Türkiye’de Kürt sorununu silahlı çatışma kapanından kurtarma yolunda önemli bazı adımların atıldığı bir dönemdeyiz. Geçmiş tecrübelere bakarak, bu adımların bir sonuç vermeyeceğini iddia etmek elbette mümkün. Zaman kazanmaktan başka bir amacı olmayan kısa vadeli politikaların sonucunun, telafisi gittikçe zorlaşan biçimde sorunun derinleşmesi olduğunu son Kürt ayaklanmasından bugüne yaşanan tarih açık biçimde gösterdi. 1990 başında TRT Kürtçe yayın yapmaya başlayamaz mıydı? Bugün böyle bir yayın aralıksız devam ettiğine ve gök başımızın üzerine çökmediğine göre, farklı bir tarih pekâlâ mümkündü. Bu, sadece Kürt sorunu için değil, Türkiye toplumunu boğan ve kaybolan zamanın başlangıç tarihinin çok daha gerilere gittiği bir dizi sorun için geçerli bir tespit.
Yitirilen bu zamana dövünüp hayıflanmak, bizi bunu yaratan yapısal nedenleri sorgulamaktan alıkoymaya yol açmamalı. Çünkü söz konusu olan sadece bir zaman kaybı değil. 1990 başında DYP-SHP koalisyonu döneminde –ki buna en elverişli ortam belki buydu-, Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması dışında, Kürtçe konusunda somut hiçbir adım atılmamış olması Demirel’in ve derin devlet güçlerinin marifetine indirgenemeyecek bir yapısal engelle ilgiliydi. Muhakkak ki Demirel ve şürekasının, SHP içindeki bugünün ulusalcı CHP’lilerinin de bu çorbada tuzu olmuştur ama sayıları onbinlerle ifade edilen Türkiyelinin hayatına mal olan, bundan çok daha büyük sayıda Türkiyelinin yaşamını bir kabusa çeviren ve bir kısmının bu toprakları gözü arkada terk etmesine yol açan yapısal bir sorun, bir genetik bozukluk vardı ortada. Bu bozukluk bugün dahi tam anlamıyla düzeltilmiş değil. Düzeltilmesi, yeni bir temel siyasal-toplumsal yapının oluşturulması olanağı var önümüzde.
Sürekli iç düşman üreten, saplantılı bir homojen siyasal ve etnik kimlik arayışında olan bu kadim yapının Türkiyelilerin önemli bir bölümüne ödettiği ağır bir bedel var. İmparatorluğun dağılmasının artçı şoklarının bugün dahi hissedildiği, imparatorluktan çıkarken çözülmemiş sorunların veya çarpık kurulmuş siyasal denklemlerin toplumsal yapıda için için çalışmaya devam ettiği, bir yüzyıldan uzun bir zaman dilimine yayılan bir sancılı dönemin belki kapanış aşamasına girdik.
Türkiye toplumunun geleceğini belirleyecek asli sorun olan Kürt sorununun demokrasi, barış, eşitlik ve dayanışma yolunda çözülmesi için yeni bir umut ortamının doğduğu bir dönemde, bu sorununun çözümsüz olduğuna ve çözümsüz kalmaya mahkum olduğuna değil, nasıl çözülebileceğine dair bir fikrî çabaya, somut girişimlere ihtiyaç var. Karşılıklı güvensizliğin atılan her barış adımının ölü doğmasına neden olduğu, çatışmanın, savaşın, gerginliğin dile, düşün kalıplarına, siyasal davranış reflekslerine hakim olduğu bir ortamdan çıkabilmek için, gelecekle ilgili farklı kaygılarımızı gizlemeden iyi, güzel ve arzulanır çözüm yollarının tasarlanması ve tartışılmasına Birikim’in bu sayısında ufak bir katkıda bulunmak istiyoruz.
Her şeyden önce, tarafların şiddeti devam ettirmenin en olası yol olarak görmelerine son verecek kritik adımı atma cesaretini gösterecek bir siyasal irade olmadan aşılması mümkün olmayan bir eşik var önümüzde. Karşılıklı güvensizliği kıracak, sorunun adını koyarak beslendiği kaynaklara cesaretle işaret edip, bu sorunların şiddet aracılığıyla değil, siyasal müzakere yöntemiyle tartışılmasını mümkün kılacak açılımları yapacak bir siyasal-toplumsal kararlılık demek bu. Bugün CHP ve MHP’nin son derece şiddetli ve bir o kadar şedit muhalefetine rağmen, AKP hükümetinin atmaya çalıştığı adımların Kürt sorununu şiddet ekseninden siyaset eksenine, savaş dilinden barış diline çekeceğini söylemek için zaman henüz erken. Erken ama “bekleyelim, görelim” denmeyecek kadar da kritik bir andayız.
Kürt sorununa çözüm arayışları bizi aynı anda birkaç alanda düşünmeye zorluyor. “Çözüm mü, çözülme mi?” sorusuna yanıtlar arandığı bu dosyada, bu sorununun siyasal-toplumsal çözüm modellerinin değerlendirildiği yazılar yer alıyor. Kuzey İrlanda’da, İspanya’nın Bask bölgesinde 20. yüzyılın ikinci yarısından bugüne kadar yaşanan gelişmelerin özgül tarihi ve toplumsal arka planları dikkate alınarak incelenmesi elbette önemli. Elçin Öztoprak’ın yazısı, PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakması için IRA konusunda bulunan çözümün ruhunun ve pratik adımlarının anlaşılmasından, Bask sorununda sadece ETA’nın değil PNV’nin de oynadığı tayin edici rolün kavranmasından öğrenecek çok şeyimiz olduğunu gösteriyor. Buna Güney Afrika’daki ırk kökenli açık ayrımcılıktan çıkmak için başvurulan yöntemlerin irdelenmesinin, “adalet ve hakikat komisyonları”nın rolünün iyi anlaşılmasının katkılarını ilave edebiliriz. Bunları olduğu gibi kopyalamanın, sorunların yeşerdiği zeminin toplumsal ve tarihsel farklarını dikkate almadan çözümleri ithal etmenin nafile bir çaba olduğunu belirtmek bile gereksiz. Türkiye’de herkes bunun farkında ama bu farkındalık, Türkiye’deki sorunun çözümünde benzer sorunların başka yerlerdeki çözümünde benimsenen yöntemleri ve dili, gösterilen özen ve dikkati yok saymanın bahanesi de herhalde olmamalı.
İkinci alanda, işin kötüsünü düşünmek gereği öne çıkıyor. Kürt sorununun çözümü arayışlarında ilham kaynağı olabilecek örneklerin yanında, bu sorunun mümkün ama arzu edilmeyen çözüm örneğini Yugoslavya oluşturuyor. Yugoslavya’da yaşanan son derece kanlı çözülme, aynı zamanda sorunun bir tür çözümü ama iyi, güzel, arzulanır çözümü olmadığı kesin. “Kürt sorununu çözmeye kalkarken, Yugoslavya olur muyuz?” sorusu bugün Türk milliyetçilerinin salladıkları bir umacı (“gerekirse biz de dağa çıkarız”-Bahçeli-, “bu iş kanlı olabilir”-Baykal-) değil sadece. Türkiye’de Türkler ve Kürtleri biraraya getiren sosyal alanın eskisine göre daha fazla daralmakta olduğunu, Türklerin Kürtlere yurttaş olmaktan önce “Kürt”, Kürtlerin de Türklere “yurttaş” olmaktan önce “Türk” diye baktıkları, toplumsal tahayyülde yaşanan bir etnik bölünmenin ağır ağır işlediğini biliyoruz. Buna karşılık İnan Rüma, yazısında neden ve hangi açıdan “Yugoslavya gibi” olmamızın mümkün olmadığını ama, başka bir açıdan, Yugoslavya’daki ayrışmanın mayasının burada da var olduğuna dikkatlerimizi çekiyor.
Esra Çuhadar, başka ülkelerdeki barış süreçlerinin bir sentezini sunarken, barışa hazırlık aşamasının, tarafların müzakere ortamına geçiş kararıyla ortaya çıktığını, bunun ertesinde her zaman bu kararı sabote etmek isteyecek güçlerin her iki tarafta da eyleme geçmesinin neredeyse evrensel bir olgu olduğunu belirtiyor.
Bugün Türkiye’de silahsız ve fiziki şiddetsiz bir müzakere yolunu dinamitleyecek yakın tehlikenin bir ayağında şiddeti romantik bir radikalizm içinde yüceltecek Kürtler var. Diğer ayağında ise, herkesin onurunu koruyan bir çözüm sürecini ağır bir yenilgi psikolojisi içinde algılayacak milliyetçi Türkler yer alıyor. Buna işaret etmek, bu iki şiddet kaynağının geleceğimizi bütünüyle belirlemesinin kaçınılmaz bir kader olduğunu ima etmek değildir. Çözüm ararken, çözülmemenin koşullarını da düşünmenin, bunun gereklerine karşılıklı olarak dikkat etmenin canalıcı önemine işaret eder. Böyle bir çözülmenin yıkım, ölüm ve göçle sonuçlanan ağır insani bedeli kadar, sosyalist ahlak ve insan anlayışı açısından, etnik/ulusal kimliklerine insanların daha fazla hapsedilmelerinin yol açtığı ve daha fazla açabileceği insani yaratıcılık ve zenginlik kaybıdır esas endişemiz.
Gerçek bir paradigma değişimine kesinlikle ihtiyacımız var. Ahmet Tulgar’ın yazısı, savaşın öncülü ve ardılı olan bir barışın değil, savaştan bağımsız bir akıl, ahlak ve düşün dünyasına ait bir barış zihniyetinin koşullarını düşünmeye davet ediyor. Bunun olmazsa olmaz bir koşulu, Kürtlere haklar verilirken, bunun yüce ve kutsal devletin alicenaplığı sayesinde gerçekleştiği veya gerçekleşeceği saplantısını terk etmektir. Kürt sorununda pişman olan ve affedenin, himmet eden ve himmet edilenin olmadığı bir çözüm patikasına girme gereğini işaret etmek, herkesin kazandığı bir toz pembe çözüm safdilliğine inanmayı gerektirmiyor. Yenen ve yenilenin olmadığı bir çözüm aramak da nafile. En azından çözümsüzlük güçlerinin yenilmesi barış içinde çözüm yolunun önünün açılması için elzem değil mi?
Türkiye’de Kürt sorunu hiçbir zaman tam olarak çözülmeyecek. Aslında hiçbir toplumsal sorun tam ve nihai olarak çözülmez. Demokrasi, insanların birlikte yaşamakla ilgili sorunlarını tartışma, ikna, azınlıkta kalanın haklarını da gözetme, ileride telafisi mümkün olmayan hataların yapılmasını engelleyen önlemler alma üzerine kurulu, bitmeyen bir dinamiktir. Amaç, Türkiye’de Kürt sorununu ortadan kaldırmak değildir. Böyle bir amaç, nihai çözüm olarak mutlak etnik bölünmeyi içinde taşır. Demokrasi içinde amaç, bu ve benzeri sorunların ortak siyasal alanda ve eşitler arasında tartışılmasını, çözüm arayışlarının karşılıklı güven içinde sürdürülmesinin sağlanmasıdır. Barış içinde ayrılmak da mümkündür, çok daha güçlü yeni bir beraberlik kurmak da.
Irkı, milleti, etnik kimliği değil, özgün yerelliği içinde evrensel insanı barındıran sosyalist hümanizmanın demokrasi, ahlak ve adalet penceresinden Kürt sorununa herkesi bakmaya davet ediyoruz.