Işık Kitabevi Lefkoşa’da yıllardır faaliyet gösteriyor ve sıradan bir iş yeri olmanın ötesinde farklı özellikler taşıyor. Burası kitapseverler yanında Kıbrıslı aydınların entellektüellerin buluşma yeri; müessesenin güler yüzlü ve konuksever sahibi Nahide Merlen’nin ikram ettiği kahveler eşliğinde sözün ve fikrin hiçbir türlüsünün sakınılmadığı koyu sohbetler yapılıyor.
Bu tıkış tıkış dükkânda daha girişte fark edilen samimi bir atmosfer var; bu yüzden olsa gerek, karşıt siyasi görüşlere sahip olanların da çekinmeden girip çıktıkları bir yer Işık Kitabevi. Dahası da var; yirmi yılı aşkın bir süredir her Ağustos ayının son ve Eylül ayının ilk haftası arasında, siyasal-kültürel çeşitli etkinliklerin yer aldığı ve artık gelenekselleşen bir şölen halini alan ‘kitap fuarı’ da yine bu kurum tarafından düzenleniyor. İşte bu Işık Kitabevi, 10 Ağustos gecesi, tam da bu yılın ‘kitap fuarı’ hazırlıklarının başladığı bir dönemde, gecenin karanlığında kundaklanıyor; kitapların bir kısmı yanıyor ve iş yeri kullanılmaz hale geliyor. Geçici olarak başka bir yere taşınan, olayın protesto edildiği bir dayanışma gecesi ile kundaklanmanın hemen ertesinde açılışı yapılan yeni ‘Işık Kitabevi’ kaldığı yerden yoluna devam ediyor ve bu yılki ‘kitap fuarı’na hazırlanıyor. Şimdi yanıtı merak edilen soru ise şu: “Bu saldırının anlamı ne?”
Böyle bir soru, son dönemlerde yaşanan gelişmeler göz önüne alındığında, geriye dönüşümlü bir bakışı gerekli kılıyor. Buradan bakınca, 19 Nisan erken genel seçimlerinin ardından UBP’nin kıl payı farkla da olsa iktidarı ele geçirmesinin, Kuzey Kıbrıs’ta yeni ve sancılı bir dönemin başlangıcını işaret ettiğini söylemek mümkün. Ortaya çıkan seçim sonuçlarında geçmiş dönemin siyasi iktidarının sorumlulukları, bunun siyasal-toplumsal gerekçelerinin neler olduğu bir yana -bu ayrı bir tartışma ve yazı konusudur- yaşanmakta olan şudur: 2000’li yılların başında, Annan Planı çerçevesinde Kıbrıs’ta ‘Avrupa Birliği ve Çözüm’ perspektifini esas alan, bu zeminde ilk kez iç ve dış dinamiklerin aynı vektörel çizgide buluşmaları sonucu oluşan güçlü siyasal-toplumsal iradenin, önce Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler (CTP-BG) ağırlıklı iktidarı ve arkasından da Mehmet Ali Talat’ı Cumhurbaşkanı seçmesiyle 40 yıllık statükonun sonunu getiren süreç; 19 Nisan erken genel seçimlerinde UBP’nin iktidarı almasıyla hükümet ayağını kaybediyor ve bir bakıma ‘AB ve Çözüm’ perspektifine takoz konmuş oluyor. Bir başka ifadeyle, bir yandan Kıbrıslı Türkler adına Mehmet Ali Talat ve Kıbrıslı Rumlar adına Hristofyas arasında sürdürülen ve ne kadar gerçekçi ve samimi olduğu tartışmaya açık olsa da, 2009 sonu ya da 2010’un ilk yarısına kadar sonuçlandırılması öngörülen görüşmeler sürdürülürken; aynı anda, çözümden yana olduklarını ifade etseler de, bu görüşmelerin mantığına ve önermelerine büyük oranda karşı olan yeni bir siyasi iktidarın oluşmasıyla, potansiyel olarak her an yeni gerilimler doğurabilecek bir dönem başlıyor. Nitekim 2010’da yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu makama da göz diken ve onu ele geçirmenin hesaplarını şimdiden yapmaya başlayan UBP iktidarı, yeni dönem icraatlarına da, Kıbrıs Sorunu’nun milli dava kutsiyeti ve dokunulmazlığı kapsamındaki değişmez çizgisinden bir sapma olarak kabul ettiği eski iktidarın politikaları sonucu açtığı yaraların tedavi edilmesi konusunda adımlar atarak başlıyor, bu bağlamda behemehal rehabilitasyon çalışmalarına koyuluyor ve birbiri ardı sıra kararlar alıyor.
Bu konuda ilk adım devletin resmî kurumu olan Bayrak Radyo Televizyon (BRT) tarafından atılıyor ve UBP iktidarının atadığı yeni müdür, bir genelge yayımlayarak, bundan sonraki yayınlarda ‘Kıbrıslı Türk’ yerine ‘Kıbrıs Türkü’ kullanılmasını zorunlu kılıyor. “Etnik kimlik ne denli güçlü ve inatçıysa bu kimliğe dayanacak bir milletin doğabilme olasılığı o kadar fazladır” tespitinden mülhem, BRT ve onun cevval müdürü; ‘coğrafik’ aidiyet (Kıbrıslı) vurgusu ile sulandırıldığı düşünülen ‘etnik’ (Türk) aidiyeti önceleyerek, milliyetçiliği ayağa kaldırmayı esas alan retoriği kurumun yayın dilinin vazgeçilmez ilkesi ilân ediyor. Bununla da yetinmiyor, bundan böyle kurumun temel yayın politikasının, milli değerlerin ve çıkarların gözetilmesi olacağı müjdesini kamuoyuna açıklıyor. Çok geçmiyor, CTP-BG iktidarı döneminde, Eğitim Bakanlığı’nca değiştirilen ve Kıbrıs’ta iki toplum arasındaki geleneksel düşmanlığı ortadan kaldırmaya, yeni bir Kıbrıs yaratma yolunda barış kültürünün yerleşmesini gözeten ve toplumların birbirlerini anlamasına zemin teşkil etmeye ve yeni bir tarih bilinci oluşmasına yönelik olarak yazılan tarih kitaplarının değiştirilmesi ve milli tarih bilincini pekiştirmek adına eski hallerine dönüştürülmesi kararı alınıyor. Bu kadarla da kalınmıyor; gündelik yaşam içinde her an ve her yerde karşı karşıya kalınacak milliyetçi sembollerin yerleştirilmesi konusunda ayrı bir özen gösteriliyor. Daha önceden Beşparmak Dağına çizilen ve geceleri de ışıklandırılan dev KKTC bayrağına ilave olarak, adanın farklı yerlerine yan yana devasa KKTC ve Türk bayrakları dikilmesiyle kör gözüm parmağına çoğaltılan bu sembollere, en son olarak da, Lefkoşa’da Metehan sınır kapısına yakın, üzerinde ‘barış anıtı’ olan bir kavşağa, bu anıt sökülerek ve üstelik iki toplum lideri arasında barışa ve çözüme yönelik görüşmeler devam ederken ve siyasi ortam yumuşatılmaya çalışılırken, ay yıldız bir kaide üzerinde, yüzü Rum tarafına dönük, şaha kalmış atının üstünde elinde kılıcıyla bir Atatürk büstü yerleştiriliyor ve etrafına da tarihte kurulmuş on altı Türk devletini simgeleyen on altı bayrak çekiliyor. 1974 Temmuz yıldönümüne denk düşen günlerde, sivil-askerî resmî zevatın katılımıyla açılışı yapılan bu anıt üzerine tartışmalar sürerken, bu tartışmaları sürdürenlere ve anıtın yapımına karşı çıkanlara inat, bu kez de yine Lefkoşa’da bir başka kavşakta, Kıbrıs Fatihi Bülent Ecevit’in büstünün yerleştirilmesi kararı alınıyor ve çalışmalara başlanarak hummalı bir faaliyet içine giriliyor.
Ancak hâlâ eksik kalan bir yan vardır, o da şudur: Kıbrıslı Türkün milliyetçiliği kadar Müslümanlığı da su götürmektedir ve hazır eksikliklerin giderilmesi için yola koyulmuşken bunun da halledilmesi gerekmektedir. Nitekim tarih kitaplarını milli bilinci pekiştirmek üzere elden geçirmeye karar veren Eğitim Bakanlığı bu konuda da adım atmaktan geri kalmayacak ve okullarda zorunlu din dersi uygulamasını gündeme getirecektir. Aynı anda, özellikle her geçen gün sayıları daha da artan Türkiyeli nüfusun talepleri gerekçe gösterilerek Kur’an kurslarının dile getirilmesi ve kimi yerlerde kaçak Kur’an kurslarının düzenlendiğinin ortaya çıkarılması ise bu konuda elin çabuk tutulduğunun ve Kıbrıs’ta pek de alışık olunmayan gelişmelerin işaretleri olarak toplumsal gerilimi artıracaktır.
Aşikâr olan şudur: Kıbrıslı Türklere yönelik milli ve dinî endoktrinasyon her geçen gün hız kazanmaktadır ve bu konuda Kıbrıslı Türklerin gösterdikleri toplumsal-siyasal tepki ya da karşı duruş, öncelikle kutsal ve milli olanın dokunulmazlığı ve hassasiyeti üzerinden susturulmaya çalışılmakta ve tam da bu yüzden, gerektiği anda baskı ve şiddetin en tepeden en altta olanlara kadar yaygınlaşabileceği geniş bir manevra ve destek alanı oluşturabilmektedir. Bu o kadar öyledir ki, örneğin barış ve çözüm için görüşmeleri sürdüren Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, büyük tantanalarla hazırlanan Atatürk Anıtı’nı açma göreviyle karşı karşıya bırakılmakta, bu görevi yerine getirmeyip de aynı gün Türkiye’de başka etkinliklere katılması onu kolaylıkla milli sorumluluktan kaçan biri durumuna sokabilmekte, zaten malûm olan Kıbrıs’ı satmaya hazır o büyük günahıyla baş başa bırakabilmekte ve tam da buradan top ateşine tutulabilmektedir. Ya da sıklıkla benzer örnekleri görüldüğü, en son ise 11 Ağustos 2009 tarihli Hürriyet’te, ismi gibi her şeye ‘ekşi’ sıkan başyazarın yumurtladığı gibi, Kıbrıslı Türkler, dünyada sömürgesini sömüren tek ülkenin kurnaz, tembel ve lâ hayır vatandaşları olarak tanımlanabilmekte, “gözünüze dizinize dursun” muhabbetiyle, Türkiye’nin verdikleri sayesinde bir eli yağda bir eli balda olan bu güruhun artık tahammül sınırlarını zorladıkları ve hizaya çekilme zamanlarının geldiği Türkiye kamuoyu önünde bir kez daha hatırlatılabilmekte ve buna da internet ortamında anında yorum kondurmak suretiyle necip Türk milleti tarafından geniş bir destek sağlanabilmektedir.
Nisan 2009 tarihinde gerçekleşen erken genel seçimlerden sonra yaşanmaya başlanan ve adeta rövanşist bir mahiyet taşıyan bu gerilimli süreç, şüphesiz ki Türkiye’deki siyasal gelişmelerden doğrudan etkilenmektedir. Şunu söylemek mümkündür: 2000’li yılların başında Türkiye’de AKP’nin tek başına, KKTC’de ise ‘AB ve Çözüm’ perspektifinde birleşerek statükoyu yıkan geniş katılımlı toplumsal iradenin siyasal temsilcisi olarak CTP-Birleşik Güçler’in büyük koalisyon ortağı olarak iktidarı ele geçirmeleriyle, Kıbrıs Sorunu’nda yeni bir döneme girildiği malûmdur. AKP’nin Türkiye’nin AB üyeliğini milli siyasi hedeflerinden birisi kabul etmesi ve bu konuda aday ülke olarak kendi payına düşen sorumlulukları yerine getirme yolunda cesur adımlar atmaya başlamasıyla, aynı anda KKTC’de ‘AB ve Çözüm’ü benimseyen toplumsal-siyasal iradenin iktidar olmasının, hem Türkiye-KKTC ilişkilerinde olumlu yansımaları görülmüştür ve hem de Kıbrıs siyasetinde bir paradigma değişikliğini gündeme getirmiştir. Nitekim her vesileyle AKP iktidarı, üstelik Denktaş gibi Türkiye nezdinde dokunulmaz kabul edilen bir lideri de atlayarak, gerek KKTC’deki siyasal iktidara ve gerekse baş müzakereci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a destek beyan etmiş ve dahası Kıbrıs Sorunu bağlamında her daim bir adım önde olmak gibi yeni bir siyasal stratejinin izleneceğini uluslararası kamuoyuna açıklamakta da bir beis görmemiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasında temel nirengi noktalarından birisi olan Kıbrıs Sorunu’nda başlayan bu yeni süreç; bir yandan ‘ana-yavru’ arasındaki geleneksel ‘belirleyen-belirlenen’ ilişkisinde görece bir özerkleşme ya da yavruyu reşit kılma özgürlüğüne doğru meyleden bir mahiyet kazanırken; bir yandan da Türkiye’nin iç siyasetinde dengeleri sarsan ve AKP iktidarına karşı oluşturulan muhalefetin en kırılgan gerekçesi haline gelmiştir. Son kertede “Kıbrıs’ı satmak” ve “ihanet” içinde olmak gibi kamuoyunun kanına da kolaylıkla dokunan bir söylem üzerinden yürütülen bu muhalefet, KKTC’de de yansımalarını bulmuş, aynı anda onun adadaki uzantıları ve iktidarı yitiren statükonun ve onun etki alanında bulunan kesimlerin de söylemi olarak dillendirilmeye başlanmıştır.
Bir başka şey daha olmuştur; Türkiye’de cumhuriyet tarihi boyunca siyasal modernleşme süreci dışında tutulan zihniyeti ve toplumsal kesimleri temsil eden AKP’nin tek başına iktidar olması, o modernleşmeyi sürdüren, devleti sahiplenen, siyaseti ve siyasal sistemi vesayet altına alan ‘asker-sivil (aydın)-bürokrasi’ blokunu harekete geçirmiş ve AKP iktidarı ile bir hesaplaşma içine girilmiştir. Özellikle Ergenekon Davası ile daha da derinleşen ve ‘derin devlet’ marifetiyle daha da kızışan bu hesaplaşma Türkiye’nin AB yolculuğunda belirleyici olan üç temel alanda; demokratikleşme, Kürt sorunu ve Kıbrıs sorununda, yansımalarını göstermeye başlamıştır. İşte tam da bu noktada, demokratikleşme ve son olarak da Kürt Sorunu’nda ciddi ve olumlu adımlar atan AKP iktidarı, Kıbrıs Sorunu ekseninde aynı tutarlılığı göstermekten imtina etmiş, hatta geri adım atar hale gelmiştir. Nitekim KKTC’de gerçekleşen 19 Nisan erken genel seçimleri öncesinde AKP’nin CTP-Birleşik Güçlere olan desteği, bu kez kuruluşunda da doğrudan rol aldığı ve koalisyon ortağı olması yönünde destek çıktığı –Türkiyelilerin ağırlıklı olarak içinde yer aldığı– Özgürlük ve Reform Partisi’ne (ÖRP’ye) kaymaya başlamış, en azından KKTC’de ‘AB ve Çözüm’ perspektifine CTP-BG üzerinden verilen cömert destek geri çekilerek ya da kuşatılarak yeni bir seçenek yaratılmak istenmiştir. Burada dikkat çekici olan durum şudur: Türkiye’de demokratikleşme ve Kürt sorunu ekseninde yaşanan siyasal ayrışma sonucu ‘derin devlet’, onun uzantıları ve statükonun siyasal temsilcileriyle karşı karşıya gelen ve şu veya bu ölçüde direnen AKP; KKTC’de paradoksal bir biçimde aynı kesimlerle buluşan bir siyasal tavır içine girmiştir. Bir başka ifadeyle, demokratikleşme ve Kürt sorunu bağlamında gerek dışarıda AB yolunda önünü açan ve gerekse içerde Türkiye ölçeğinde olumlu siyasal açılımlar sergileyen AKP, tam da bu esnada ‘derin devlet’ ve onun uzantıları tarafından tahrik edilerek ‘ihanet’ söylemi üzerinden kamuoyunda kendine yönelik yaratılmaya çalışılan olumsuz havayı, KKTC’de bu kez aynı kesimlerle zımni olarak buluşan siyasetlerle gidermeyi tercih etmiş; Türkiye’de siyaset üzerindeki askerî-bürokratik vesayeti kaldırmaya yönelik yaklaşımlar sergilerken, KKTC’de siyaset ve siyasal sistem üzerindeki aynı vesayete adeta sivil eksiğini –yani kendini– de ekleyerek daha da güçlendiren bir yaklaşım içine girmiştir. Nitekim bu nedenledir ki KKTC ekonomisini ve ekonomik yardımları denetlemek ve doğrudan yönlendirmek üzere adaya bir danışman atamış, aynı anda Kıbrıslı Türkleri İslami yönden rehabilite etmek için zorunlu din derslerinden Kur’an kurslarına ve her beldeye cami yapımına kadar varan uygulamalara destek çıkarken, milliyetçi rehabilitasyon çalışmalarına da aynı desteği vermekten geri durmamıştır. Böylece, bir yandan “Kıbrıs’ı satmak’ ve “ihanet içinde olmak” suçlamalarına gerekli yanıtı vererek kendini aklamış ve bir yandan da Kıbrıs siyasetini daha sıkı şekilde kontrol altına alma ve Türkiye’nin AB yolculuğunda Kıbrıs kozunu istediği gibi kullanma hakkını elinde tutmayı sürdürmüştür. Ve nihayet 19 Nisan erken genel seçimlerde doğrudan destek olmadığı UBP’nin iktidarı elde etmesi karşısında gösterdiği olgun (!) tavır da, KKTC’nin bağımsız iradesine gösterilen bir saygı örneği olarak AKP’ye kendini uluslararası kamuoyu önünde haklılaştıracağı bir propaganda unsuru olarak kullanma şansını verirken, varoluş gerekçesini iktidar olmakla sınırlayan UBP’nin bunun ancak Türkiye’deki iktidar desteğiyle ve onunla sürdüreceği uyumla mümkün olacağını biliyor olması da AKP-UBP ilişkisinde bir sorun yaşanmasına engel olmuştur.
Şimdi artık geriye siyasal-kültürel bir varlık olarak ayakta durmaya çalışan ve kendi geleceğini belirlemek için çırpınan bir avuç Kıbrıslı Türkü hizaya getirmek kalmıştır. Günden güne adada kendi aleyhine bozulan demografik yapı ile zaten iyice köşeye sıkıştırılmış olan, hız kazanan rehabilitasyon çalışmaları ve ideolojik endoktrinasyon ile yeniden yapılandırılmaya tabi tutularak kontrol altına alınmak istenen bu kesimlerin, her şeye rağmen gösterdikleri toplumsal-siyasal direnci kırmanın ve onlara boyun eğdirmenin, daha farklı yöntemleri olduğunu ise bizatihi bu ülkenin yakın tarihi ziyadesiyle göstermiştir. İşte 10 Ağustos gecesi bu muhalif kesimlerin temsilcisi bir mahfil olarak algılanan Işık Kitabevi’nin kundaklanması o malûm örneklerden sadece bir tanesidir ve bu eylemle Kıbrıslı Türkler uyarılmak istenmiştir.
Andreas Huyssen Alacakaranlık Anıları’nda (Metis Yayınları) “Alacakaranlık, günün, unutuş gecesini önceleyen, buna karşın zamanın kendisini yavaşlatır görünen ânıdır: Günün son ışığının son görkemli gösterilerini ortaya koyabileceği bir ara durumdur. Belleğin ayrıcalıklı zamanıdır” diye yazar. Bütün bu gelişmeler yaşana ve ince hesaplar yapıla dursun, Kıbrıslı Türkler sabaha karşı kundaklanan Işık Kitabevi’nde, yanan kitapların ışığını düşürdüğü alacakaranlıkta, yani belleğin o ayrıcalıklı zaman aralığında, bir kez daha hem bir dehşeti ve hem de bir umudu yaşayarak, yeni bir geleceğe doğru yolculuklarını sürdürmeye devam edeceklerdir.