğu bir imtiyazdır. Hükümetlerin, ezici bir çoğunluğun oylarını temsil ediyor olsalar bile, bu politikaları değil değiştirmeye teşebbüs etmeleri, kapalı kapılar ardında dahi tartışmaya çalışmaları bile ağır bir “ihlal”, “ihanet girişimi” diye nitelenebilirdi.
Şüphesiz AKP hükümeti, bu “iç devlet”le istişare ettikten, onun belirleyici unsurlarının –başta elbette Ordunun– onayından emin olduktan sonra başlatmış olmalıdır bu “açılım”ı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ve genel seçimde sağlanan prestijin, Orduyu “uzlaşma” zeminine daha da yaklaştırması ve bunun “Ergenekon soruşturması”nı mümkün kılması, bu “açılım”a “derin devlet”ten gelebilecek provokatif tepkileri büyük ölçüde azaltmış, sindirmiş olsa da; tümüyle devre dışı bıraktığı asla söylenemez.
AKP hükümeti, bu riski göze almanın yanısıra, bir “temel devlet politikası” konusunu, “yüksek siyaset”in yani devlet organlarının üst yöneticileri, büyük-orta parti liderlerinin oluşturduğu çevrenin de dışına çıkararak, bütün kamuoyunun, toplumsal hiyerarşinin tüm tabakalarının tartışmasına açıyor. Herkesin, her yerde konuşup, tartışacağı bir sorun oluyor böylece Kürt sorunu. Oysa Cumhuriyet’in siyaset geleneğinde, temel kategorideki bir sorun, “yukarı”nın “iç devlet”in belirlemiş olduğu politikanın –aksine laf edilmeksizin– topluma empoze edilmesi, argümanlarının ve mantığının ezberletilmesi için “konuşturulur”. Ve bu uygula(t)ma genellikle o politikanın bayağı milliyetçiliğin hurafeleri ile bezenmiş bir popüler onayla takviyesini sağlardı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın “açılım”ı kendi partisi ve kamuoyuna sunuş konuşması özellikle bu noktadan bakıldığından önemli ve ilginçtir. Erdoğan bu, özenle hazırlandığı belli olan konuşmasında, resmî ve popüler Türk milliyetçiliğinin on yıllardır Kürtler konusunda, söze usulen “kardeşizdir” diye başlayıp PKK’ya lanet ve hakaretler savurarak oluşturduğu dile itibar etmeyerek, konuşmasının ağırlığını, hatta tamamını “kardeş” isek/olacaksak, bunun nasıl inandırıcı olabileceği konusuna hasrediyor. Burada bir eşitlik, eşdeğerlik gözetmesi bilhassa dikkat çekici. Kürtler, herhalde Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez, devletin en yetkili kişisinin ağzından, kendilerine gerçek bir denklik diliyle seslenen bir konuşmaya muhatap oluyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletinin egemen unsurunun, Sünni-Türk çoğunluğun, iki asra yaklaşan modernleşme, özel olarak modern bir devlete evrilme sürecinde gösterdiği tepkilerin, direniş ve engellemelerin hemen tümünde, ulusun “diğer” unsurları ile denk-eşit hak sahibi olmayı sindiremeyişinin asli bir etken olduğu hatırlanmalıdır. Çoğunluk olmanın kendiliğinden avantajlarıyla yetinmeyen, kimi sembolik de olsa bazı hak konularında “diğer”lerinden imtiyazlı olduğunu bilmenin, addetmenin güvencesine yaslanan, “eşitlik”le sorunlu bir algı biçimidir bu. Şüphesiz eşitlik bir değer ve duygu olarak milliyetçiliğin içgüdüsel temelleri, kökeni ile zaten uyuşmaz ama Türk milliyetçiliğinde bu damarın bir hayli kalın olduğunun da altı çizilmelidir. Bu, “üstün”, imtiyazlı olduğunu hissetme ihtiyacı ulusun “diğer unsurları”nın tâbi olduğu bazı yasaklar da tatmin edilebildiği için; o yasakların kaldırılması veya ihlali girişimi, üstün-imtiyazlı olma hissine, milliyetçiliğimizin bu “esaslı” ihtiyacına bir darbe gibi yankılanır.
Tayyip Erdoğan’ın, Başbakan sıfatıyla Türk ve Kürt halklarının önemli şair, yazar ve düşünürlerini aynı kefede “ortak değerlerimiz” diye nitelemesi, çocukları çatışmalarda ölen Kürt ve Türk annelerinin aynı derin acıyı paylaştıklarını vurgulaması, Türk milliyetçiliğinin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri kullandığı dilsel içeriğin kolayca hazmedebileceği türden değildir. “Açılım”a derhal ve kesin bir dille karşı çıkan CHP ve MHP sözcülerinin şimdilik açıkça ifade etmediği ama özellikle “rahatsız edici” buldukları bu, acı ve kıvanç ortaklığını, paylaşımı vurgulayan dile, yıllardır kızıştırılan, “anti Kürt” damarı beslenen popüler Türk milliyetçiliğinin nasıl tepki verdiğini bir “şehit aileleri derneği” yetkilisinin ağzından dinledik. Sözcü “bizim” şehitlerimizin anneleri ile “onların” anneleri arasındaki farkın “yerle gök arasındaki fark” gibi olduğunu söyleyebildi.
AKP hükümeti ve “açılım” kararını vererek siyasal hayatının en kritik hamlesini başlatan Erdoğan, kendi partisinin geniş tabanında, şu yukarıdaki sözleri onaylayabilecek yığınla insanın olduğunu elbette bilmez değildir. CHP’nin ve özellikle MHP’nin “derin, iç-Doğu Anadolu”da resmî destekle, tam bir serbesti içinde pompaladığı popüler Türk milliyetçi ajitasyon ve propagandaya ses çıkarmamış, onaylar görünmüş AKP’li seçmen kitlesini “koparmak” için bu “açılımı” bir fırsat olarak kullanacaklarını herhalde hesaplamış olmalıdır. Önümüzdeki sonbaharla birlikte hızlanacak olan bu yöndeki “hücum”lara karşı AKP’nin tavrının savunmaya dönük mü yoksa bu hücumun kan, kin ve nefret mayasını teşhir eden cesur bir tutum mu olacağını o zaman göreceğiz.
Eğer CHP ve MHP, “açılım”ın başlatılmasının hemen ertesinde sergiledikleri keskin muhalefeti, öfke ve tehdit dilini sürdürür ve üstelik dozunu artırırlarsa, bu “açılım”, çeyrek yüzyıldır süren silahlı çatışma ortamının aralarında yarıklar açtığı Türk ve Kürt halklarının arasının daha da açılması riskinin yanısıra ve daha kritik bir sorun oluşturacak biçimde, Türk halkı içinde bir kamplaşma riski de taşımaktadır. Türk halkının ve bu arada umarız ki Kürt halkının da, genel olarak milliyetçilik, özel olarak kendi milliyetçilikleri ile değer, fikir ve bilgi alanı zengin, sarsıcı bir hesaplaşma süreci yaşaması olabilirse bu risk, tüm kritikliğine rağmen alınmaya değerdir. Çünkü bu “hesaplaşma”, yüzleşme ve milliyetçiliğin insani değerleri törpüleyen, ezen “karakteri”nin derinliğine teşhir edilmesi deneyiminden geçmemiş bir toplumun, önümüzdeki on yıllara şamil bir gelecek perspektifini özgüvenle oluşturması kesinlikle mümkün değildir.
Kamplaşma biçiminde dahi olsa, bu yüzleşme-hesaplaşma, tartışma süreci, “medeni” bir topluma yakışır usul ve araçlar üzerinden yürütülebilirse, yol açacağı hasarlar ve gerilim, göze alınmaz değildir.
Burada, hayati tehlike, “Kürt sorunu”nun süregenleşmesinden özel çıkarı olan, buradan beslenen, bununla “statü” edinen çevre ve kuruluşlardan gelebilir. Bunlar, meşruiyet silahı olarak kullandıkları –Türk ve Kürt– milliyetçiliğini, bu yüzleşme, hesaplaşma ortamını yaygınlaşabilecek bir Kürt-Türk kitlesel çatışma arenasına ve buna ek olarak her halkın içindeki “yeterince milliyetçi olmayanlara karşı” linç kampanyalarına dönüştürmek için harekete geçebilirler.